BEDıÜZZAMAN, şııR VE DE şÂıR...
şiir; arapça "şeare" kökünden türetilmiş isim-mastar bir kelime...
Kelime anlamı "hissedilen" demekti.
şâir de hissedendi, hissedebilendi.
Hissedebildiğinceydi şâir olmanın başarısı...
Ya da başarısızlığı...
ıstiklâl şâirimiz merhûm Âkif, Safahât'ında:
"Hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!" diyordu...
Poetika'nın ( şiir) ilk fikir işçisi Aristo'ya göre şiir "tabiattaki eşya ve de hâdiseleri taklitten ibâretti..."
Sonunculardan Valeri'ye göre ise, şiir "kaba bir his âleti olmak yerine, girift bir idrak cihâzı..." ydı.
Merhum şâirimiz, Necip Fâzıl ise, Çile'sinin poetikasında: "Bizce, şiir, "Mutlak Hakîkati" arama işidir. Eşyâ ve hâdiselerin, bütün mantık yasaklarına rağmen en mahrem, en mahcup, en nâzik ve en hassas nâhiyesini tutarak ve nispetlerini bularak "Mutlak Hakîkati" arama işi..." diyordu.
"Mutlak Hakîkat" ise Allah'tı...
Ona göre, şiirde iki temel unsur vardı: "His ve fikir..."
Teşhisini de "şiirde temel unsur, tahassüs (hisle iç içe geçmiş) edâsı şekline bürünebilmiş gizli fikirdir." şeklinde koyuyordu.
Mübelliğu'l- Kur'ân Sevgili Peygamberimiz de: "Allah'ın sır hazînesi Arş'ın altındadır, anahtarı da şâirlerin diline verilmiştir..." buyuruyordu.
***
Bediüzzaman, şiir ve de şâir için, Muhâkemât adlı eserinin Unsûru'l- Belâgât'ında şöyle diyordu: "şiirin hikmeti ise, hariciyâtın (dış âlem, kâinat) nevâmisi (kanunlar) ve mekâyisini (ölçüler) temessül (kendinde gösterme) etmektir. şöyle:
Hakâik-i hâriciyedeki (kâinat hakîkatleri) kanunları kıyâs-ı temsîlî (görünmeyen bir şeyi görünürde olan bir şeyle karşılaştırma) cihetiyle ve deverân (dönme, dönüşüm) tarîkiyle ve vehmin (zannediş) tasarrufuyla şâirâne olan mâneviyat ve ahvâlde yerleştirmektir.
Demek ayna gibi hariçten in'ikâs (aksetme) eden hakîkatin şuâlarını (ışıklar, ışınlar) temessül (kendinde gösterme) eder.
Güyâ kendi san'at-ı hayâliyesiyle ve nakş-ı kelâmîsiyle hilkat (yaratılış) ve tabiâtı taklît ve muhâkât (hikâye etme; anlatma) eder.
Evet, kelâmda hakîkat olmazsa da, en ekall (en az) şebih (benzer) ve nizâmından istimdat (medet isteme) etmek ve onun dânesi üzerinde sümbüllenmek gerektir.
Fakat her dânenin mahsus bir sümbülü vardır.
Bir buğday bir ağaç kadar sümbüllenmez.
Felsefe-i beyan (söz sanatı) nazara alınmazsa, belâgat hurâfât gibi, hayal gul (saçma sapan hayal) gibi, sâmie (işiten) hayretten başka bir fayda vermez. (91) diyordu.
Hem, Mesnevi-i Nûriye, şemme'de:
"Âyetlerin bahsettikleri hakîkatler, şiirlerin bahsettikleri hayâlâttan pek vâsi ve pek yüksektir.
Bu itibarla şiirden addedilmemiştir.
Hem de, âyetler, sahibinin şuûnat ve ef'âlinden bahseder. şiir ise, fuzûlî olarak gayrdan bahseder.
Hem de, filcümle (kısmen) âdi şeylerden bahsi hârikulâdedir. şiirin hârikulâdelerden bahsi, alel-ekser âdidir."(164) teşhisini koyuyordu.
Ayrıca, Sözler, Lemeât'da: ""şu kâfiyesiz, nazımsız kitapta en âlî hakikatlere, en müşevveş bir libâs giydirdim.
Evvelâ, daha iyisini bilmezdim; yalnız mânâyı düşünüyordum.
Sâniyen, cesedi libâsa (elbise) göre yontmakla rendeleyen şuarâya (şâirler) tenkîdimi göstermek istedim.
Külâh püskülsüz olur; vezin de kâfiyesiz olur, nazım da kâidesiz olur.
Zannımca lafız ve nazım, sanatça câzibedar olsa, nazarı kendiyle meşgul eder.
Nazarı mânâdan çevirmemek için, perişan olması daha iyidir."
diyerek de tenkîdini koyuyor, hem de "şiirin ölçüsünü" veriyordu. (635)
Ayrıca, pek çok yerlerde, yazdığı, şiire benzer manzum parçalar için "şiire benzer fakat, şiir değiller, kasdî nazmedilmemişler. Belki hakîkatlerin kemâl-i intizâmı cihetinde bir derece manzum sûreti almışlar" (Sözler 18
îkazını yapıyordu…
Bunun yanında, yeri geldikçe eserlerinin pek çok yerinde, Arap şâirleri başta olmak üzere, Molla Câmî, Niyâzi-i Mısrî, Ziyâ Paşa, Tevfik Fikret gibi şâirlerden alıntılar yapıyordu...
Hem de Hasan Feyzi, Halil ıbrahim gibi kendi talebelerinin şiirlerini de "takdirle beraber", bazen olduğu gibi, bazen de "bazı düzeltme ve de ilâvelerle" Risâle-i Nûr'a dâhil ediyordu…
Orhan Ali YILMAZ
__________________