Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

Bîçare S.V.

Profesyonel

  • "Bîçare S.V." bir erkek
  • Konuyu başlatan "Bîçare S.V."

Mesajlar: 712

Konum: İstanbul/ Çamlıca

Meslek: Gazeteci/ Arşiv-Kütüphane

Hobiler: Kitap okuma (Sesli)

  • Özel mesaj gönder

1

25.01.2010, 08:40

Kemalist milliyetçilik sonun başlangıcında


H. HÜSEYİN KEMAL


Kemalist milliyetçilik sonun başlangıcında


<img src="http://www.yeniasya.com.tr/2010/01/25/resim/g.jpg" align="left" />
Her ideoloji gibi Kemalist milliyetçiliğin de görünmez olabildiği,
insanların onun adına konuşmaya başladığı, onun eksiklerini kapatmaya
koyulduğu yerde esas başarısını sağladığını belirten Dr. Umut Tümay
Arslan, ancak bu durumun sonucu olarak ortaya çıkan milliyetçi duygusal
alanın çöküş sürecine girdiğini ve bunun ilginç işaretlerinden birinin,
emekli generallerin katıldığı bir toplantı ile tanıtılan erke dönergeci
olduğunu söyledi.

Kemalizm görünmez olduğunda, başarı sağladı

Taraf Gazetesi’nde “Türkler ne kadar masumuz” “Beyaz Türklerin
sırrı” yazılarını okuduğumda çok farklı bir yaklaşımla karşı karşıya
kaldığımı hissettim. Çünkü bu yazılarda Dr. Umut Tümay Arslan,
filmlerden yola çıkarak günümüz sorunlarını değerlendiriyordu. Türk
sinemasını yakından takip eden Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi
hocalarından Dr. Umut Tümay Arslan’dan Türkiye’nin bugünkü durumunu
sinema diliyle anlatmasını istedik…

Siz Türkiye’nin uygar beylerinin ve bayanlarının milliyetçi
alana duygusal yatırım yaptıklarını söylüyorsunuz. Bunu biraz açar
mısınız?


Cumhuriyet tarihi boyunca milliyetçi duyguları teyakkuz halinde
tutma ya da manipüle etme çabası hep oldu. Ama milliyetçiliğin esas
gücü bu bilinçli ve niyetli eylemlerde değil elbette. Tam aksine her
ideoloji gibi Kemalist milliyetçilik de görünmez olabildiği, insanların
onun adına konuşmaya başladığı, onun eksiklerini kapatmaya koyulduğu
yerde esas başarısını sağladı. İdeolojinin ortaya çıktığı özgül
tarihin, özgül iktidar ağının görünmez hale geldiği bu an, özneleri de
birer failmiş gibi hissettirdiği, duyguları coşturduğu an aynı zamanda.
İdeolojinin “göz yaşartıcı” etkisi demeli buna belki. Bir çırpıda
aklımıza “Atatürk öldü” ya da “Ülkemiz bölünecek, çok korkuyorum”
diyerek ağlama krizine giren ya da kandan bayrak yapan çocuklar akla
geliyor. Bu türden semptomatik örneklerin seyirlik cazibesi duygusal
yatırımla kast ettiğim şeyi bir yönüyle karşılıyor. Duygusal yatırımın
bir başka boyutu ise milliyetçiliğin kendini başka alanlara meselâ
yaşam tarzı, tıp, san'at, eğitim söylemine, gündelik hayat ilişkilerini
düzenleyen kamusal dile eklemleyerek görünmez hale gelebilmesi.

Kemalist ulusal kimlik örneğinden devam edecek olursak…

Bu kimliğin görünür kamusal yüzeyi, medeniyetçilik, duygusal
enerjisini kozmopolitizmden değil milliyetçilikten aldı, alıyor. Bu
ikiliğin sonuçlarını biliyoruz: Birbirini besleyen Batı hayranlığı ve
Batı düşmanlığı, taşralılıktan duyulan utanç ve züppe aleyhtarlığı. Bu
ikilik, toplumsal çatışma yaratan meseleleri algılama biçimini de
epeyce yamultuyor. Neredeyse şaşmaz bir biçimde, kırık plak gibi aynı
fantezi nesnesi karşımıza çıkıveriyor: Ehlileştirilmesi gereken taşra.
Kürt meselesi de, yakın zamanda Mine Kırıkkanat Dersim isyanının
bastırılmasını medenileştirme söylemiyle açıklıyordu, ikna odalarını
akla getiren başörtüsü meselesi de, hatta ulus denilen hayali oluşturan
“halk” meselesinin ta kendisi de hep böyle algılanıyor.

Böyle algılandığı biçimiyle de medeniyetçilik, korkuyu temel
refleksi kılıyor adeta. Tuhaf olan şu ki, kamusal dili kuran bu
medeniyet söylemi, ona can veren otoriter, milliyetçi ve kimi zaman
ırkçı duygusal enerjiyi görmemize engel olabiliyor. “Töre cinayeti”,
“şeriat tehdidi”, daha eskiye gidersek “arabesk hastalığı”. Bütün bu
adlandırmalar, modern toplum dediğimiz şeyin sahici sorularını (kadın
meselesi, sekülerlik, köyden kente göç ya da sınıf çatışması) aşırılık
biçimine dönüştüren ve bu aşırılıkların toplumun dışına atılmasını
arzulatan bir duygusal alanın üretimiyle ayakta kalabilir ancak. Bu
yönüyle de Türkiye’deki medeniyetçiliğin, daha popüler adlandırmalarla,
“çağdaş, laik, aydınlık” toplum talebinin ne gerçekten özgürleşmeyle ne
de gündelik hayatın ortak bir kamusal kültürü oluşturacak bir biçimde
düzenlenmesi, yani adalet talebiyle bir ilişkisini kurmak mümkün. Bu
söylem, sürekli kendine barbarlar, taşralar, kaba saba ilkeller
yaratmakla birlikte kendisi de düpedüz içe kapanmacı, benmerkezci taşra
duygusundan besleniyor. Hele de son on yılda bu söylemin kültürel,
entelektüel malzemesine baktığınızda ya kaybetme korkusu ile ya da
sahiplenme ve aşırı özgüven ile karşılaşıyoruz.

Bu duygusal alanın çöküşü ne zaman başlamıştır?

Yeşilçam’da 1960’lı yıllarda çekilen Kezban, Kınalı Yapıncak
gibi filmler vardı. Taşralının şehre gelip merkeze yerleşme hikâyesi.
Bu başarı, her zaman beden terbiyesinden geçen, her zaman merkezin
kontrolü altında kazanılabilen bir başarıydı. Karakterlerin kadın
olmasına şaşırmamalı. Ulusal bütünlük hikâyemizin patriarkal boyutunu
pek güzel gösteriyor. Bu evcil, ehlileşmiş taşrayı yüceltmek de kolay
tabiîi. Ama 1980 sonrasında “viril” bir taşra karşımızda. “Muhsin Bey”
filmindeki gibi meselâ. Kontrol altında tutulamayan, arzulu olduğu
kadar bu arzuyu bastırmadan merkeze yerleşmenin yollarını da arayan bir
taşra. Arabeskin bir hastalık olarak adlandırılmasını hatırlayabiliriz.
“Arabesk” adı altındaki bu huzursuzluk giderek tek tek huzursuzluklara
dönüştü. “Biz” hikâyesi içinde eriyemeyen, törpülenemeyen herşey yavaş
yavaş yüzeye çıkmaya başladı. Kürtler, eşcinseller, Müslümanlar,
kadınlar, hatta geçmişimiz, kendi karanlığımıza, kendi taşramıza
ötelediğimiz cinsellik, ölüm gbi daha ilksel meseleler bile. Ama
medeniyetçiliği besleyen milliyetçi duygusal alanın bir çırpıda
çöktüğünü söylemek çok zor. Hatta 1990’lı yıllardan sonra bu
“aşırılıklarla” her karşılaşmasında güçlenmiş gibi. Elbette sonun
başlangıcı bu güçleniş sanki.

Sonun başlangıcı durumunu açıklayacak

örnekleriniz var mı?

Biri, “Erke dönergeci.” Bir türlü ne olduğu açıklanamayan bu
enerji kaynağını Akşam gazetesi “Türk Şey’i” başlığıyla tarif etmişti.
Uzunca bir süre gazetelere verilen ilânlarla merak uyandıran “Erke
dönergeci” adlı Türk icadının ne olduğunu açıklamak üzere düzenlenen
basın toplantısından çıkan sonucu anlatıyordu bu manşet. Emekli
generallerin de katıldığı toplantıda, icadın tanıtımını yapacak olan
emekli general, yakıt olmadan enerji üretebilen bu icadın yüzde yüz
yerli olanaklarla ve Türk sermayesiyle başarıldığını, lâkin patent
sorunu nedeniyle projeyi gizli tuttuklarını açıklamıştı. İcadın nasıl
çalıştığının anlaşılmasını istemedikleri için toplantıda icada dair bir
açıklama yapılamamıştı. Gazete manşetinin ele verdiği şey şu sanırım:
Türk’teki o yüce fazlalık, millî Şey, kendisini yüce bir nesneye
dönüştüremeyecek, sırrı gerçek kılamayacak denli gülünç bir senaryoyla
karşımıza çıkmaya başladı. Aslında Türk ‘Şey’inin hikâyesi, son
yıllarda popüler kültürün bizi gıdıklayan çok temel bir özelliğini de
hatırlatıyor: Türk’ün herhangi bir meseleyle imtihanında defonun,
kaytarmanın, sinikliğin ana malzeme haline gelmesi, eksikliğin,
yetersizliğin ya da uyumsuzluğun “keyifli” olması. “Dünyayı Kurtaran
Adamın Oğlu” filmi Atatürk’ün Nutuk’u okuduğu görüntülerle başlamıyor
muydu? Cem Yılmaz’ın filmleri de seyirciyi aynı millilik-siniklik
birlikteliğiyle gıdıklıyor bence. Dünyaya/Batı’ya haddini bildirme
dilinin, komplolarla bezeli milliyetçiliğin yeni popüler dilinin
berisinde Türk Şey’iyle kurulan bu gülünç ilişki var galiba. Belki de
Türklüğün “keyfini” çıkarmanın yeni dili, hınçla dolu içe kapanma
talebine eklenen bu sinik fazlalıkla kuruldu. Bu yeni duygusal enerji
kaynağıyla!

İkinci örnek ise Başkent Tv’deki Giderayak programı. Hayrettin
Karaca ve Muazzez İlmiye Çığ programda sohbet ediyorlar. Çoğunlukla
kırmızı-beyaz kıyafetlerle çıktıkları programda Cumhuriyet’in gücünden
ve kazanımlarından bahsediyorlar. Son derece ironik bir durum.
İzlemenizi tavsiye ederim.

Bir gayrimüslim çocuğun İstiklâl Marşını güzel

okuması neden birinci sayfalardan haber oluyor sizce? Bu neyin göstergesi?

Gökçeadalı Marina’nın 10 yıl önce evi askerler tarafından
yakılmış ve bu yangında kardeşini kaybetmiş. Bu bastırılan hikâyenin
örtüsü ise İstiklâl Marşını güzel okuduğu için seyirlik bir cazibe
kazanan Marina. Bence yorumunu kendi içinde taşıyor bu ikilik zaten.

Siz statükonun ayakta kalmasını savaş ve şiddet söyleminin
belli bir yer edinmesine bağlıyorsunuz. Bu şiddet söyleminden nasıl
kurtulabiliriz?


Kıbrıslı Tony Angastiniotis, “Kanın Sesi” belgeselinde Türklere
karşı gerçekleştirilmiş bir katliâmın peşine şu basit soruyla düşer:
“Helenler olarak sonuçta ne kadar masumuz?” Bu masumiyet barikatını
aştığında, geçmişi geçmiş olarak onaylayan propagandadan ibaret tarih
anlatısı, Octavio Paz’ın “Tarih kâbustur” deyişini doğrularcasına,
katliâmın tanıklarının sesleriyle parçalanmaya başlar. Belgesel,
geçmişi geçmiş olarak bırakmaya and içmiş milliyetçiliğe karşı bir
hatırlama olmanın ötesinde, geçmişin düpedüz bugüne nasıl hükmettiğini
de görünür kılar. Tony Angastiniotis’nin sözleriyle: “Geçmiş,
propaganda duvarını tırmanıp da, toplumunun bilinçli olarak senden
gerçeğin yarısını sakladığını veya değişik bir versiyonunu aktardığını
keşfettiğinde, ürkütücü bir bugüne dönüşüyor. Ve birdenbire, daha fazla
gerçek bulabilmek için çıplak ellerinle, ellerin kanayana kadar,
toprağı kazman gerektiğini anlıyorsun. Konuşursan, sana vatan haini
diyecekler, hayatınla tehdit edileceksin, birçok arkadaşın sana sırtını
dönecek. Tamamen yalnız da kalabilirsin.”

Geçmişle hesaplaşmak, zihinsel ambargodan, bu ambargoyu üreten
şiddet söyleminden kurtulmanın en has yolu her halde. Geçmişle ilgili
bize anlatılmış, öğretilmiş hikâyeyi, bizim için travmatik olan
ötekinin gözleriyle hatırlamaya ikna olmak, buna rıza göstermek, kısaca
geçmişi yerleşik hafızadan kurtarmak, geleceği kurabilmek için en
önemli adım her halde. Bugüne kadar öğretilmiş olanın ürettiği ırkçı
kinle yüzleşebilmek, bu nefretten arınabilmek ve yeni bir başlangıç
için gerekli olanın bu olduğunu söylüyor bize farklı yerlerde yaşanmış
deneyimler.

Meselâ Facebook’ta “Şehitler için 1 milyon olalım” diyen, sık
el yıkamanın suçluluk duygusuna işaret etmesi gibi, geçmişle ilgili her
meseleyi “Ne mutlu Türk’üm diyene!” ile bitiren mutsuz gençlerden biri
birgün Tony’nin sorusunu kendisine soruyor: “Türkler olarak sonuçta ne
kadar masumuz?”

Sanki Türkiye’de sorunlar minimalize edilemezmiş ve sürekli
savaşmak zorundaymışız gibi bir hava estiriliyor. Bu toplumun
enerjisini tüketen bir durum değil mi? Yeni bir başlangıç için ne
yapmak gerekir?


Devamı için tıklayın.


H. HÜSEYİN KEMAL

http://www.yeniasya.com.tr/2010/01/25/roportaj/default.htm
"İyyake nâ'büdü ve İyyake nesteîn."
'Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz.'
"İnsanlara teşekkür etmeyen, ALLAH'a da şükretmez.!"
'Bırak bîçare feryâdı, Bîçare S.V.

Benzer konular

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir