Son günlerde bu forumda velayet, tarikat gibi tasavvufi meselelerde çok ciddi sıkıntılar yaşandığından, buraya mühim bir Risale-i Nur dersini alıyorum. Alıntı yaptığım kısım Risale-i Nur'un kendisidir. Alıntının altına yazacaklarım benim bu risaleden anladıklarım ve kendime yaptığım iman dersimdir. Alıntının altında yazacaklarda bulunacak olan kusurlar şahsıma, güzellikler ise Risale-i Nur'a aittir.
Üçüncü Mes'ele olan Üçüncü Risale
[şu mes'ele umum ihvanımın ekseri lisan-ı hal ile ve bir kısmının lisan-ı kal ile ettikleri umumî bir sualin, has ve hususî ve mahremce bir cevabıdır.]
Sual: Senin ziyaretine gelen herkese diyorsun ki: "
Benim şahsımdan bir himmet beklemeyiniz ve şahsımı mübarek tanımayınız. Ben makam sahibi değilim. Âdi bir neferin müşir makamının evamirini tebliği gibi, ben de manevî bir müşiriyet makamının evamirini tebliğ ediyorum. Hem müflis bir adamın, gayet kıymetdar ve zengin elmas ve mücevherat dükkânının dellâlı olduğu gibi; ben dahi, mukaddes ve Kur'anî bir dükkânın dellâlıyım." diyorsun. Halbuki "
Aklımız ilme muhtaç olduğu gibi, kalbimiz dahi bir feyiz ister, ruhumuz bir nur ister ve hâkeza çok cihetle çok şeyler istiyoruz. Seni hacatımıza yarayacak adam zannedip, senin ziyaretine geliyoruz. Bize âlimden ziyade bir sahib-i velayet, sahib-i himmet ve sahib-i kemalât lâzım. Eğer hakikat-ı hal dediğin gibi ise, ziyaretinize yanlış geldik." lisan-ı halleri diyor.
Elcevap: Beş noktayı dinleyiniz, sonra düşününüz. Ziyaretiniz beyhude mi, yoksa faideli midir? O vakit hükmediniz.
Birinci Nokta: Nasılki bir padişahın âdi bir hizmetkârı ve bîçare bir neferi; padişah namına feriklere, paşalara hedaya-yı şahanesini ve nişanlarını veriyor, onları minnetdar ediyor. Eğer ferikler ve müşirler, "Bu âdi nefere neden tenezzül edip, elinden ihsan ve nişanları alıyoruz?" deseler, mağrurane bir divaneliktir. Eğer o nefer dahi; vazifesinin haricinde müşire kıyam etmezse, kendini ondan yüksek görse, eblehçesine bir divaneliktir. Hem eğer o memnun olan feriklerden birisi, müteşekkirane o neferin kulübeciğine tenezzülen misafir gitse; kuru ekmekten başka bulmayan o nefer mahcub kalmamak için, o hali gören ve bilen padişah -elbette o neferini mahcub etmemek için- matbah-ı şahaneden, sâdık hizmetkârının muhterem misafirine tabla gönderir; öyle de: Kur'an-ı Hakîm'in sâdık bir hizmetkârı, ne kadar âdi olursa olsun Kur'an namına, en büyük insanlara emirlerini çekinmeyerek tebliğ eder ve en zengin ruhlu olanlara
Kur'anın âlî elmaslarını yalvararak mütezellilane değil, belki müftehirane ve müstağniyane satar. Onlar ne kadar büyük olursa olsun, o âdi hizmetkâra, vazife başında iken tekebbür edemezler. Ve o hizmetkâr dahi, onların ona müracaatında, kendine medar-ı gurur bulamaz.. ve haddinden tecavüz etmez. Eğer o hazine-i kudsiyenin müşterileri içinde bazıları, o bîçare hizmetkâra velayet nazarıyla baksalar ve büyük tanısalar; elbette hakikat-ı Kur'aniyenin merhamet-i kudsiyesi şanındandır ki, o hizmetkârını mahcub etmemek için, hazine-i hassa-i ılâhiyeden, o hizmetkârın hiç haberi ve medhali olmadan, onlara meded versin ve himmet ederek feyizdar etsin.
ıkinci Nokta: ımam-ı Rabbanî ve Müceddid-i Elf-i Sâni Ahmed-i Farukî (R.A.) demiş: "Hakaik-i imaniyeden bir tek mes'elenin inkişafı ve vuzuhu, benim indimde binler ezvak ve keramata müreccahtır. Hem bütün tarîkatların gayesi ve neticesi, hakaik-i îmaniyenin inkişafı ve vuzuhudur." Mâdem şöyle bir tarîkat kahramanı böyle hükmediyor; elbette hakaik-i îmaniyeyi kemal-i vuzuh ile beyan eden ve esrar-ı Kur'aniyeden tereşşuh eden Sözler, velayetten matlub olan neticeleri verebilirler.
Üçüncü Nokta: Bundan otuz sene evvel, Eski Said'in gafil kafasına müdhiş tokatlar indi,
اَلْمَوْتُ حَقٌّ kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Meded istedi, bir yol aradı, bir halaskâr taharri etti. Gördü ki, yollar muhtelif; tereddütte kaldı. Gavs-ı Azam olan şeyh-i Geylanî Radıyallahü Anh'ın "Fütuh-ul Gayb" namındaki kitabıyla tefe'ül etti. Tefe'ülde şu çıktı:
اَنْتَ فِى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبِيبًا يُدَاوِى قَلْبَكَ Acibdir ki; o vakit ben, Dâr-ül Hikmet-il ıslâmiye âzası idim. Güya ehl-i ıslâmın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta ben idim. Hasta evvelâ kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir.
ışte Hazret-i şeyh bana der ki: "Sen kendin hastasın, kendine bir tabib ara!" Ben dedim: "Sen tabibim ol!" Tuttum, kendimi ona muhatab addederek, o kitabı bana hitab ediyor gibi okudum. Fakat kitabı çok şiddetli idi. Gururumu dehşetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. Dayanamadım, yarısına kadar kendimi ona muhatab ederek okudum; bitirmeye tahammülüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum. Fakat sonra, ameliyat-ı şifakâraneden gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci üstadımın kitabını tamam okudum ve çok istifade ettim. Ve onun virdini ve münacatını dinledim, çok istifaza ettim.
Sonra ımam-ı Rabbanî'nin Mektubat kitabını gördüm, elime aldım. Hâlis bir tefe'ül ederek açtım. Acaibdendir ki, bütün Mektubatında yalnız iki yerde "Bediüzzaman" lafzı var. O iki mektub bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektubların başında "Mirza Bediüzzaman'a Mektub" diye yazılı olarak gördüm. Fesübhanallah dedim, bu bana hitab ediyor. O zaman Eski Said'in bir lâkabı, "Bediüzzaman"dı. Halbuki hicretin üçyüz senesinde, Bediüzzaman-ı Hemedanî'den başka o lâkabla iştihar etmiş zâtları bilmiyordum. Halbuki ımamın zamanında dahi öyle bir adam vardı ki, ona o iki mektubu yazmış. O zâtın hali, benim halime benziyormuş ki, o iki mektubu kendi derdime deva buldum.
Yalnız ımam, o mektublarında tavsiye ettiği gibi çok mektublarında musırrane şunu tavsiye ediyor: "Tevhid-i kıble et." Yani: Birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma. şu en mühim tavsiyesi, benim istidadıma ve ahval-i ruhiyeme muvafık gelmedi. Ne kadar düşündüm: "Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim?" tahayyürde kaldım. Herbirinde ayrı ayrı cazibedar hasiyetler var. Biriyle iktifa edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetiyle kalbime geldi ki: "Bu muhtelif turukların başı ve bu cedvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur'an-ı Hakîm'dir. Hakikî tevhid-i kıble bunda olur.
Öyle ise, en a'lâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur. Ona yapıştım. Nâkıs ve perişan istidadım elbette lâyıkıyla o Mürşid-i Hakikî'nin âb-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamıyor; fakat ehl-i kalb ve sahib-i halin derecatına göre o feyzi, o âb-ı hayatı yine onun feyziyle gösterebiliriz. Demek Kur'andan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesail-i ilmiye değil; belki kalbî, ruhî, hâlî mesail-i îmaniyedir ve pek yüksek ve kıymetdar maarif-i ılâhiye hükmündedirler.
Dördüncü Nokta: Sahabelerden ve Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiînden en yüksek mertebeli velayet-i kübra sahibi olan zâtlar, nefs-i Kur'andan bütün letaiflerinin hisselerini aldıklarından ve Kur'an onlar için hakikî ve kâfi bir mürşid olduğundan gösteriyor ki: Her vakit Kur'an-ı Hakîm, hakikatları ifade ettiği gibi, velayet-i kübra feyizlerini dahi ehil olanlara ifaza eder.
Evet zâhirden hakikata geçmek iki suretledir:
Biri: Tarîkat berzahına girip, seyr ve sülûk ile kat'-ı meratib ederek hakikata geçmektir.
ıkincisi: Doğrudan doğruya, tarîkat berzahına uğramadan, lütf-u ılâhî ile hakikata geçmektir ki, Sahabeye ve Tâbiîne has ve yüksek ve kısa tarîk şudur. Demek hakaik-i Kur'aniyeden tereşşuh eden Nurlar ve o Nurlara tercümanlık eden Sözler, o hâssaya mâlik olabilirler ve mâliktirler.
Beşinci Nokta: Beş cüz'î misal ile göstereceğiz ki; Sözler talim-i hakaik ettikleri gibi, irşad vazifesini de görüyorlar.
Birinci Misal: Ben kendim on değil, yüz değil, binler defa müteaddid tecrübatımla kanaatım gelmiş ki: Sözler ve Kur'andan gelen Nurlar; aklıma ders verdiği gibi, kalbime de îman hali telkin ediyor, ruhuma îman zevki veriyor ve hâkeza... Hattâ dünyevî işlerimde; kerâmet sahibi bir şeyhin bir müridi, nasıl şeyhinden hâcâtına dair meded ve himmet bekliyor; ben de Kur'an-ı Hakîm'in kerametli esrarından o hâcâtımı beklerken, ümid etmediğim ve ummadığım bir tarzda bana çok defa hasıl oluyor. Yalnız cüz'iyattan iki küçük misal:
Biri: Onaltıncı Mektub'da izahı ve tafsili geçen; Süleyman isminde bir misafirime, katran ağacı başında koca bir ekmek hârika bir tarzda gösterilmiş. ıki gün ikimiz, o hediye-i gaybîden yedik.
ıkincisi: Gayet küçük ve latif, bugünlerde vaki' olan mes'eleyi söyleyeceğim. şöyle ki:
Fecirden evvel hatırıma geldi ki; bir zâtın kalbine vesvese verecek bir tarzda tarafımdan sözler söylenilmişti; keşki dedim onu görseydim, kalbindeki dağdağayı izale etseydim. Aynı dakikada, Nis'e gitmiş bir parça kitabım bana lâzım idi; keşki elime geçseydi dedim. Sabah namazından sonra oturdum; baktım aynı zât, o kitab parçası elinde olduğu halde içeri girdi. Ona dedim: "Senin elindeki nedir?" Dedi: "Bilmiyorum, kapının önünde Nis'ten gelmiş diye birisi bana verdi; ben de size getirdim." Fesübhanallah dedim; böyle bir vakitte bu adamın evinden çıkıp gelmesi ve şu Söz'ün Nis'den gelmesi, hiç tesadüfe benzemiyor. Ve böyle bir adama şöyle bir parça kitabı aynı dakikada eline verip bana gönderen, elbette Kur'an-ı Hakîm'in himmetidir diyerek, Elhamdülillah dedim; benim en küçük, ehemmiyetsiz, hafî arzu-yu kalbimi bilen birisi, elbette bana merhamet ediyor, beni himaye ediyor; öyle ise dünyanın minnetini beş paraya almam.
ıkinci Misal: Biraderzadem merhum Abdurrahman, sekiz seneden beri benden ayrılıp dünyanın gaflet ve evhamlarına bulaştığı halde, şahsıma karşı haddimden çok fazla hüsn-ü zannı varmış. Bende olmayan ve elimden gelmeyen himmeti istiyor ve meded bekliyordu. Kur'an-ı Hakîm'in himmeti imdadına yetişti. Haşre dair olan Onuncu Söz'ü, vefatından üç ay evvel eline yetiştirdi. O Söz onu manevî kirlerinden ve evham ve gafletten temizlemekle beraber; âdeta mertebe-i velayete çıkmış gibi, vefatından evvel yazdığı mektubunda üç zâhir keramet izhar etmiş. Yirmiyedinci Mektub'un fıkraları içinde dercedilmiş, müracaat olunsun.
Üçüncü Misal: Burdur'lu Hasan Efendi isminde ehl-i kalb bir âhiret kardeşim ve talebem vardı. Bana karşı haddimden çok fazla hüsn-ü zan ederek, büyük bir veliden himmet beklemek gibi bîçare benden meded bekliyordu. Birdenbire hiç münasebet yokken, Otuzikinci Söz'ü Burdur köylerinde oturan birisine mütalaa etmek üzere verdim. Sonra Hasan Efendi hatırıma geldi, dedim: "şayet Burdur'a gidersen Hasan Efendi'ye ver, beş-altı gün mütalaa etsin." O adam gitmiş, doğrudan doğruya Hasan Efendi'ye vermiş. Hasan Efendi'nin eceli otuz-kırk gün kalmıştı. Gayet susamış bir adamın, âb-ı kevser gibi tatlı suya rastgelirken yapışması gibi; öyle de Otuzikinci Söz'e yapışmış, mütemadiyen mütalaa yapa yapa ve tefeyyüz ede ede, hususan Üçüncü Mevkıfındaki muhabbetullah bahsinde, tamamıyla derdine deva bulmuş ve bir kutb-u azamdan beklediği feyzi onda bulmuş. Sağlam olarak câmiye gitmiş, namaz kılmış, orada ruhunu Rahman'a teslim eylemiş (Rahmetullahi Aleyh).
Dördüncü Misal: Hulusi Bey'in Yirmiyedinci Mektub'daki fıkralarının şehadetiyle; en mühim ve müessir tarîkat olan Nakşî tarîkatından ziyade himmet ve meded, feyiz ve nuru; esrar-ı Kur'aniyenin tercümanı olan nurlu Sözler'de bulmuştur.
Beşinci Misal: Kardeşim Abdülmecid, biraderzadem Abdurrahman'ın (Rahmetullahi Aleyh) vefatı üzerine ve daha sair elîm ahvalât içinde bir perişaniyet hissetmişti. Hem elimden gelmeyen manevî himmet ve meded bekliyordu. Ben onunla muhabere etmiyordum. Birdenbire mühim birkaç Söz'ü ona gönderdim. O da mütalaa ettikten sonra yazıyor ki: "Elhamdülillah kurtuldum! Çıldıracaktım. Bu Sözler'in herbiri birer mürşid hükmüne geçti. Çendan bir mürşidden ayrıldım, fakat çok mürşidleri birden buldum, kurtuldum." diye yazıyordu. Ben baktım ki, hakikaten Abdülmecid güzel bir mesleğe girip o eski vaziyetlerinden kurtulmuş.
Daha bu beş misal gibi pek çok misaller var. Onlar gösteriyorlar ki: Ulûm-u îmaniye, hususan doğrudan doğruya ihtiyaca binaen ve yaralarına devaen Kur'an-ı Hakîm'in esrarından manevî ilâçlar alınsa ve tecrübe edilse; elbette o ulûm-u îmaniye ve o edviye-i ruhaniye, ihtiyacını hissedenlere ve ciddî ihlas ile istimal edenlere yeter, kâfi gelir. Onları satan ve gösteren eczacı ve dellâl ne halde bulunursa bulunsun; âdi olsun, müflis olsun, zengin olsun, makam sahibi olsun, hizmetkâr olsun çok fark yoktur.
Evet Güneş varken mumların ışığı altına girmeye ihtiyaç yok. Mâdem Güneşi gösteriyorum, benden mum ışığı -bahusus bende bulunmazsa- istemek manasızdır, lüzumsuzdur. Belki onların bana duâ ile, manevî yardım ile, hattâ himmet ile muavenet etmeleri lâzımdır. Ve ben onlardan istimdad etmem ve meded istemem, benim hakkımdır. Onlar, Nurlardan aldıkları feyze kanaat etmek, onların üstünde haktır.
سُبْحَانَك¡ 4; لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَن¡ 4;ا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلاَةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهِ اَدَاءً وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ
Kaynak : Mektubat | Yirmi Sekizinci Mektup | 338 (
http://www.risaleara.com/oku.asp?id=1042)
Yukarıdaki kısım Üstad Hazretlerine kimilerinin açıkça, kimilerinin de duruş ve tavırlarıyla sorduğu soru ve cevabından ibarettir. Sorulan soruyu;
"Tamam sen ilim sahibisin, alimsin ve bizi bilgilendiriyor, aklımızı tatmin ediyorsun. Ama bizim kalbimiz feyiz almak istiyor, manevi olarak yardımını istiyoruz, manen elimizden tutup bizi feyizlere sevk etmenizi bekliyoruz. Sen ise bize ben makam sahibi değilim, mübarek değilim diyorsun. O zaman biz senin yanına boşuna mı geldik?"
şeklinde anlıyorum.
Üstad cevaben başlıyor ve diyor ki beş tane nokta var. Bunları dinleyin ondan sonra düşünüp buna kendiniz karar verin.
Birinci Nokta:
Burada Bediüzzaman Hazretleri bir örnek veriyor. Diyor ki; bir padişahın basit ve çaresiz bir hizmetçisi, padişahın emriyle korgeneral ve paşa rütbesindeki kişilere padişahın hediyesini ve madalyalarını sunsa ve bu kişiler, basit hizmetçiye bakıp da gururlanarak bu hediyeleri kabul etmeseler divanelik, delilik olur. Veya hizmetçi o rütbeli korgeneral ve paşalara saygı göstermeyip kendini üstün hissetse ahmakça bir delilik olur. Ayrıca o korgeneral veya paşalardan hizmetçiye teşekkür etmek için onun fakir hanesine giden olsa, belki ikram edecek kuru ekmekten başka birşeyi olmayan hizmetçisini mahçup etmemek için padişah, ona yardım edecek ve sofrasından türlü nimetler gönderecektir.
Aynen bu şekilde de Kuran'ın sadık hizmetçileri her ne kadar basit kimseler bile olsalar, Kuran'ı tebliğ ederken alçaklık kompleksine kapılmadan, eğilip bükülmeden, yalvarırcasına bir üslup takılmadan, Kuran adına iftihar ve övgüyle, karşısındakinin muhtaçlığını hissettirircesine bir tavır alırlar. Muhatapları ne kadar büyük olursa olsunlar, o vazife başındaki basit ve sadık hizmetçinin karşısında büyüklük taslayamazlar. Ve o hizmetçi dahi onların başvurularından kendine pay çıkarıp büyüklük taslayamaz, gurulanıp haddini aşamaz. Eğer o basit hizmetçiyi dinleyenler, onu gözünde büyütüp velilik gibi manevi bir makamda sansalar, o hizmetçinin haberi bile olmadan eşsiz Rahmet hazinelerinden feyizler ve hediyeler, hizmetçiyi mahçup etmemek için, hizmetçinin muhatablarına ihsan edilir.
ıkinci Nokta:
ımam-ı Rabbani ve Ahmed-i Faruki (r.a) demiş; "ıman hakikatlerinden bir meselenin açıklığa kavuşturulması ve ispat edilmesi, bana göre binlerce manevi zevklerden ve kerametlere tercih edilir. Hem bütün tarikatlerin amacı, iman hakikatlerinin açığa kavuşturulması ve ispatıdır"
Madem böyle tarikat kahramanları böyle hükmediyor, elbette iman hakikatlerini mükemmel bir açıklıkla sunan ve Kuran'ın sırlarından sızan Sözler (Risale-i Nur Külliyatı) velilikten talep edilen neticeleri verebilir.
Üçüncü Nokta:
Otuz sene evvel Eski Said müthiş tokatlar yedi ve ölümün kesin gerçekliği olduğu hakikatini düşündü. Kendini bataklıkta gördü. Yardım istedi, bir yol aradı, bir kurtarıcı bekledi. Gördü ki, çok çeşitli yollar var, tereddüt etti. En büyük evliya olan şeyh-i Geylânî Radıyallahu Anhın Fütuhu'l-Gayb namındaki kitabından rastgele bir yer açtı. Açtığı yerde "Sen hikmet yerinde, işlerin bir sebep ve hikmete bağlı olarak görüldüğü yerdesin. Önce kalbini tedavi edecek bir doktor ara" cümlesi çıktı.
Aciptir ki, o vakit ben Dârü'l-Hikmeti'l-ıslâmiye üyesi idim. Güya Müslümanların yaralarını tedaviye çalışan bir doktordum. Halbuki en fazla hasta bendim. Hasta öncelikle kendine bakmalı; sonra hastalara bakabilir.
ışte, Hazret-i şeyh bana der ki: "Sen kendin hastasın. Kendine bir doktor ara."
Ben dedim: "Sen doktorum ol." Tuttum, kendimi ona muhatap addederek, o kitabı bana hitap ediyor gibi okudum. Fakat kitabı çok şiddetliydi. Gururumu dehşetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli cerrahi ameliyat yaptı. Dayanamadım, yarısına kadar kendimi ona muhatap ederek okudum; bitirmeye tahammülüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum.
Fakat sonra, şifa verici ameliyattan gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci üstadımın kitabını tamam okudum ve çok istifade ettim. Ve onun zikirini ve yalvarışını dinledim, çok manevi zenginlikler kazandım.
Sonra ımam-ı Rabbânî'nin Mektubat kitabını gördüm, elime aldım. Temiz bir niyetle rastgele açtım. Acayiptir ki, bütün Mektubat'ında yalnız iki yerde "Bediüzzaman" kelimesi var. O iki mektup bana birden açıldı. Babamın ismi Mirza olduğundan, o mektupların başında "Mirza Bediüzzaman'a Mektup" diye yazılı olarak gördüm. "Fesübhânallah," dedim. "Bu bana hitap ediyor." O zaman Eski Said'in bir lâkabı Bediüzzaman idi. Halbuki Hicretin üç yüz senesinde, Bediüzzaman-ı Hemedânî'den başka o lâkapla bilinmiş kişileri bilmiyordum. Halbuki ımamın zamanında dahi öyle bir adam vardı ki, ona o iki mektubu yazmış. O adamın hali benim halime benziyormuş ki, o iki mektubu kendi derdime devâ buldum.
Yalnız ımam, o mektuplarında tavsiye ettiği gibi, çok mektuplarında ısrarla şunu tavsiye ediyor: "Tevhid-i kıble et." Yani, "Birini üstad tut, arkasından git. Başkasıyla meşgul olma."
şu en önemli tavsiyesi, benim yeteneklerime ve ruh halime gelmesi. Ne kadar düşündüm: Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim? Hayrette kaldım. Herbirinde ayrı ayrı cazibedar özellikler var; biriyle yetinemiyordum.
O hayrette iken, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle kalbime geldi ki: Bu çeşitli yolların başı ve bu ölçülerin kaynağı ve şu gezegenlerin güneşi Kur'ân-ı Hakîmdir. Tek bir yere yönelmek bunda olur. Öyleyse, en yük aydınlatıcı da ve en kutsal üstad da odur.
Ona yapıştım. Eksik ve perişan yeteneklerim elbette lâyıkıyla o hakiki aydınlatıcının hayat suyu hükmündeki feyzini emip alamıyor. Fakat kalp ehli ve hal sahiplerinin derecelerine göre, o feyzi, o hayat suyunu, yine onun feyziyle gösterebiliriz. Demek, Kur'ân'dan gelen o Sözler ve o nurlar, yalnız akla dayanan ilmi meseleler değil, belki kalbten, ruhtan, hâlden gelen imana dair meselelerdir. Ve pek yüksek ve kıymetli ılâhî bilgiler hükmündedirler.
Dördüncü Nokta
Sahabelerden ve Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiînden en yüksek dereceli büyük evliyalık sahibi olan zatlar, nefs-i Kur'ân'dan bütün hislerinin hisselerini aldıklarından ve Kur'ân onlar için gerçek ve yeterli bir yol gösterici olduğundan gösteriyor ki, her vakit Kur'ân-ı Hakîm, hakikatleri ifade ettiği gibi, büyük evliyalığa ait manevi gıdaları dahi ehil olanlara bol bol dağıtır.
Evet, görünenden gerçeğe geçmek iki şekildedir:
Biri: Tarikat yoluna girip, bir terbiye yoluna girip devam etmeyle mertebeleri atlayarak gerçeğe ulaşmaktır.
ıkinci şekil: Doğrudan doğruya, tarikat yoluna uğramadan, Allah'ın yardımı ile gerçeğe geçmektir ki, Sahabeye ve Tâbiîne has ve yüksek ve kısa yol şudur. Demek, Kuran hakikatlerinden sızan nurlar ve o nurlara tercümanlık eden Sözler, o özelliklere sahip olabilirler ve sahiptirler.
Beşinci Nokta
Beş küçük örnekle göstereceğiz ki, Sözler gerçekleri öğrettikleri gibi, yol gösterici vazifesini de görüyorlar.
Birinci örnek: Ben kendim, on değil, yüz değil, binler defa çeşitli tecrübelerimle inanmışım ki, Sözler ve Kur'ân'dan gelen nurlar, aklıma ders verdiği gibi, kalbime de ımân hâli telkin ediyor, ruhuma ımân zevki veriyor, ve bunun gibi... Hattâ, dünya hakkındaki işlerimde, keramet sahibi bir şeyhin bir müridi nasıl şeyhinden ihtiyaçlarına dair yardım ve himmet bekliyor; ben de Kur'ân-ı Hakîmin kerametli sırlarından o ihtiyaçlarımı beklerken, ümit etmediğim ve ummadığım bir tarzda bana çok defa meydana geliyor. Yalnız bunlardan iki küçük örnek:
Biri: On Altıncı Mektupta açıklaması ve detayları geçen, Süleyman isminde bir misafirime, katran ağacı başında koca bir ekmek harika bir tarzda gösterilmiş. ıki gün, ikimiz o görünmeyen âlemden gelen hediyeden yedik.
ıkincisi: Gayet küçük ve lâtîf, bugünlerde vaki olan meseleyi söyleyeceğim. şöyle ki:
Tan yerinin ağarmasından evvel aklıma geldi ki, bir zâtın kalbine vesvese verecek bir tarzda tarafımdan sözler söylenilmişti. "Keşke," dedim, "onu görseydim, kalbindeki sıkıntıdan kurtarsaydım." Aynı dakikada, Nis'e gitmiş bir parça kitabım bana lâzımdı. "Keşke elime geçseydi" dedim.
Sabah namazından sonra oturdum, baktım, aynı zat, o kitap parçası elinde olduğu hâlde içeri girdi.
Ona dedim: "Senin elindeki nedir?"
Dedi: "Bilmiyorum. Kapının önünde, Nis'ten gelmiş diye birisi bana verdi; ben de size getirdim."
"Fesübhânallah," dedim. "Böyle bir vakitte bu adamın evinden çıkıp gelmesi ve şu Sözün Nis'ten gelmesi hiç tesadüfe benzemiyor. Ve böyle bir adama şöyle bir parça kitabı aynı dakikada eline verip bana gönderen, elbette Kur'ân-ı Hakîmin yardımıdır" diyerek, "Elhamdülillâh," dedim. "Benim en küçük, önemsiz, gizli bir kalbimin isteğini bilen birisi, elbette bana merhamet ediyor, beni himaye ediyor. Öyleyse dünyanın minnetini beş paraya almam."
ıkinci Örnek: Biraderzadem Merhum Abdurrahman, sekiz seneden beri benden ayrılıp dünyanın gaflet ve evhamlarına bulaştığı hâlde, şahsıma karşı haddimden çok fazla hüsn-ü zannı varmış. Bende olmayan ve elimden gelmeyen yardımı istiyor ve yardım etmemi bekliyordu. Kur'ân-ı Hakîmin yardımı imdadına yetişti, haşre dair olan Onuncu Sözü vefatından üç ay evvel eline yetiştirdi. O Söz, onu mânevî kirlerinden ve evham ve gafletten temizlemekle beraber, adeta evliya derecesine çıkmış gibi, vefatından evvel yazdığı mektubunda üç açık keramet göstermiş. Yirmi Yedinci Mektubun bölümleri içine alınmış; bakılabilir.
Üçüncü Örnek: Burdurlu Hasan Efendi isminde kalp ehli bir âhiret kardeşim ve talebem vardı. Bana karşı haddimden çok fazla hüsn-ü zan ederek, büyük bir velîden himmet beklemek gibi, çaresiz benden yardım bekliyordu. Birden bire, hiç alakası yokken, Otuz ıkinci Sözü Burdur köylerinde oturan birisine okuması için verdim. Sonra Hasan Efendi aklıma geldi, dedim: "şayet Burdur'a gidersen Hasan Efendiye ver, beş altı gün okusun."
O adam gitmiş, doğrudan doğruya Hasan Efendiye vermiş. Hasan Efendinin eceli otuz kırk gün kalmıştı. Gayet susamış bir adamın kevser suyu gibi tatlı suya rast gelirken yapışması gibi, öyle de Otuz ıkinci Söze yapışmış. Aralıksız okuya okuya ve ilim, irfan ve mânevî zenginlik kazana kazana, özellikle Üçüncü Mevkıfındaki muhabbetullah meselesinde tamamıyla derdine devâ bulmuş. Ve bir kutb-u âzamdan beklediği feyzi onda bulmuş. Sağlam olarak camiye gitmiş, namaz kılmış, orada ruhunu Rahmân'a teslim eylemiş. (Rahmetullahi aleyh.)
Dördüncü Örnek: Hulûsi Beyin Yirmi Yedinci Mektuptaki bölümlerinin şahitliğiyle, en önemli ve tesirli tarikat olan Nakşî tarikatinden fazla yardımı ve medeti, feyiz ve nuru, Kuran sırlarının tercümanı olan Nurlu Sözlerde bulmuştur.
Beşinci Örnek: Kardeşim Abdülmecid, biraderzadem Abdurrahman'ın (rahmetullahi aleyh) vefatı üzerine ve daha sair acı verici durumlar içinde bir perişanlık hissetmişti. Hem, elimden gelmeyen mânevî yardım ve medet bekliyordu. Ben onunla haberleşemiyordum. Birden bire, önemli birkaç Sözü ona gönderdim. O da okuduktan sonra yazıyor ki:
"Elhamdü lillâh, kurtuldum. Çıldıracaktım. Bu Sözlerin herbiri birer yol gösterici hükmüne geçti. Çendan bir yol göstericiden ayrıldım, fakat çok göstericileri birden buldum, kurtuldum" diye yazıyordu. Ben baktım ki, gerçekten Abdülmecid güzel bir mesleğe girip o eski vaziyetlerinden kurtulmuş.
Daha bu beş örnek gibi pek çok örnekler var. Onlar gösteriyorlar ki, iman ilimleri, özellikle doğrudan doğruya ihtiyaca dayalı olarak ve yaralarına deva olarak Kur'ân-ı Hakîmin sırlarından mânevî ilâçlar alınsa ve uygulansa, elbette o iman ilimleri ve o ruha ait manevî ilaçlar, ihtiyacını hissedenlere ve ciddî ihlâs ile uygulayanlara yeter, kâfi gelir. Onları satan ve gösteren eczacı ve dellâl ne hâlde bulunursa bulunsun, basit olsun, iflas etmiş olsun, zengin olsun, makam sahibi olsun, hizmetkâr olsun, çok fark yoktur.
Evet, güneş varken mumların ışığı altına girmeye ihtiyaç yok. Madem güneşi gösteriyorum; benden mum ışığı-bahusus bende bulunmazsa-istemek mânâsızdır, lüzumsuzdur. Belki onların bana dua ile, mânevî yardımla, hattâ yardımla destek olmaları lâzımdır. Ve benim onlardan yardım istemem benim hakkımdır. Onlar, Nurlardan aldıkları feyze kanaat etmek, onların üstünde haktır.
Evet bu kısımdan anladıklarımı özetlersem;
1- Üstad Hazretleri şeyhlik gibi herhangi bir manevi makama sahip olmadığını söylüyor,
2- Risale-i Nur'un mürşid vazifesini gördüğünü ispat ediyor ve başka mürşid aramaya gerek olmadığını ve Nurlardan alınan feyzlerle kanaat etmemizi istemeye hakkı olduğunu söylüyor,
3- Mürşid olarak sadece Kuran'ı kabul ettiğini söylüyor,
4- ıman hakikatleriyle, yani Risale-i Nur ile meşgul olan kişinin velayete muhtaç olmadığını söyledikten sonra, velayete mahsus feyz ve kerametlerin, Risale-i Nur talebelerinde de bulunduğunu ispat ederek örnekler veriyor.
Allah Üstad'ımız Bediüzzaman Said Nursi'den (r.a.) kainattaki atomların sayısınca razı olsun. Risale-i Nur ile tanışma şerefini ihsan eden Rabb-i Rahim'ime sonsuz şükürler olsun.
NOT:
1- Yukarıdaki Risale-i Nur'un aslı olan alıntının okunmasını tavsiye ediyorum. Aşağıya yazdıklarımda hata ve kusur çoktur. Risale-i Nur'un aslı gibi asla olamazlar. Aşağıdaki kısmı yazmakta 2 amacım vardı;
***Kusurlarımı ve eksiklerimi bana söylemeleri,
***Müzakere edebilmemiz açısından bu dersten aldıklarımı paylaşmak ve diğer kardeşlerimin de bu ders hakkındaki görüşlerini ve idraklerini paylaşmaları
Bu amaçlarım dışında Risale-i Nur'u sadeleştirmedim, sadeleştirmek istemedim, anlayamayan kardeşler aşağıdaki kısmı okusun gibi bir niyet ile yazmadım.
2- Bu kısmı müzakere edelim diye ayrı bir başlık açtım. Forumdaki diğer konu başlıklarıyla ilgili gibi görünse de maksadım bu kısmı en doğru şekilde anlamaya, kardeş ve abilerimle birlikte muvaffak olmaktır. Lütfen diğer kısımlardaki tartışma konularını buraya getirmeyelim. Sadece dersimizi müzakere edelim.