DARBE ANAYASASININ HERKESE DAYATTIĞI ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ NE DEMEK?
Kişiye izafe edilen bir milliyetçilik anlayışı olur mu? farz-ı muhal olsa bile, bunu devletin temel belgesine esas kabul etmek, gerçek demokrasi anlayışıyla bağdaşır mı?
Atatürk milliyetçiliği ne demek?
Anayasanın resmî ideolojiden arındırılması bağlamında “Atatürk milliyetçiliği” denilen “slogan”ın da tartışılması lâzım. Nedir Atatürk milliyetçiliği? Kişiye izafe edilen bir milliyetçilik anlayışı olur mu? Farz-ı muhal, olsa bile, bunu devletin temel belgesine esas kabul etmek, gerçek demokrasi anlayışıyla bağdaşır mı?
Bu, Demirel’in de katıldığı ve ilginç görüşler serdettiği bir tartışma. Demirel, 1988 Ağustos’undaki bir görüşmemizde, bir zamanların kafatasçı uygulamalarını ve Güneş-Dil teorisi gibi denemeleri hatırlattığımızda, Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı için şu değerlendirmeyi yapmıştı:
“Atatürk’ün şoven milliyetçi olduğu kesin. Milliyetçiliği bir miktar şovendir. O da içinden geldiği muhitin bir gereğidir. O yüzden, Atatürk’ün Türkçülüğü ileridir. Bizim anladığımızdan daha koyu bir Türkçülüktür bu.” (Köprü, Eylül-1988, İslâm Demokrasi Laiklik, s. 143)
Tartışmanın son dönemdeki katılımcılarından biri olan Hürriyet yazarı Özdemir İnce, başlangıçtan “Atatürk ilke ve inkılâpları, milliyetçiliği ve medeniyetçiliği” ifadelerinin yer aldığı kısmı aktararak, “Ben kendi adıma, başlangıç bölümünün anayasadan çıkarılmasını kabul edebilirim. O bölüm olmasa da olur diyorum” diye yazdı (Hürriyet, 7.4.10).
Ardından, “Gerçekte Atatürk milliyetçiliği yoktur” diyen tarihçi Yılmaz Öztuna, konuya, Atatürk’ü sahiplenen farklı bir açıdan yaklaşarak “Bu kavramda ısrar etmek aynı zamanda Atatürk’ü 1938’de öldürmek teşebbüsüdür” ifadesini kullandı (Türkiye, 10.4.10).
Daha sonra, milliyetçi entelektüel camianın önde gelen isimlerinden Mustafa Çalık da “Atatürk milliyetçiliği safsatadır” derken, referans olarak “Atatürk’ün ahirete göçtüğü gün yürürlükte olan anayasa”yı gösterdi ve “O anayasanın hiçbir yerinde Atatürk ilke ve inkılâpları ibaresi, Atatürkçülük lâfzı, Atatürk milliyetçiliği yoktur” dedi (Zaman, 30.4.2010).
“Kişi kültüne dayalı hukuk olmaz” ifadesiyle, meselenin son derece önemli bir boyutunu daha vurgulayan Çalık, yıllar önce de MHP’yi, 18 Nisan 1999 seçimi sonrasında DSP ile koalisyon ortağı olduğu günlerde “Türk milliyetçiliğini Atatürk milliyetçiliğine dönüştürmeyin, yani Kemalizme teslim olmayın” diyerek ikaz etmişti.
Ama MHP bu ikaza kulak vermedi. Ve bedelini 2002 seçiminde bir kez daha Meclis dışı kalarak ödedi...
Atatürk milliyetçiliği dayatmasına en son itiraz, Hasan Cemal'den geldi. “Bu ülkede herkes Atatürk milliyetçisi olmak zorunda mıdır?” diye soran Cemal, cevabını “Hayır, değil” diye verdi ve şöyle devam etti:
“Eğer bu rejime demokrasi diyorsak, herkesin Atatürk milliyetçiliğini benimsemesi söz konusu olamaz. Ayrıca Atatürk milliyetçiliği nedir ki? Tarifinde anlaşmak mümkün mü? Hiç sanmıyorum. Bu memlekette herkes kendi meşrebine göre bir tarif yapar, yapmıştır Atatürk ve milliyetçilik konusunda.”
12 Eylül Anayasasının 2. maddesinde “Atatürk milliyetçiliğine bağlı devlet” diye yazıldığını ve bunun bir “kırmızı çizgi” olduğunu hatırlatan Cemal “Olacak şey mi?” diye sorduktan sonra tekra bir kez daha tekrarladı:
“Herkes bu memlekette Atatürk milliyetçisi olacaksa, herkes Atatürk milliyetçiliğini benimseyecekse, o zaman buna demokrasi denilir mi?” (Milliyet, 18.10.11)
***
Altı ok nereden çıktı?
Siyasal Bilimler Fakültesinin sıkı Atatürkçü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Sina Akşin’in Ahmet Tan’a söyledikleri ise, ilke ve inkılâplar konusuna farklı bir boyut getiriyor:
“Atatürk, altı oku kesin bir biçimde tanımlamış ve doktrinleştirmiş değildir. Zaten, garip bir biçimde altı ok denilip, altı ilke denilmemiş olması da dinamik ve değişken bazı kavramları vurgulamak içindi belki de. CHP’nin 1931’de yapılan ve altı oku benimseyen 3. Kurultayında Atatürk altı oka değinmemiştir.” (Sabah, Nisan 1993)
Peki, o zaman “Atatürk ilkeleri” denilen şeyler neler? Eğer Prof. Sina Akşin'in dediği gibi, “ilkeler”den altı ok kastedilmiyorsa, nedir bu ilkeler? Milletvekilleri anayasa zoruyla okudukları yemin metninde “Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacakları”nı ilân ederken, gerçekte olmayan birşeye mi bağlılık “yemin”i etmiş oluyorlar?
Demirel bir görüşmemizde, Kara Kuvvetleri Komutanlığının 1980 sonrasında çıkardığı “Atatürk El Kitabı” isimli bir kitaptan söz ederek, içinden birkaç cümle okumuştu. Bu cümlelerde, Atatürkçülük şöyle tarif ediliyordu:
“Atatürkçülük, yükselen bir düş demektir. Hiçbir siyasî akım veya yabancı bir ideoloji ile bağdaşamaz. İlkeleri cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, laiklik, devletçilik ve inkılâpçılıktır.”
Demirel bunu şöyle yorumlamıştı:
“CHP’nin altı oku alınmış; partinin 1931 programına ve 1937’de anayasaya geçmiş; ve bu altı ok Atatürkçülüğün tarifinde kullanılmıştır. Türkiye’de bugünkü siyasî kargaşanın sebepleri arasında bu da vardır. Atatürk, CHP. Peki, onların dışında kalanlar ne olacak?
“Atatürkçülük dendiği zaman mutlaka altı ok akla gelecekse, altı ok da CHP’nin amblemidir. Öyleyse, Atatürkçülükle CHP’lilik eş değerdedir. CHP uzun seneler Atatürk’ü böyle tanımış ve tanıtmıştır.” (Köprü, Kasım-1988, İslâm Demokrasi Laiklik, s. 147)
Sonuç: Altı ok da, “ilkeler” de boşlukta...
***
İnkılâp kanunları
1982 Anayasası yedi kısımdan oluşuyor. “Çeşitli hükümler” ana başlığını taşıyan beşinci kısmın konu başlığı ise “İnkılâp kanunlarının korunması.”
Bu “kısım” tek bir maddeden oluşuyor. Ve bu 174. maddenin girişinde şu ifadeler yer alıyor:
“Anayasanın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyetinin laiklik niteliğini koruma amacını güden ... inkılâp kanunlarının, anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin, anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz.”
Bu son derece “veciz” ifadenin ardından, inkılâp kanunları tek tek sıralanıyor:
* Tevhid-i Tedrisat;
* Şapka;
* Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması;
* Evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılması;
* Beynelmilel rakamların ve Türk harflerinin kabulü;
* Efendi, bey, paşa gibi unvanların kaldırılması;
* Ve bazı kisvelerin giyilmemesi...
Bu maddeye göre, anayasanın hiçbir hükmü, bu kanunların 6 Kasım 1982 tarihinde yürürlükte olan hükümlerinin, anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamazmış.
Demek ki, birilerinin çıkıp da bu sekiz adet inkılâp kanunu için “Anayasaya aykırıdır” iddiasında bulunmasından korkulmuş ve bu ihtimalin önü böyle bir yasak hükmü ile kesilmiş...
Böylece, Atatürk inkılâpları anayasa teminatı ve koruması altına alınmış.
Ama hayatın dinamizmi, bu inkılâp kanunlarının çoğunu fiilen işlemez hale getirmiş durumda. Şapka Kanunundan efendi, bey, paşa gibi lâkap ve unvanların kullanılmasını yasaklayan kanuna varıncaya kadar...
Artık bu inkılâp kanunlarının da anayasadan çıkarılıp tarih müzesine kaldırılması gerekiyor.
***
AKDT Yüksek Kurumu özelleştirilsin
AKDT Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumunun kısaltılmış ismi.
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, 1982 anayasasıyla getirilen müesseselerden biri. Daha önceki anayasalarda böyle bir kurum yoktu. Bu kurumun statüsü ve hedefleri, anayasanın 134. maddesinde şöyle ifade ediliyor:
“Atatürkçü düşünceyi, Atatürk ilke ve inkılâplarını, Türk kültürünü, Türk tarihini ve Türk dilini bilimsel yoldan araştırmak, tanıtmak ve yaymak ve yayınlar yapmak amacıyla, Atatürk’ün manevî himayelerinde, Cumhurbaşkanının gözetim ve desteğinde, Başbakanlığa bağlı Atatürk Araştırma Merkezi, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu ve Atatürk Kültür Merkezinden oluşan, kamu tüzel kişiliğine sahip Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu kurulur.”
Bu kurumun 1992’de aldığı kararlara göz atacak olursak:
Millî dayanışma ve bütünleşmede Atatürkçü düşünce ile Atatürk ilke ve inkılâpları “birleştirici bir güç” olarak değerlendiriliyor ve bu “değerler”e karşı girişilecek her türlü “yabancı ve bölücü akımlar”ın “ilmî yoldan çürütülmesi” esas alınıyor. Bunun için de, bütün devlet kuruluşlarıyla ülke çapında koordineli çalışma ve yayınlar yapılması; kongreler, paneller, konferanslar düzenlenmesi ve faaliyetlerin geniş kitleye tanıtılmasında TRT’nin gerekli ilgiyi göstermesi karar altına alınıyor.
Türk tarihinde çeşitli unsurlarca “istismar” edilen konu ve belgelerin gerçek yönleriyle bu hususları cevaplayacak biçimde incelenmesi isteniyor.
Vatandaşların, Atatürkçü düşünce ve Atatürk ilkeleri etrafında toplanmasını güçlendirme doğrultusunda hareket edileceğine özen gösterileceği yolundaki çalışma programı oybirliğiyle kabul ediliyor.
12 Eylül öncesinde müstakil birer kurum olarak mevcut olan Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumunu da bünyesine alan AKDT Yüksek Kurumunun bu kararları, aslında önemli bir yenilik ihtiva etmiyor. “Atatürkçü düşünceyi bilimsel yoldan araştırmak, tanıtmak ve yaymak,” kendisine anayasa hükmü ile görev olarak verilmiş zaten.
İşte burada, 1982 Anayasasının neden “demokratik” bir anayasa olarak kabul edilmediğinin müşahhas delillerinden biri daha karşımıza çıkıyor. Eğer bir devletin temel hukuk belgesinde tek bir düşünceyi esas alan, onun yayılmasını öngören bir kurum teşkil edilmişse ve bütçeden ona pay ayrılıyorsa, o devlete “demokratik devlet” demek mümkün mü? Vatandaşların bu duruma rızası olup olmadığının behemehal sorulması ve kurum hakkındaki kararı da halkın vermesi gerekmez mi?
Daha da garibi, bu kurumun, “Atatürkçü düşünce” olarak adlandırılan fikri paylaşmayan bütün görüşleri “yabancı ve bölücü akım” olarak değerlendirebilmiş olması. Millete ait bütçeden pay alarak ayakta duran bir devlet kurumunun böyle bir ilhamda bulunmaya ne hakkı var?
Öte yandan, Atatürk’ü ve ne olduğu belirsiz “Atatürkçü düşünce”yi ilmî ölçüler içinde eleştiren görüşler niçin “bölücü” akım olarak değerlendiriliyor? Böyle bir yaklaşım, zaten kuruluşundan beri “Atatürkçü düşünce”nin cenderesinde tutulan devlet mekanizmasını yıllardır kilitleyen başlıca sebeplerden biri değil mi?
Nerede demokrasi, nerede çoğulcu anlayış ve nerede düşünce hürriyetine saygı?
***
“Atatürk ödülü” ve demokrasi
12 Eylül’cüler ve sivil ortakları, Atatürkçülüğü dış dünyadakilerin de “kafasına çakma” niyetiyle olsa gerek, “milletler arası” bir armağan ihdas ettiler. “Atatürk Uluslararası Barış Ödülü” adı verilen bu armağan, 1986’dan itibaren, belirlenen isimlere verilmeye başlandı.
Ödül ilk olarak, NATO eski genel sekreteri Joseph Luns’a verildi. Askerî bir ittifakın önde gelen bir sorumlusuna “barış” ödülü vermek, işin esprisine pek de uygun düşüyordu...
Ödül, 1990’da 12 Eylül’ün lideri Orgeneral Kenan Evren’e lâyık görüldü.
Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuştu. Atatürk’ün ismini taşıyan bir ödül için, Kenan Evren’den daha uygun bir isim bulunabilir miydi?
1988 ve 1991 yıllarında ise, koskoca dünyada, ödüle lâyık kimse bulunamadı. Tabiî, Atatürk’e lâyık bir isim bulmak kolay iş değildi. Her sene Kenan Evren’e vermek de olmazdı. Bu yüzden, bu seneleri “boş” bırakmak en uygunuydu.
Atatürk Uluslararası Barış Ödülü Seçici Kurulu, 1992’de sürpriz bir ismi seçti. Ödülü, Güney Afrikalı zenci lider Nelson Mandela’ya vermeyi kararlaştırdı. Güney Afrika’daki ırkçı istibdada karşı verilen hürriyet mücadelesinin sembolü olarak görülüyordu Mandela ve ona verilecek ödülün Türkiye’ye milletler arası camiada büyük prestij getireceği hesaplanıyordu.
Ne var ki, bu karar verilirken temeldeki çok önemli bazı noktalar gözardı edilmişti. Bu ihmalin bedeli de çok ağır oldu: Mandela ödülü almayı reddederek, Atatürkçüleri şaşkına çevirdi.
Neydi bunlar?
Bir defa, Nelson Mandela’nın verdiği mücadele, ırkçılığa karşı idi. Ve Mandela, her ne kadar başlangıçta Marksist bir çizgide yürüdüyse de, sonradan demokratik mücadele metodları benimsemiş bir liderdi. Ve ülkesindeki Müslümanlarla da çok iyi ilişkiler içindeydi.
Oysa ödüle adı verilen Atatürk’ün ırkçılık ve demokrasi karşısındaki tavrı çok farklıydı. Demirel’in ifadesiyle, “şovenlik” derecesine varan bir milliyetçilik anlayışına sahip olan Atatürk’ün gerek fikirlerinde, gerekse icraatında demokrasiye yer yoktu. Zafer sonrasında dinle ilgili icraatının Müslüman halk tarafından nasıl karşılandığı da mâlûm.
***
“İnkılâp tarihi ve Atatürkçülük”
Eskiden bu dersin adı “Cumhuriyet tarihi” idi. 12 Eylül’den sonra bu şekle çevrildi.
Acaba lise ve üniversite tahsili süresince her sene bu dersleri gören gençler içinden, inkılâplara ve Atatürkçülüğe gerçekten bağlı kaç kişi çıkar; doğrusu araştırmaya değer bir konu...
Yahut bağlılığı bir kenara bırakalım; bu derslerle öğrencilere inkılâp tarihinin ve Atatürkçülüğün dahi doğru dürüst öğretilebildiği söylenebilir mi?
Dahası, bu dersi gören öğrencilerden ilkeleri eksiksiz saymaları istense, acaba kaçı sayabilir?
Ve okutulan derslerde yıllarca 1950 sonrasının gelişmelerine yer verilmedi. Öğrencilere tek parti döneminin icraatı anlatıldı ve belletildi.
Gerçi dersin adı inkılâp tarihi ve Atatürkçülük olunca, başka türlüsünün olması da beklenemezdi.
Ama eğer maksat, gençlere bütün bir cumhuriyet tarihini öğretmek ise, 1950 sonrası da var.
Çok partili demokrasiye geçildikten sonra yaşadığımız 61 yıllık bu dönem de, cumhuriyet tarihinin bir parçası ve devamı değil mi?
Nitekim Millî Eğitim Bakanlığı, son dönemde bu ders programını, 1950 sonrasını da kapsayacak şekilde genişletti.
Ama yapılan değişikliklerde bilhassa 27 Mayıs ve 12 Eylül’le ilgili açıklamaların, seçilmiş siyasetçileri kötüleyip darbeleri haklı gösteren bir yaklaşımla kaleme alınması, yoğun tepkiyle karşılandı.
Ve bu tepkiler üzerine, söz konusu bölümler, suya sabuna dokunmayan rötuşlarla bir kez daha değiştirildi.
Ama dersin gerçek anlamda demokratik bir anlayışla yazılması gereği hâlâ yerine getirilmeyi bekleyen bir zorunluluk olarak gündemdeki yerini koruyor.
22.10.2011 Yeni Asya