Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.
Alıntı
Gâye-i hayal olmazsa, enâniyet kuvvetleşir
Bir gâye-i hayal olmazsa, yahut nisyan basarsa, ya tenâsi edilse; elbette zihinler enelere dönerler, etrafında gezerler.
Ene kuvvetleşiyor, bâzan sinirleniyor. Delinmez, tâ "nahnü" olsun. Enesini sevenler, başkaları sevmezler.
Alıntı
Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz, sizi enâniyette vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar. Hem biliniz ki, şu asırda ehl-i dalâlet ene'ye binmiş, dalâlet vadilerinde koşuyor. Ehl-i hak, bilmecburiye, eneyi terk etmekle hakka hizmet edebilir. Enenin istimalinde haklı dahi olsa, madem ki ötekilere benzer ve onlar da onları kendileri gibi nefisperest zannederler, hakkın hizmetine karşı bir haksızlıktır. Bununla beraber, etrafına toplandığımız hizmet-i Kur'âniye, ene'yi kabul etmiyor, nahnü istiyor. "Ben demeyiniz, biz deyiniz" diyor.
Alıntı sahibi ""oruc_04""
Bu konuyla ilgili bir alıntı ben yapmak istiyorum şöyle ki;
"Eğer vücuduna itimad edersen, ademe düşersin. Çünkü ancak vücudun terkiyle vücut bulunabilir. Ve keza, vücuduna kıymet vermek fikrinde isen, o vücuttan senin elinde ancak bir nokta kalabilir. Bütün vücudun cihât-ı erbaasıyla ademler içerisinde kalır. Amma, o noktayı da elinden atarsan vücudun tam mânâsıyla nurlar içinde kalır."(mesnevi-i nuriye)
Selametle...
Alıntı sahibi ""[url=http://www.risaleara.com/oku.asp?id=101"
Üstad Bediüzzaman Sözler Mecmuasındaki 11.Söz'de[/url]"]Ey kardeş! Eğer hikmet-i âlemin tılsımını ve hilkat-i insanın muammâsını ve hakikat-i salâtın rumuzunu bir parça fehmetmek istersen, nefsimle beraber şu temsilî hikâyeciğe bak:
Bir zaman bir sultan varmış. Servetçe onun pek çok hazîneleri vardı. Hem o hazînelerde her çeşit cevâhir, elmas ve zümrüt bulunuyormuş. Hem, gizli pek acâib defîneleri varmış. Hem, kemâlâtça sanâyi-i garîbede pek çok mahareti varmış. Hem, hesabsız fünûn-u acîbeye mârifeti, ihâtası varmış. Hem, nihayetsiz ulûm-u bedîaya ilim ve ıttılâı varmış.
Her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o sultan-ı zîşan dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin; tâ nâsın enzârında saltanatının haşmetini, hem servetinin şâşaasını, hem kendi san'atının hârikalarını, hem kendi mârifetinin garîbelerini izhâr edip, göstersin. Tâ, cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vecihle müşâhede etsin:
Bir vechi, bizzat nazar-ı dekâik âşinâsıyla görsün; diğeri, gayrın nazarıyla baksın.