Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

24.04.2007, 03:51

Üstad'ın şeyhlik ve velayet hakkındaki mühim bir cevabı...

Son günlerde bu forumda velayet, tarikat gibi tasavvufi meselelerde çok ciddi sıkıntılar yaşandığından, buraya mühim bir Risale-i Nur dersini alıyorum. Alıntı yaptığım kısım Risale-i Nur'un kendisidir. Alıntının altına yazacaklarım benim bu risaleden anladıklarım ve kendime yaptığım iman dersimdir. Alıntının altında yazacaklarda bulunacak olan kusurlar şahsıma, güzellikler ise Risale-i Nur'a aittir.

Alıntı sahibi ""Risale-i Nur""



Üçüncü Mes'ele olan Üçüncü Risale

[şu mes'ele umum ihvanımın ekseri lisan-ı hal ile ve bir kısmının lisan-ı kal ile ettikleri umumî bir sualin, has ve hususî ve mahremce bir cevabıdır.]

Sual: Senin ziyaretine gelen herkese diyorsun ki: "Benim şahsımdan bir himmet beklemeyiniz ve şahsımı mübarek tanımayınız. Ben makam sahibi değilim. Âdi bir neferin müşir makamının evamirini tebliği gibi, ben de manevî bir müşiriyet makamının evamirini tebliğ ediyorum. Hem müflis bir adamın, gayet kıymetdar ve zengin elmas ve mücevherat dükkânının dellâlı olduğu gibi; ben dahi, mukaddes ve Kur'anî bir dükkânın dellâlıyım." diyorsun. Halbuki "Aklımız ilme muhtaç olduğu gibi, kalbimiz dahi bir feyiz ister, ruhumuz bir nur ister ve hâkeza çok cihetle çok şeyler istiyoruz. Seni hacatımıza yarayacak adam zannedip, senin ziyaretine geliyoruz. Bize âlimden ziyade bir sahib-i velayet, sahib-i himmet ve sahib-i kemalât lâzım. Eğer hakikat-ı hal dediğin gibi ise, ziyaretinize yanlış geldik." lisan-ı halleri diyor.

Elcevap: Beş noktayı dinleyiniz, sonra düşününüz. Ziyaretiniz beyhude mi, yoksa faideli midir? O vakit hükmediniz.

Birinci Nokta: Nasılki bir padişahın âdi bir hizmetkârı ve bîçare bir neferi; padişah namına feriklere, paşalara hedaya-yı şahanesini ve nişanlarını veriyor, onları minnetdar ediyor. Eğer ferikler ve müşirler, "Bu âdi nefere neden tenezzül edip, elinden ihsan ve nişanları alıyoruz?" deseler, mağrurane bir divaneliktir. Eğer o nefer dahi; vazifesinin haricinde müşire kıyam etmezse, kendini ondan yüksek görse, eblehçesine bir divaneliktir. Hem eğer o memnun olan feriklerden birisi, müteşekkirane o neferin kulübeciğine tenezzülen misafir gitse; kuru ekmekten başka bulmayan o nefer mahcub kalmamak için, o hali gören ve bilen padişah -elbette o neferini mahcub etmemek için- matbah-ı şahaneden, sâdık hizmetkârının muhterem misafirine tabla gönderir; öyle de: Kur'an-ı Hakîm'in sâdık bir hizmetkârı, ne kadar âdi olursa olsun Kur'an namına, en büyük insanlara emirlerini çekinmeyerek tebliğ eder ve en zengin ruhlu olanlara

Kur'anın âlî elmaslarını yalvararak mütezellilane değil, belki müftehirane ve müstağniyane satar. Onlar ne kadar büyük olursa olsun, o âdi hizmetkâra, vazife başında iken tekebbür edemezler. Ve o hizmetkâr dahi, onların ona müracaatında, kendine medar-ı gurur bulamaz.. ve haddinden tecavüz etmez. Eğer o hazine-i kudsiyenin müşterileri içinde bazıları, o bîçare hizmetkâra velayet nazarıyla baksalar ve büyük tanısalar; elbette hakikat-ı Kur'aniyenin merhamet-i kudsiyesi şanındandır ki, o hizmetkârını mahcub etmemek için, hazine-i hassa-i ılâhiyeden, o hizmetkârın hiç haberi ve medhali olmadan, onlara meded versin ve himmet ederek feyizdar etsin.

ıkinci Nokta: ımam-ı Rabbanî ve Müceddid-i Elf-i Sâni Ahmed-i Farukî (R.A.) demiş: "Hakaik-i imaniyeden bir tek mes'elenin inkişafı ve vuzuhu, benim indimde binler ezvak ve keramata müreccahtır. Hem bütün tarîkatların gayesi ve neticesi, hakaik-i îmaniyenin inkişafı ve vuzuhudur." Mâdem şöyle bir tarîkat kahramanı böyle hükmediyor; elbette hakaik-i îmaniyeyi kemal-i vuzuh ile beyan eden ve esrar-ı Kur'aniyeden tereşşuh eden Sözler, velayetten matlub olan neticeleri verebilirler.

Üçüncü Nokta: Bundan otuz sene evvel, Eski Said'in gafil kafasına müdhiş tokatlar indi, اَلْمَوْتُ حَقٌّ kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Meded istedi, bir yol aradı, bir halaskâr taharri etti. Gördü ki, yollar muhtelif; tereddütte kaldı. Gavs-ı Azam olan şeyh-i Geylanî Radıyallahü Anh'ın "Fütuh-ul Gayb" namındaki kitabıyla tefe'ül etti. Tefe'ülde şu çıktı: اَنْتَ فِى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبِيبًا يُدَاوِى قَلْبَكَ Acibdir ki; o vakit ben, Dâr-ül Hikmet-il ıslâmiye âzası idim. Güya ehl-i ıslâmın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta ben idim. Hasta evvelâ kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir.

ışte Hazret-i şeyh bana der ki: "Sen kendin hastasın, kendine bir tabib ara!" Ben dedim: "Sen tabibim ol!" Tuttum, kendimi ona muhatab addederek, o kitabı bana hitab ediyor gibi okudum. Fakat kitabı çok şiddetli idi. Gururumu dehşetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. Dayanamadım, yarısına kadar kendimi ona muhatab ederek okudum; bitirmeye tahammülüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum. Fakat sonra, ameliyat-ı şifakâraneden gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci üstadımın kitabını tamam okudum ve çok istifade ettim. Ve onun virdini ve münacatını dinledim, çok istifaza ettim.

Sonra ımam-ı Rabbanî'nin Mektubat kitabını gördüm, elime aldım. Hâlis bir tefe'ül ederek açtım. Acaibdendir ki, bütün Mektubatında yalnız iki yerde "Bediüzzaman" lafzı var. O iki mektub bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektubların başında "Mirza Bediüzzaman'a Mektub" diye yazılı olarak gördüm. Fesübhanallah dedim, bu bana hitab ediyor. O zaman Eski Said'in bir lâkabı, "Bediüzzaman"dı. Halbuki hicretin üçyüz senesinde, Bediüzzaman-ı Hemedanî'den başka o lâkabla iştihar etmiş zâtları bilmiyordum. Halbuki ımamın zamanında dahi öyle bir adam vardı ki, ona o iki mektubu yazmış. O zâtın hali, benim halime benziyormuş ki, o iki mektubu kendi derdime deva buldum.

Yalnız ımam, o mektublarında tavsiye ettiği gibi çok mektublarında musırrane şunu tavsiye ediyor: "Tevhid-i kıble et." Yani: Birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma. şu en mühim tavsiyesi, benim istidadıma ve ahval-i ruhiyeme muvafık gelmedi. Ne kadar düşündüm: "Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim?" tahayyürde kaldım. Herbirinde ayrı ayrı cazibedar hasiyetler var. Biriyle iktifa edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetiyle kalbime geldi ki: "Bu muhtelif turukların başı ve bu cedvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur'an-ı Hakîm'dir. Hakikî tevhid-i kıble bunda olur.

Öyle ise, en a'lâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur. Ona yapıştım. Nâkıs ve perişan istidadım elbette lâyıkıyla o Mürşid-i Hakikî'nin âb-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamıyor; fakat ehl-i kalb ve sahib-i halin derecatına göre o feyzi, o âb-ı hayatı yine onun feyziyle gösterebiliriz. Demek Kur'andan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesail-i ilmiye değil; belki kalbî, ruhî, hâlî mesail-i îmaniyedir ve pek yüksek ve kıymetdar maarif-i ılâhiye hükmündedirler.

Dördüncü Nokta: Sahabelerden ve Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiînden en yüksek mertebeli velayet-i kübra sahibi olan zâtlar, nefs-i Kur'andan bütün letaiflerinin hisselerini aldıklarından ve Kur'an onlar için hakikî ve kâfi bir mürşid olduğundan gösteriyor ki: Her vakit Kur'an-ı Hakîm, hakikatları ifade ettiği gibi, velayet-i kübra feyizlerini dahi ehil olanlara ifaza eder.

Evet zâhirden hakikata geçmek iki suretledir:

Biri: Tarîkat berzahına girip, seyr ve sülûk ile kat'-ı meratib ederek hakikata geçmektir.

ıkincisi: Doğrudan doğruya, tarîkat berzahına uğramadan, lütf-u ılâhî ile hakikata geçmektir ki, Sahabeye ve Tâbiîne has ve yüksek ve kısa tarîk şudur. Demek hakaik-i Kur'aniyeden tereşşuh eden Nurlar ve o Nurlara tercümanlık eden Sözler, o hâssaya mâlik olabilirler ve mâliktirler.


Beşinci Nokta: Beş cüz'î misal ile göstereceğiz ki; Sözler talim-i hakaik ettikleri gibi, irşad vazifesini de görüyorlar.

Birinci Misal: Ben kendim on değil, yüz değil, binler defa müteaddid tecrübatımla kanaatım gelmiş ki: Sözler ve Kur'andan gelen Nurlar; aklıma ders verdiği gibi, kalbime de îman hali telkin ediyor, ruhuma îman zevki veriyor ve hâkeza... Hattâ dünyevî işlerimde; kerâmet sahibi bir şeyhin bir müridi, nasıl şeyhinden hâcâtına dair meded ve himmet bekliyor; ben de Kur'an-ı Hakîm'in kerametli esrarından o hâcâtımı beklerken, ümid etmediğim ve ummadığım bir tarzda bana çok defa hasıl oluyor. Yalnız cüz'iyattan iki küçük misal:

Biri: Onaltıncı Mektub'da izahı ve tafsili geçen; Süleyman isminde bir misafirime, katran ağacı başında koca bir ekmek hârika bir tarzda gösterilmiş. ıki gün ikimiz, o hediye-i gaybîden yedik.

ıkincisi: Gayet küçük ve latif, bugünlerde vaki' olan mes'eleyi söyleyeceğim. şöyle ki:

Fecirden evvel hatırıma geldi ki; bir zâtın kalbine vesvese verecek bir tarzda tarafımdan sözler söylenilmişti; keşki dedim onu görseydim, kalbindeki dağdağayı izale etseydim. Aynı dakikada, Nis'e gitmiş bir parça kitabım bana lâzım idi; keşki elime geçseydi dedim. Sabah namazından sonra oturdum; baktım aynı zât, o kitab parçası elinde olduğu halde içeri girdi. Ona dedim: "Senin elindeki nedir?" Dedi: "Bilmiyorum, kapının önünde Nis'ten gelmiş diye birisi bana verdi; ben de size getirdim." Fesübhanallah dedim; böyle bir vakitte bu adamın evinden çıkıp gelmesi ve şu Söz'ün Nis'den gelmesi, hiç tesadüfe benzemiyor. Ve böyle bir adama şöyle bir parça kitabı aynı dakikada eline verip bana gönderen, elbette Kur'an-ı Hakîm'in himmetidir diyerek, Elhamdülillah dedim; benim en küçük, ehemmiyetsiz, hafî arzu-yu kalbimi bilen birisi, elbette bana merhamet ediyor, beni himaye ediyor; öyle ise dünyanın minnetini beş paraya almam.

ıkinci Misal: Biraderzadem merhum Abdurrahman, sekiz seneden beri benden ayrılıp dünyanın gaflet ve evhamlarına bulaştığı halde, şahsıma karşı haddimden çok fazla hüsn-ü zannı varmış. Bende olmayan ve elimden gelmeyen himmeti istiyor ve meded bekliyordu. Kur'an-ı Hakîm'in himmeti imdadına yetişti. Haşre dair olan Onuncu Söz'ü, vefatından üç ay evvel eline yetiştirdi. O Söz onu manevî kirlerinden ve evham ve gafletten temizlemekle beraber; âdeta mertebe-i velayete çıkmış gibi, vefatından evvel yazdığı mektubunda üç zâhir keramet izhar etmiş. Yirmiyedinci Mektub'un fıkraları içinde dercedilmiş, müracaat olunsun.

Üçüncü Misal: Burdur'lu Hasan Efendi isminde ehl-i kalb bir âhiret kardeşim ve talebem vardı. Bana karşı haddimden çok fazla hüsn-ü zan ederek, büyük bir veliden himmet beklemek gibi bîçare benden meded bekliyordu. Birdenbire hiç münasebet yokken, Otuzikinci Söz'ü Burdur köylerinde oturan birisine mütalaa etmek üzere verdim. Sonra Hasan Efendi hatırıma geldi, dedim: "şayet Burdur'a gidersen Hasan Efendi'ye ver, beş-altı gün mütalaa etsin." O adam gitmiş, doğrudan doğruya Hasan Efendi'ye vermiş. Hasan Efendi'nin eceli otuz-kırk gün kalmıştı. Gayet susamış bir adamın, âb-ı kevser gibi tatlı suya rastgelirken yapışması gibi; öyle de Otuzikinci Söz'e yapışmış, mütemadiyen mütalaa yapa yapa ve tefeyyüz ede ede, hususan Üçüncü Mevkıfındaki muhabbetullah bahsinde, tamamıyla derdine deva bulmuş ve bir kutb-u azamdan beklediği feyzi onda bulmuş. Sağlam olarak câmiye gitmiş, namaz kılmış, orada ruhunu Rahman'a teslim eylemiş (Rahmetullahi Aleyh).

Dördüncü Misal: Hulusi Bey'in Yirmiyedinci Mektub'daki fıkralarının şehadetiyle; en mühim ve müessir tarîkat olan Nakşî tarîkatından ziyade himmet ve meded, feyiz ve nuru; esrar-ı Kur'aniyenin tercümanı olan nurlu Sözler'de bulmuştur.

Beşinci Misal: Kardeşim Abdülmecid, biraderzadem Abdurrahman'ın (Rahmetullahi Aleyh) vefatı üzerine ve daha sair elîm ahvalât içinde bir perişaniyet hissetmişti. Hem elimden gelmeyen manevî himmet ve meded bekliyordu. Ben onunla muhabere etmiyordum. Birdenbire mühim birkaç Söz'ü ona gönderdim. O da mütalaa ettikten sonra yazıyor ki: "Elhamdülillah kurtuldum! Çıldıracaktım. Bu Sözler'in herbiri birer mürşid hükmüne geçti. Çendan bir mürşidden ayrıldım, fakat çok mürşidleri birden buldum, kurtuldum." diye yazıyordu. Ben baktım ki, hakikaten Abdülmecid güzel bir mesleğe girip o eski vaziyetlerinden kurtulmuş.

Daha bu beş misal gibi pek çok misaller var. Onlar gösteriyorlar ki: Ulûm-u îmaniye, hususan doğrudan doğruya ihtiyaca binaen ve yaralarına devaen Kur'an-ı Hakîm'in esrarından manevî ilâçlar alınsa ve tecrübe edilse; elbette o ulûm-u îmaniye ve o edviye-i ruhaniye, ihtiyacını hissedenlere ve ciddî ihlas ile istimal edenlere yeter, kâfi gelir. Onları satan ve gösteren eczacı ve dellâl ne halde bulunursa bulunsun; âdi olsun, müflis olsun, zengin olsun, makam sahibi olsun, hizmetkâr olsun çok fark yoktur.

Evet Güneş varken mumların ışığı altına girmeye ihtiyaç yok. Mâdem Güneşi gösteriyorum, benden mum ışığı -bahusus bende bulunmazsa- istemek manasızdır, lüzumsuzdur. Belki onların bana duâ ile, manevî yardım ile, hattâ himmet ile muavenet etmeleri lâzımdır. Ve ben onlardan istimdad etmem ve meded istemem, benim hakkımdır. Onlar, Nurlardan aldıkları feyze kanaat etmek, onların üstünde haktır.

سُبْحَانَك&#161 4; لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَن&#161 4;ا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلاَةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهِ اَدَاءً وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ

Kaynak : Mektubat | Yirmi Sekizinci Mektup | 338 (http://www.risaleara.com/oku.asp?id=1042)


Yukarıdaki kısım Üstad Hazretlerine kimilerinin açıkça, kimilerinin de duruş ve tavırlarıyla sorduğu soru ve cevabından ibarettir. Sorulan soruyu;

"Tamam sen ilim sahibisin, alimsin ve bizi bilgilendiriyor, aklımızı tatmin ediyorsun. Ama bizim kalbimiz feyiz almak istiyor, manevi olarak yardımını istiyoruz, manen elimizden tutup bizi feyizlere sevk etmenizi bekliyoruz. Sen ise bize ben makam sahibi değilim, mübarek değilim diyorsun. O zaman biz senin yanına boşuna mı geldik?"

şeklinde anlıyorum.

Üstad cevaben başlıyor ve diyor ki beş tane nokta var. Bunları dinleyin ondan sonra düşünüp buna kendiniz karar verin.

Birinci Nokta:

Burada Bediüzzaman Hazretleri bir örnek veriyor. Diyor ki; bir padişahın basit ve çaresiz bir hizmetçisi, padişahın emriyle korgeneral ve paşa rütbesindeki kişilere padişahın hediyesini ve madalyalarını sunsa ve bu kişiler, basit hizmetçiye bakıp da gururlanarak bu hediyeleri kabul etmeseler divanelik, delilik olur. Veya hizmetçi o rütbeli korgeneral ve paşalara saygı göstermeyip kendini üstün hissetse ahmakça bir delilik olur. Ayrıca o korgeneral veya paşalardan hizmetçiye teşekkür etmek için onun fakir hanesine giden olsa, belki ikram edecek kuru ekmekten başka birşeyi olmayan hizmetçisini mahçup etmemek için padişah, ona yardım edecek ve sofrasından türlü nimetler gönderecektir.

Aynen bu şekilde de Kuran'ın sadık hizmetçileri her ne kadar basit kimseler bile olsalar, Kuran'ı tebliğ ederken alçaklık kompleksine kapılmadan, eğilip bükülmeden, yalvarırcasına bir üslup takılmadan, Kuran adına iftihar ve övgüyle, karşısındakinin muhtaçlığını hissettirircesine bir tavır alırlar. Muhatapları ne kadar büyük olursa olsunlar, o vazife başındaki basit ve sadık hizmetçinin karşısında büyüklük taslayamazlar. Ve o hizmetçi dahi onların başvurularından kendine pay çıkarıp büyüklük taslayamaz, gurulanıp haddini aşamaz. Eğer o basit hizmetçiyi dinleyenler, onu gözünde büyütüp velilik gibi manevi bir makamda sansalar, o hizmetçinin haberi bile olmadan eşsiz Rahmet hazinelerinden feyizler ve hediyeler, hizmetçiyi mahçup etmemek için, hizmetçinin muhatablarına ihsan edilir.

ıkinci Nokta:

ımam-ı Rabbani ve Ahmed-i Faruki (r.a) demiş; "ıman hakikatlerinden bir meselenin açıklığa kavuşturulması ve ispat edilmesi, bana göre binlerce manevi zevklerden ve kerametlere tercih edilir. Hem bütün tarikatlerin amacı, iman hakikatlerinin açığa kavuşturulması ve ispatıdır"

Madem böyle tarikat kahramanları böyle hükmediyor, elbette iman hakikatlerini mükemmel bir açıklıkla sunan ve Kuran'ın sırlarından sızan Sözler (Risale-i Nur Külliyatı) velilikten talep edilen neticeleri verebilir.

Üçüncü Nokta:

Otuz sene evvel Eski Said müthiş tokatlar yedi ve ölümün kesin gerçekliği olduğu hakikatini düşündü. Kendini bataklıkta gördü. Yardım istedi, bir yol aradı, bir kurtarıcı bekledi. Gördü ki, çok çeşitli yollar var, tereddüt etti. En büyük evliya olan şeyh-i Geylânî Radıyallahu Anhın Fütuhu'l-Gayb namındaki kitabından rastgele bir yer açtı. Açtığı yerde "Sen hikmet yerinde, işlerin bir sebep ve hikmete bağlı olarak görüldüğü yerdesin. Önce kalbini tedavi edecek bir doktor ara" cümlesi çıktı.

Aciptir ki, o vakit ben Dârü'l-Hikmeti'l-ıslâmiye üyesi idim. Güya Müslümanların yaralarını tedaviye çalışan bir doktordum. Halbuki en fazla hasta bendim. Hasta öncelikle kendine bakmalı; sonra hastalara bakabilir.

ışte, Hazret-i şeyh bana der ki: "Sen kendin hastasın. Kendine bir doktor ara."

Ben dedim: "Sen doktorum ol." Tuttum, kendimi ona muhatap addederek, o kitabı bana hitap ediyor gibi okudum. Fakat kitabı çok şiddetliydi. Gururumu dehşetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli cerrahi ameliyat yaptı. Dayanamadım, yarısına kadar kendimi ona muhatap ederek okudum; bitirmeye tahammülüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum.

Fakat sonra, şifa verici ameliyattan gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci üstadımın kitabını tamam okudum ve çok istifade ettim. Ve onun zikirini ve yalvarışını dinledim, çok manevi zenginlikler kazandım.

Sonra ımam-ı Rabbânî'nin Mektubat kitabını gördüm, elime aldım. Temiz bir niyetle rastgele açtım. Acayiptir ki, bütün Mektubat'ında yalnız iki yerde "Bediüzzaman" kelimesi var. O iki mektup bana birden açıldı. Babamın ismi Mirza olduğundan, o mektupların başında "Mirza Bediüzzaman'a Mektup" diye yazılı olarak gördüm. "Fesübhânallah," dedim. "Bu bana hitap ediyor." O zaman Eski Said'in bir lâkabı Bediüzzaman idi. Halbuki Hicretin üç yüz senesinde, Bediüzzaman-ı Hemedânî'den başka o lâkapla bilinmiş kişileri bilmiyordum. Halbuki ımamın zamanında dahi öyle bir adam vardı ki, ona o iki mektubu yazmış. O adamın hali benim halime benziyormuş ki, o iki mektubu kendi derdime devâ buldum.

Yalnız ımam, o mektuplarında tavsiye ettiği gibi, çok mektuplarında ısrarla şunu tavsiye ediyor: "Tevhid-i kıble et." Yani, "Birini üstad tut, arkasından git. Başkasıyla meşgul olma."

şu en önemli tavsiyesi, benim yeteneklerime ve ruh halime gelmesi. Ne kadar düşündüm: Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim? Hayrette kaldım. Herbirinde ayrı ayrı cazibedar özellikler var; biriyle yetinemiyordum.

O hayrette iken, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle kalbime geldi ki: Bu çeşitli yolların başı ve bu ölçülerin kaynağı ve şu gezegenlerin güneşi Kur'ân-ı Hakîmdir. Tek bir yere yönelmek bunda olur. Öyleyse, en yük aydınlatıcı da ve en kutsal üstad da odur.

Ona yapıştım. Eksik ve perişan yeteneklerim elbette lâyıkıyla o hakiki aydınlatıcının hayat suyu hükmündeki feyzini emip alamıyor. Fakat kalp ehli ve hal sahiplerinin derecelerine göre, o feyzi, o hayat suyunu, yine onun feyziyle gösterebiliriz. Demek, Kur'ân'dan gelen o Sözler ve o nurlar, yalnız akla dayanan ilmi meseleler değil, belki kalbten, ruhtan, hâlden gelen imana dair meselelerdir. Ve pek yüksek ve kıymetli ılâhî bilgiler hükmündedirler.

Dördüncü Nokta

Sahabelerden ve Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiînden en yüksek dereceli büyük evliyalık sahibi olan zatlar, nefs-i Kur'ân'dan bütün hislerinin hisselerini aldıklarından ve Kur'ân onlar için gerçek ve yeterli bir yol gösterici olduğundan gösteriyor ki, her vakit Kur'ân-ı Hakîm, hakikatleri ifade ettiği gibi, büyük evliyalığa ait manevi gıdaları dahi ehil olanlara bol bol dağıtır.

Evet, görünenden gerçeğe geçmek iki şekildedir:

Biri: Tarikat yoluna girip, bir terbiye yoluna girip devam etmeyle mertebeleri atlayarak gerçeğe ulaşmaktır.

ıkinci şekil: Doğrudan doğruya, tarikat yoluna uğramadan, Allah'ın yardımı ile gerçeğe geçmektir ki, Sahabeye ve Tâbiîne has ve yüksek ve kısa yol şudur. Demek, Kuran hakikatlerinden sızan nurlar ve o nurlara tercümanlık eden Sözler, o özelliklere sahip olabilirler ve sahiptirler.

Beşinci Nokta

Beş küçük örnekle göstereceğiz ki, Sözler gerçekleri öğrettikleri gibi, yol gösterici vazifesini de görüyorlar.

Birinci örnek: Ben kendim, on değil, yüz değil, binler defa çeşitli tecrübelerimle inanmışım ki, Sözler ve Kur'ân'dan gelen nurlar, aklıma ders verdiği gibi, kalbime de ımân hâli telkin ediyor, ruhuma ımân zevki veriyor, ve bunun gibi... Hattâ, dünya hakkındaki işlerimde, keramet sahibi bir şeyhin bir müridi nasıl şeyhinden ihtiyaçlarına dair yardım ve himmet bekliyor; ben de Kur'ân-ı Hakîmin kerametli sırlarından o ihtiyaçlarımı beklerken, ümit etmediğim ve ummadığım bir tarzda bana çok defa meydana geliyor. Yalnız bunlardan iki küçük örnek:

Biri: On Altıncı Mektupta açıklaması ve detayları geçen, Süleyman isminde bir misafirime, katran ağacı başında koca bir ekmek harika bir tarzda gösterilmiş. ıki gün, ikimiz o görünmeyen âlemden gelen hediyeden yedik.

ıkincisi: Gayet küçük ve lâtîf, bugünlerde vaki olan meseleyi söyleyeceğim. şöyle ki:

Tan yerinin ağarmasından evvel aklıma geldi ki, bir zâtın kalbine vesvese verecek bir tarzda tarafımdan sözler söylenilmişti. "Keşke," dedim, "onu görseydim, kalbindeki sıkıntıdan kurtarsaydım." Aynı dakikada, Nis'e gitmiş bir parça kitabım bana lâzımdı. "Keşke elime geçseydi" dedim.

Sabah namazından sonra oturdum, baktım, aynı zat, o kitap parçası elinde olduğu hâlde içeri girdi.

Ona dedim: "Senin elindeki nedir?"

Dedi: "Bilmiyorum. Kapının önünde, Nis'ten gelmiş diye birisi bana verdi; ben de size getirdim."

"Fesübhânallah," dedim. "Böyle bir vakitte bu adamın evinden çıkıp gelmesi ve şu Sözün Nis'ten gelmesi hiç tesadüfe benzemiyor. Ve böyle bir adama şöyle bir parça kitabı aynı dakikada eline verip bana gönderen, elbette Kur'ân-ı Hakîmin yardımıdır" diyerek, "Elhamdülillâh," dedim. "Benim en küçük, önemsiz, gizli bir kalbimin isteğini bilen birisi, elbette bana merhamet ediyor, beni himaye ediyor. Öyleyse dünyanın minnetini beş paraya almam."

ıkinci Örnek: Biraderzadem Merhum Abdurrahman, sekiz seneden beri benden ayrılıp dünyanın gaflet ve evhamlarına bulaştığı hâlde, şahsıma karşı haddimden çok fazla hüsn-ü zannı varmış. Bende olmayan ve elimden gelmeyen yardımı istiyor ve yardım etmemi bekliyordu. Kur'ân-ı Hakîmin yardımı imdadına yetişti, haşre dair olan Onuncu Sözü vefatından üç ay evvel eline yetiştirdi. O Söz, onu mânevî kirlerinden ve evham ve gafletten temizlemekle beraber, adeta evliya derecesine çıkmış gibi, vefatından evvel yazdığı mektubunda üç açık keramet göstermiş. Yirmi Yedinci Mektubun bölümleri içine alınmış; bakılabilir.

Üçüncü Örnek: Burdurlu Hasan Efendi isminde kalp ehli bir âhiret kardeşim ve talebem vardı. Bana karşı haddimden çok fazla hüsn-ü zan ederek, büyük bir velîden himmet beklemek gibi, çaresiz benden yardım bekliyordu. Birden bire, hiç alakası yokken, Otuz ıkinci Sözü Burdur köylerinde oturan birisine okuması için verdim. Sonra Hasan Efendi aklıma geldi, dedim: "şayet Burdur'a gidersen Hasan Efendiye ver, beş altı gün okusun."

O adam gitmiş, doğrudan doğruya Hasan Efendiye vermiş. Hasan Efendinin eceli otuz kırk gün kalmıştı. Gayet susamış bir adamın kevser suyu gibi tatlı suya rast gelirken yapışması gibi, öyle de Otuz ıkinci Söze yapışmış. Aralıksız okuya okuya ve ilim, irfan ve mânevî zenginlik kazana kazana, özellikle Üçüncü Mevkıfındaki muhabbetullah meselesinde tamamıyla derdine devâ bulmuş. Ve bir kutb-u âzamdan beklediği feyzi onda bulmuş. Sağlam olarak camiye gitmiş, namaz kılmış, orada ruhunu Rahmân'a teslim eylemiş. (Rahmetullahi aleyh.)

Dördüncü Örnek: Hulûsi Beyin Yirmi Yedinci Mektuptaki bölümlerinin şahitliğiyle, en önemli ve tesirli tarikat olan Nakşî tarikatinden fazla yardımı ve medeti, feyiz ve nuru, Kuran sırlarının tercümanı olan Nurlu Sözlerde bulmuştur.

Beşinci Örnek: Kardeşim Abdülmecid, biraderzadem Abdurrahman'ın (rahmetullahi aleyh) vefatı üzerine ve daha sair acı verici durumlar içinde bir perişanlık hissetmişti. Hem, elimden gelmeyen mânevî yardım ve medet bekliyordu. Ben onunla haberleşemiyordum. Birden bire, önemli birkaç Sözü ona gönderdim. O da okuduktan sonra yazıyor ki:

"Elhamdü lillâh, kurtuldum. Çıldıracaktım. Bu Sözlerin herbiri birer yol gösterici hükmüne geçti. Çendan bir yol göstericiden ayrıldım, fakat çok göstericileri birden buldum, kurtuldum" diye yazıyordu. Ben baktım ki, gerçekten Abdülmecid güzel bir mesleğe girip o eski vaziyetlerinden kurtulmuş.

Daha bu beş örnek gibi pek çok örnekler var. Onlar gösteriyorlar ki, iman ilimleri, özellikle doğrudan doğruya ihtiyaca dayalı olarak ve yaralarına deva olarak Kur'ân-ı Hakîmin sırlarından mânevî ilâçlar alınsa ve uygulansa, elbette o iman ilimleri ve o ruha ait manevî ilaçlar, ihtiyacını hissedenlere ve ciddî ihlâs ile uygulayanlara yeter, kâfi gelir. Onları satan ve gösteren eczacı ve dellâl ne hâlde bulunursa bulunsun, basit olsun, iflas etmiş olsun, zengin olsun, makam sahibi olsun, hizmetkâr olsun, çok fark yoktur.

Evet, güneş varken mumların ışığı altına girmeye ihtiyaç yok. Madem güneşi gösteriyorum; benden mum ışığı-bahusus bende bulunmazsa-istemek mânâsızdır, lüzumsuzdur. Belki onların bana dua ile, mânevî yardımla, hattâ yardımla destek olmaları lâzımdır. Ve benim onlardan yardım istemem benim hakkımdır. Onlar, Nurlardan aldıkları feyze kanaat etmek, onların üstünde haktır.

Evet bu kısımdan anladıklarımı özetlersem;

1- Üstad Hazretleri şeyhlik gibi herhangi bir manevi makama sahip olmadığını söylüyor,

2- Risale-i Nur'un mürşid vazifesini gördüğünü ispat ediyor ve başka mürşid aramaya gerek olmadığını ve Nurlardan alınan feyzlerle kanaat etmemizi istemeye hakkı olduğunu söylüyor,

3- Mürşid olarak sadece Kuran'ı kabul ettiğini söylüyor,

4- ıman hakikatleriyle, yani Risale-i Nur ile meşgul olan kişinin velayete muhtaç olmadığını söyledikten sonra, velayete mahsus feyz ve kerametlerin, Risale-i Nur talebelerinde de bulunduğunu ispat ederek örnekler veriyor.

Allah Üstad'ımız Bediüzzaman Said Nursi'den (r.a.) kainattaki atomların sayısınca razı olsun. Risale-i Nur ile tanışma şerefini ihsan eden Rabb-i Rahim'ime sonsuz şükürler olsun.

NOT:

1- Yukarıdaki Risale-i Nur'un aslı olan alıntının okunmasını tavsiye ediyorum. Aşağıya yazdıklarımda hata ve kusur çoktur. Risale-i Nur'un aslı gibi asla olamazlar. Aşağıdaki kısmı yazmakta 2 amacım vardı;

***Kusurlarımı ve eksiklerimi bana söylemeleri,
***Müzakere edebilmemiz açısından bu dersten aldıklarımı paylaşmak ve diğer kardeşlerimin de bu ders hakkındaki görüşlerini ve idraklerini paylaşmaları

Bu amaçlarım dışında Risale-i Nur'u sadeleştirmedim, sadeleştirmek istemedim, anlayamayan kardeşler aşağıdaki kısmı okusun gibi bir niyet ile yazmadım.

2- Bu kısmı müzakere edelim diye ayrı bir başlık açtım. Forumdaki diğer konu başlıklarıyla ilgili gibi görünse de maksadım bu kısmı en doğru şekilde anlamaya, kardeş ve abilerimle birlikte muvaffak olmaktır. Lütfen diğer kısımlardaki tartışma konularını buraya getirmeyelim. Sadece dersimizi müzakere edelim.

2

24.04.2007, 20:55

Allah razı olsun açıklamalar renk katmış devamını bekleriz

3

24.04.2007, 21:32

Amin cümlemizden. Devamı ise müzakere ortamına bağlı olarak gelecek. Ben bilgimi ortaya koymak için değil, eksik ve yanlışlarımın farkına varabilmek adına bu başlığı açtım kardeşim...

Mesajlar: 19

Konum: istanbul

Meslek: grafik tasarimci

  • Özel mesaj gönder

4

26.04.2007, 13:38

Alıntı

Yalnız ımam, o mektublarında tavsiye ettiği gibi çok mektublarında musırrane şunu tavsiye ediyor: "Tevhid-i kıble et." Yani: Birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma. şu en mühim tavsiyesi, benim istidadıma ve ahval-i ruhiyeme muvafık gelmedi. Ne kadar düşündüm: "Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim?" tahayyürde kaldım. Herbirinde ayrı ayrı cazibedar hasiyetler var. Biriyle iktifa edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetiyle kalbime geldi ki: "Bu muhtelif turukların başı ve bu cedvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur'an-ı Hakîm'dir. Hakikî tevhid-i kıble bunda olur.

bu zamanın bi insanı olarak artık bu tür "Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim?" gibi bir muammaya düşmüyoruz çünkü şükürler olsun ki Risale- Nur sayesinde Kur'an-ı Hakim'in bu zamanda en mantıklı tek yol olduğunun farkındayız. ama benim de şöyle bir muammam oluyor. bir mesele tartışılırken bu illa ki çok büyük siyasi ya da sosyal meseleler olmayabilir, işte bu tür meseleler sırasında kişisel fikirlerin arasında sıkışıp kalabiliyorum.. yani ister istemez hep bir kargaşa oluyor. mümkün olduğunca verilen kararın Kuran-ı Hakimden yana olması gerek değil mi? yani çok net bir rengi olmayan meselelerde karar kişisel mahkememize kalıyor?.... yoksa öyle meseleler var ki sünnet-i seniyyeye baktığında bile net bir cevap bulamıyorsunuz. sanırım Üstadın o ikilemi bizde yoksa da benzeri bu tür ufak tefek ikilemleri biz de yaşıyoruz.. yanlış mı düşünüyorum?

5

26.04.2007, 14:43

Evet malesef. Aklıma bir hadise geldi. Hatırladığım kadarıyla anlatmak istiyorum.

Bir sahabe efendimiz (ismini hatırlayamadım) Peygamberimiz'le (a.s.m.) birlikteyken Peygamberimiz (a.s.m) ona demiş ki; "Ya ...., Benim vefatımdan sonra bir meseleyle karşılaştığında ve karar vermen gerektiğinde ne yaparsın?" O mübarek sahabe efendimiz demiş ki, "Allah'ın kitabına bakarım" Peygamberimiz (a.s.m) demiş, "Orda yoksa", sahabe efendimiz demiş, "Ya Resulallah senin sünnetlerine bakar, ona göre karar veririm" Peygamberimiz (a.s.m) yine demiş, "Orada da bulamazsan?" , sahabe efendimiz demiş, "takva sahibi kimselerle meşveret eder ona göre karar veririm", Peygamberimiz (a.s.m) tekrar demiş,"Meşveret edecek takva sahibi insanları da bulamazsan?" Bunun üzerine o mübarek sahabe efendimiz de demiş ki, "O zaman kalbime ve vicdanıma bakarak karar verir, Allah'ın rahmetine sığınırım" Peygamberimiz (a.s.m) da "şüphesiz sen doğru yol üzeresin ya ...." şeklinde mukabele etmiş.

Kişisel mahkemeye kadar gitmeden önceki aşamaları göz önünde bulundurmamız gerekiyor :roll:

Hasan_Sinan

Moderatör

  • "Hasan_Sinan" bir erkek

Mesajlar: 2,136

Konum: Almanya

Meslek: Uzman Pazarlamaci

Hobiler: Okumak Okumak Okumak

  • Özel mesaj gönder

6

26.04.2007, 14:54

Fakat bu hepimiz icin gecerli Talhagenc. Sen baskasini kendinle kiyas edersen yalnis yaparsin. Herkesi oldugu duruma göre degerlendirmemiz ve ona göre cevap vermemiz gerekmektedir düsüncesindeyim.
Kur’an’a hücum edilecek; î’câzı, onun çelik bir zırhı olacak.Ve şu î’câzın bir nevini şu zamanda

izhârına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak.Ve namzet olduğumu anladım.

7

26.04.2007, 15:01

Elbette hepimiz için geçerli. Yapabilene ne mutlu.

Ama bu yazımdan böyle bir sonuca nasıl vardığınızı anlayamadım Hasan abi :roll:

Hasan_Sinan

Moderatör

  • "Hasan_Sinan" bir erkek

Mesajlar: 2,136

Konum: Almanya

Meslek: Uzman Pazarlamaci

Hobiler: Okumak Okumak Okumak

  • Özel mesaj gönder

8

26.04.2007, 15:05

Daha önceki yazilarinla buna kanaat getirdim.
Kur’an’a hücum edilecek; î’câzı, onun çelik bir zırhı olacak.Ve şu î’câzın bir nevini şu zamanda

izhârına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak.Ve namzet olduğumu anladım.

9

26.04.2007, 15:09

Ben çok kusurlu ve günahkar olmam, kısacası recüliyetim, anlattığım hakikatlerin doğruluğuna gölge düşürür mü?

Ben hiç bir yazımda kıyas yapmadım abi. Sadece ölçülere göre değerlendirme yaptım. Yargılamak yerine ölçüye uyup uymadığını gösterdim. Ben mühendislik eğitimi aldım, hukuk eğitimi almadım abim.

Her neyse, size saygı duyuyorum abi. Konuyu uzatmaya gerek yok...

Selam ve dua ile...

10

16.05.2007, 13:13

ah aaahhhhh....şu mübareklerin sohbetlerini bide doğru anlayabilsek....

rabbim onlardaki marifetin zerresini inşallah bizede verirde bizde kısa sürede adam oluruz inşallah!!

11

16.05.2007, 21:10

Sayın emmare,

Biz anladıklarımızı yazdık. Yanlış anladığımızı iddia ediyorsanız, buyrun doğrusu nasılsa onu da siz yazın. Maksadınız tarikat propagandası ise, bu tarzınızla Hak olan ve güzel olan tarikat mesleğine zarar veriyorsunuz!

12

17.05.2007, 10:02

bak güzel kardeşim yani insanı üzüyorsunuzda bazen..tarikat propagandasıda ne oluyor...allah dostları bizim gibilerin propagandalarınamı kalmıs...bu iş gönül işidir.gelene niye geldin gidene niye gittin denmez..biz sadatları anlatmak istediğimiz zaman önce niyet ederiz rabbul aleminin rızasına...

anlatmanın usulude bazı şeyler anlatılır bırakılır...sonra herkesin cüz-i iradesi bilir...fazla konuşmaya gerek yok....

müslümanlar birbirlerine dua etsin inşallah...

s.a

13

17.05.2007, 11:22

Tarikat gönül mesleğidir , güzel bir meslektir. Ben Rufai ve Nakşi tarikatlerinin zikirlerinde bulundum. Onlarla beraber vakit geçirdim. 7 sene boyunca ben onlara Risale-i Nur'dan bahsettim, onlar da bana tasavvuftan bahsetti. Çok güzel anlaştık. Çünkü ben tarikatleri kendi mesleğim olan Risale-i Nur mesleğine benzetmeye çalışmadım, onlar da Risale-i Nur mesleğimizi kendi tasavvuf mesleklerine benzetmeye çalışmadılar.

Siz bu foruma gelip tasavvufun güzelliklerinden, inceliklerinden istediğiniz kadar bahsedebilirsiniz. Ağzımı açıp da propaganda dersem gelin yüzüme tükürün. Bununla beraber siz benim mesleğimi, benim Üstad'ımı kendinize benzetmeye çalışırsanız, ve beni delilsiz olarak Üstad'ımı yanlış anlamakla itham ederseniz sizin yaptığınızın adı malesef propaganda olur.

Ben tarikat mesleğini seviyorum. şeyhim yok, davam var. şeyhim yok mürşidim vardır ki o da ilhamat-ı ilahiye ve sunuhat-ı kalbiye olarak Kuran deryasının sızıntısı olan Risale-i Nur'dur. Biz velayet ve manevi makamlardan vazgeçtik. Biz alem-i ıslam'ın imanına hizmete çalışmayı boynumuzun borcu bildik. Tarikat ve tasavvuf; var olan imanın inkişafı için manen senden daha büyük olan Allah dostlarının feyiz ve himmetiyle manevi makamlar ve feyizler elde etmek içindir. Muhabbetullah ve marifetullaha mertebe mertebe giderek ulaşmak içindir. şahıs sadece kendi maneviyatını düşünerek, manevi kemalata ulaşmak için çeşitli basamakları çıkar.

Bununla birlikte Risale-i Nur mesleğinde iman kurtarmak esastır. şahıslar enelerini nahnu havuzunda eritmeyi gaye edinirler. Uhrevi ibadet ve hizmetler şahsi olmayıp cemaat halinde teşekkül eder. Cemaat üzerinde söz sahibi olan, meşveretten teşekkül etmiş olan şahs-ı manevidir. Tek başına bir ferdin cemaati yönlendirmesi söz konusu değildir. Bediüzzaman dahi taleberiyle meşveret ederek talebelerini yönlendirmiştir. ıbadetlerimiz manevi bir şirket gibidir. Yaptığımız tesbihatlarımızla manevi olarak her bir Nur talebesi biribirinin göz kulağı olur, birbirine himmet eder. Ne himmet eden, ne de himmet edilen bunu bilmediği için kimsenin enesini okşamaz. Ölçümüz başta Kuran ve sünnet olmak üzere sonrasında Risale-i Nur ölçüleridir.

Umarım farkı anlamışsınızdır...

14

31.05.2007, 12:41

Bismillahirrahmanirrahim


simdi desekki kardeslerim su gelen satirlara kendini muhatab gören varmi icimizde:

Otuz sene evvel Eski Said müthiş tokatlar yedi ve ölümün kesin gerçekliği olduğu hakikatini düşündü. Kendini bataklıkta gördü. Yardım istedi, bir yol aradı, bir kurtarıcı bekledi. Gördü ki, çok çeşitli yollar var, tereddüt etti. En büyük evliya olan şeyh-i Geylânî Radıyallahu Anhın Fütuhu'l-Gayb namındaki kitabından rastgele bir yer açtı. Açtığı yerde "Sen hikmet yerinde, işlerin bir sebep ve hikmete bağlı olarak görüldüğü yerdesin. Önce kalbini tedavi edecek bir doktor ara" cümlesi çıktı.

bunu diyen Üstad Bediuzzaman r.a tir ve dedigi yillarda ne is yaptigini ve ilmi ve ameli seviyesinide ifade ediyor...

evet Imam rRabbani demis israr ile
tevhid-i kible et
tevhid-i kible et
yani bir üstadin pesinden git o Üstadi azam r.a baktim diyor her meslek ve mürsidi ayri bir cazibede ve meslekte baska baska güzellikler var hangisinin arinda gideyim tahayurde kaldim dedim bu mesleklerin menbai Kur andir onu kendime Mürsid ittihaz ettim...
diyen Bediüzzamandir r.a

Simdi Üstadimizin Risale I nurlardaki ifade ve ifadelerin gectigi derslere ve derslerin makamlarina bakilirsa birbiri ardinca gidilen acilan yol alinan terakki ile ilerlenen ilmi hallaerdir denilebilir...(zira kemale dogru kainattaki her sey kemaline dogru harekettedir)

Insanin Yaradilisi ilim ile amel ile terakki ile gibi bir cok inkisafa müsaid tohumlar il latifeler ile donatilmistir o latifelerin nereden nasil baslayip nasil gelisip meyve verir dereceye geldigi yani
bir nefski emmaredir
bir halki kalb ile akil arasinda Sera ile süreyya gibi indim ciktim deniliyor
bir halki kendimi bataklik camurunda gördüm
bir halki bu risalelerin telifinde 30 defa meydan muharebesi vuku buldu bu muharebe ki nefs ve seytan ile yapilan muharebedir
bir halkinefsim ve kuvve-i vehimem ve seytanim dahi teslimi silah ettiler
gibi bir cok hal degisikligi ve yol ve kurallar


Simdi kendimize bakalim bizde ne var ne yapiyoruz:

sunu diyebilirizki her meslek ve mesreb sahibi kendi isine bakmali digerlerini tenkid etmemeli , ve kendi anlayisini tek miheng tasi görmemelidir ki 20 ve21. lem adaki ve uhuvvet risale sindeki dusturlar bunu emreder...Ben Risale i Nur talebesiyim diyene diyenlere

15

31.05.2007, 13:03

Abicim zaten bizde ehl-i tarikat olan kardeşlerimize bunları diyoruz;

Sizi seviyoruz ve sizler için de dua ediyoruz. Severseniz ve istifade etmek isterseniz Risale-i Nur dairesine tarikat mesleğinizi bozmadan girip istifade edebilirsiniz. Buna engel yoktur. Bununla birlikte Risale-i Nur'a ve mesleğine tarikattır demeye, Bediüzzaman'a şeyhlik makamı vermeye ve Nur talebelerini tarikate davet etmeye izin yoktur. Biz mesleğimizle iftihar ediyoruz ve mesleğimizin olduğu gibi kabul edilmesini istiyoruz. Sizin mesleğiniz olan tarikat mesleği bizim mesleğimizden farklıdır. Lütfen ihlas doğrultusunda kendi mesleğinizin muhabbetiyle devam edin ve bizleri de mesleğimizi kendi mesleğinize karıştırmadan sevin. Kendi mesleğinizin muhabbetiyle devam edin. Bizim mesleğimizin tarikat mesleği alakası ve ortak noktası çok olmakla birlikte gayesi de birdir. Ancak bizim mesleğimiz tarikat mesleğinden farklıdır, mesleğimize tarikattır demeyiniz.

Yanlış mı diyoruz?

16

31.05.2007, 14:28

Bismillahirrahmanirrahim


Kardesim diyoruzki dediklerini diyerek ekliyoruz
tarikat diye gecen dedigimiz o kisa yoldur bilinen manada tasavvuf degildir...
diyoruzki Üstadimizin dedigi acz fakr sefkat tefekkür tarikidir meslegimiz
diyoruzki o kisa yoldu hakikat ilmi ile gidilen yoldur
simdi Risale i nurlara su nazar ile bir bakalim
acz ve fakr den bu hallerden bahseden derslere bak ne anlatiliyor misaller nedir...
sefkat tefekkür anlatiliken ne anlatiliyor...
su yol daha kisadir diyen BEDIÜZZAMAN DEGILMIDIR
SU YOL DAHA ESLEM TARIKDTIR diyen o denilenleri diyoruz
ha sunu dersiniz deriz denilir:
Risale i Nur u ben böyle anliyorum kendi meslegimi cinde bulmusum Benim meslegim risale i Nurdur güzeldir haktir...
diyemessnizki diyemeyizki yanliz benim kidiri Risale i nur meslegi, benim anlayisimdir Risale i Nur anlayisi...

diyoruz Risale i Nurlarla muhatabiz dikatle okuyalim...
bir meseleki en fazla karistirlir üstada bakalim
kilik kiyafet deverimleri olurken üstadimiz kisvesini degismemistir...
11. lem-a Ümmetim Fitneye düstügünde kim sünnetime tabi olsa...
madem Allaha kulluk edilecek en saglam güzel numune s.a.m dir... sünnetleridir...
bu dahi üstadimizin ifadelerinde ve yasantisinda asildir... yoldur ...
simdi sen sana sünnet anlayisin meslek anlayisin bu ibarelerin karsina koyduguna ilismemek ile diyoruzki sana gösterileni üstadda görüyormusun RISALE I NURLARDA GÖRÜYORMUSUN
görmüyorsan yine bak biz görüyoruz görüyorsan
kendi anlayisini dogru yanlis mihengi olmaktan cikar
zira
Miheng Kur`an ve Sünnetiir. edille i ser iyedir...
yazdiklarimiz Risale i Nur icinden yaziliyor dikkat etsen görürsün..
demissinizki ben Üstadimizin r.a hin o iltifatlari ile anilan talebesine tabiyim onun usulu ile gidiyoruz... diyoruzki Biz hazretleri en az sizin kadar sever ve hurmet ederiz r.h leri... eger dogru anlamissaniz o hazrteleri ve yaptiklarini yapiyorsaniz zatten sorun yok ....
diyoruzki üstadimizin 32 Erkan talebesi r.h vardir bizde bir digerine tabi olup onun hizmet usulu ile gidiyoruz sizde dersinizki eger o hazreti dogru anlayip yaptiklarini yapiyorsaniz isabet edersiniz ...
arada bir anlasilmayan aciklama isteyen yer gerekirse Risale i Nura bakariz... orda olanada itiraz edecek Nur talebesi Yoktur insallah...

17

31.05.2007, 15:21

Risale-i Nur Mesleği tarikat mıdır abicim?

NOT: Burada "tarikat" kelimesini; "tarik" kelimesinin gidilen yol olan manasından uzak olan, dini terimsel manası olan şeyhlik müridlik gibi hususları da içine alan tasavvufi anlamda kullandım, lütfen fazla detaya girmeden bana net bir cevap verir misin abicim?

18

31.05.2007, 15:32

Risale-i Nur Mesleği tarikat mıdır abicim?

NOT: Burada "tarikat" kelimesini; "tarik" kelimesinin gidilen yol olan manasından uzak olan, dini terimsel manası olan şeyhlik müridlik gibi hususları da içine alan tasavvufi anlamda kullandım, lütfen fazla detaya girmeden bana net bir cevap verir misin abicim?

Bismillahirrahmanirrahim:
gidilen yol manasinda zikrediyoruz tasavvuf degildir tasavvuf ilmi ile yol alinmiyor seyhlikte Risale i nurlarda bunlar net...
alinan bir yol gidilen bir kemalat ilerleme inkisaf var bu yolun adi tarik tarikat tir dedigimiz budur. orda hakikat ilmi ile karebiyyetin inkisafi velayet-i kübra yolundan gidiliyor diyoruz ikimizde anlastik...
yani senin nur talebesi olman bana yarar sevinirim sende benimkine sevin mubarek...
sen ögrencisin memursun yapabildigin sünnetler benim ögrenci ve memur oladigimdan dolayi yapabildiklarimden farklilik göstersede sünnetler coktur kimsede hepsini yapamiyor yapabildigimizi müsaid oldugumuzu yapiyor yapamadiklarimizi yapana tarafiz yapmak isteriz dua ederiz...

19

31.05.2007, 15:36

E tamam abi o zaman sorun yok demektir. Öyleyse neden her konuda sanki biz sarığa, cübbeye karşıymışız gibi mesaj yazıyorsun ki. Başkalarını bilmem ama ben bu tarzınıza kırılıyorum açık konuşmak gerekirse :cry:

20

31.05.2007, 15:45

talhagenc kardes sizin yazilarinizda öyle bir izlenim verdi ben bile biran karsisiniz sandim ,yazilanlar cok dogru sarik ve salvara bizim bulundugumuz bölgede dahi karsi cikiliyor hele bir Risale-i nur talebesinin salvarli sarikli olabilecek ihtimali dahi yok gibi.
Ümitvar olunuz..

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir