Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

21

09.09.2008, 19:21

şahidim ki Doğru olanı söyledin...
Allah'ın Vaadi yakındır inşaallah ki bizde görelim...
Kâinatın Efendisi;

-SEN YARDIMSIN-

22

09.09.2008, 19:22

ınşaallah Aynur kardeşim, hayırlısıyla inşaallah.

23

19.09.2008, 23:30

ıSRA VE ZEVAL


ısrail ezberini bozalı çok oldu, ama biz hâlâ ezberimizi bozamadık. Yahudiler Büyük ısrail projesini rafa kaldıralı çok oldu. Keyiflerinden mi? Hayır. Güçleri yetmiyor da ondan. Es’ad Beyud Temimi ve ondan önce bir sürü adam ısrail’in zevalinden bahsetti. Ahmet bin Bella konuşmalarında ısrail’e 20 yıl ömür biçiyordu. Nazi avcılarına mukabil Siyonist avcılarından olan revizyonist tarihçi David Irwing de ısrail’e topu topu 10 yıl ömür biçiyordu. Tabiî onun biçmiş olduğu süre doldu, ama ısrail’in süresi dolmadı. Bununla birlikte Ruslar, 20 yıl içinde ısrail’in ya tarihe karışacağını ya da özerk altı bir ülke haline geleceğini savunuyorlar. Akla çok yatkın.

Son yıllarda ısrailli liderler de planlarını tadil etmek zorunda kaldılar. Ehud Barak’tan sonra şaron, Gazze şeridi’nden tek yanlı olarak çekildi. Halbuki skolastik çağın anlayışındaki atomun parçalanmazlığı gibi o, Gazze’yi ısrail’in parçalanmaz bir bütünü kabul ediyordu. Sadece onunla da kalmadı ve 2010 yılına kadar ısrail’in nihaî sınırlarını çizeceğini duyurdu. Buna ne siyasî ömrü vefa etti ne de fizikî ömrü. Hâlâ bitkisel hayatına devam ediyor. Yani ne öteki dünyada, ne beriki dünyada. Berzahta yaşamaya devam ediyor. ıçimizden bazıları ona inanmadılar. Manevra yaptığını düşünüyorlardı. Bu kendine güvensizlikten başka bir şey değil. Gerçekten de ısrail, Büyük ısrail projesini gerçekleştirmeye kadir olsa bunda bir an bile tereddüt etmez. Ama ısrail bunu yapamaz. Ortadoğu’da birçok iğreti devlet var. Ama ısrail bir istisna. Demokratik vaha olmasıyla değil, montaj devlet yapısıyla. ısrailliler arasında yapılan bir ankette ısraillilerin bir Ortadoğu devleti olma ve bölgeye entegre olma umutları giderek tükeniyor. Taşıma suyla değirmen dönmeyeceğine göre er geç ırkçı Güney Afrika rejiminin akibetini paylaşacaktır. Zira Afrika’da bir Beyaz devlet Ortadoğu’da da bir Yahudi devlet eşyanın tabiatına aykırıdır. Haçlılar bölgeye entegre olamadıkları için gitmek mecburiyetinde kaldılar. Ortadoğu’da Batı’nın bir parçası olarak var olamazlar. Ancak Ortadoğu ile bütünleşirlerse var olabilirler.

***

Dün, 12 Eylül’den sonra Kahire dönüşümde Sakarya’ya gitmek için birkaç günlüğüne misafir kaldığım Topkapı sur içindeki otele yakın ve Eresin Oteli civarındaki camide arkadaşımız Süleyman Çoban ile birlikte ilk kez bu Ramazan’da hatimle teravih kıldık. Camiin Erzurumlu imamı istisnaî bir şekilde hatimle teravih kıldırıyordu. ılk rekâtında ısra Sûresinin başını yani ısrail’in zevalinden bahseden âyetleri okudu. Ardından çay içmek için yeniden Süleyman kardeşimizin hanesine geldiğimizde Haber 7’den Olmert’in Büyük ısrail projesininin yattığına ve bittiğine dair beyanını okudu ve kanaatimi sordu. Ben de bunun bilinmeyen bir husus olmadığını ve malûmu i’lâm kabilinden olduğunu ifade ettim. Gerçekten de tam tevafukla ısra Sûresinin zevalden bahseden âyetlerinin kıraatının akabinde, Ramazan ikliminde ıslâm âlemine müjde verir gibi Olmert’in sözleri geldi. Olmert hiç yalpalama yapmadan yalın bir biçimde: “Büyük ısrail Projesi bitmiştir” diyor. Başbakan Erdoğan’ın son tekrarıyla ‘Anlayana sivrisinek saz. Anlamayana davul zurna az!’ Gerçekten de bunun birçok emaresi var. Bunlardan birisi de artık Yahudi Ajansı’nın ısrail’e göçmen transferine son vermesidir. Bu hem sembolik, hem de hakikî bir işarettir. ısraillilere göre Ortadoğu çılgınlar mangasının bulunduğu bir diyardır. Kendilerine yakıştıramıyorlar. Bu diyarda kendilerini yabancı görüyor ve geleceklerini güvende hissetmiyorlar. Güvende hissetmeme oranı yaklaşık yüzde 98 civarında. Dolayısıyla çanlar ısrail için çalıyor. ıtiraf gibi değil, itiraf açıklamasında ısrail Başbakanı Olmert şunları söylüyor: “Artık Büyük ısrail diye bir şey yok. Her kim böyle bir şeyi hâlâ söylerse kendini kandırır…” Bu, içinde bulunduğumuz ısrail yüzyılının bitmekte olduğuna dair güçlü bir işarettir.

***

ısrail medyasında yer alan haberlere göre Olmert, Batı şeria’daki evleri boşaltmaya gönüllü kişilere ödenecek tazminatların görüşüldüğü kabine toplantısında bakanlarına, “Büyük ısrail Projesi bitmiştir, artık böyle bir şey yok. Her kim böyle bir şeyi hâlâ söylemeye devam ederse kendini kandırır” diyor. Olmert, kendisinin Büyük ısrail Projesini savunmadığını, ısraillilerin iki devletli bir yönetim istemiyorlarsa Batı şeria’da ikamet eden halk ile bu bölgeyi paylaşmaları gerektiğini açıkladı. Görüldüğü gibi Olmert Büyük ısrail yerine ‘ne yağmalayabilirsek’ mantığıyla gözlerini Batı şeria’nın kalan yağmalanmaya açık topraklarına dikmiş durumda. Zaten geçenlerde bir açıklamasında Filistinlilere muayyen bir orantının bırakılması karşılığında barış yapılmasını teklif ediyordu. Başbakan olarak olmasa bile Kadima lideri olarak yapmış olduğu bu son konuşmasında Büyük ısrail dâvâsına veda ederken ısrail’in bölgenin en güçlü ülkesi olduğunu söylemeyi de ihmal etmiyor. Bölgede kimsenin kendilerinden güçlü olmadığını ve kendilerine rakip olamayacağını da söylüyor. Acaba bu sözler bir avunma yoksa avutma mı? şimdilik hayır. Rus lider Medvedev de ısrail basınına yaptığı açıklamalarda bölgede güç dengesini değiştirmeye matuf silâh satışları yapmayacaklarını söyledi. Yani israil’in rakiplerine nitelikli silâh vermeyeceklerini taahhüt ediyor. Demek ki Beşşar Esad’da güç dengesini değiştirecek nitelikli silâh yok. Rusya’ya bel bağlayanların kulakları çınlasın. Bu da yine ısra Sûresindeki ‘Nefira’ ifadesinin şimdilik devamı niteliğindedir. Asıl güç dengesi iradedir. ırade değiştiğinde güç dengesi de değişecektir. Kılıç kesmez bilek keser. Bilek ımam-ı Ali’nin bileği ve kılıç da Zülfikâr olursa tabiî daha muhkem olur. Ama Zülfikâr zayıf ellere düşerse mağlûp da olabilir.


MUSRAFA ÖZCAN
16.09.2008
E-Posta: mustafaozcan@yeniasya.com.tr
http://www.yeniasya.com.tr/2008/09/16/yazarlar/mozcan.htm
Kâinatın Efendisi;

-SEN YARDIMSIN-

24

20.09.2008, 04:20

Bu yazıyı da okumuştum, eklemişimdir zannettim hatta. Baktım forumda varsa söbeleyecektim ayna kardeşi, ama yokmuş :) O derece yani.
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

25

20.09.2008, 11:11

Siyonizm ve emellerinin sadece, laik ısraille sınırlı ve kayıtlı kaldığını zannedenler,çok büyük hataya düşerler,laik ısrail devleti dahi, devlet olarak siyonizmin belirlediği doğrultularda,yeni yapılanmalara gidecekleri ve yeni stratejiler takip edecekleri herkesin belki göremediği veyada görmek istemediği kaçınılmaz bir gerçektir.Bu güçlerin zamanında hedeflerine ulaşmak için kullandıkları sekülaririzm, nasioanilizm, darvinizm dahi; kendilerinin çabalarıyla, Mesih planının son aşaması olarak, tasfiye ve değişim göstermektedir.Artık bu planın başlangıç ve orta aşamalarında gerekli olan, sekülarizmin oluşmasına yardımcı olan, bu bütün izm lere ve sekülarizme artık ihtiyaç kalmamıştır.şimdi ihtiyaç duydukları şey, ezoterizm başlıkları altında bütün dünyaya metafiziği empoze ve kabul ettirmeye çalışmak ve bunun içinde Tevhid odaklı Tekvini kabul ettirme seferberliği içindedirler.Dinler arası dialog çağrıları evangelistlerin basmış olduğu the True Furqan ve tüm dinlerin aslı ıbrani dinleridir gibi yapılan çalışmalar ve bunlar için gösterilen gayretler görebilen gözlere gerçekten çok büyük delillerdir. Allahın selamı rahmeti ve bereketi müminlerin üzerine olsun.

26

27.09.2008, 13:05

15. Yılında Oslo ılkeler Anlaşması

[img:300:221]http://img219.imageshack.us/img219/3694/datafilescachetempimgs2tm0.jpg[/img]
Arafat’ın imzaladığı Oslo Anlaşması, ilkeler anlaşması değil, ilkelerden vazgeçme anlaşmasıdır.



13 Eylül 2008 Gazze-Eriha anlaşması olarak da bilinen Oslo ılkeler Anlaşması'nın on beşinci yıldönümüdür. 13 Eylül 1993 tarihinde imzalanan bu anlaşma aynı zamanda kamuoyuna “barış süreci” olarak da lanse edilen Filistin – ısrail masa başı görüşmelerinin ilk ürünüdür.

13 Eylül 1993 ılkeler Anlaşması, ısrail işgal devletiyle o zaman liderliğini Yasir Arafat’ın yaptığı FKÖ arasındaki anlaşmalar sürecinin teorik altyapısını oluşturmaktadır. Pratiğe dönük hususlar daha sonra imzalanan anlaşmalarla belirlenmiştir. Fakat temel hususları belirlemesi ve özellikle de “Filistin tarafı” sıfatıyla masaya oturanların işgale yaklaşımlarıyla ilgili çizgilerini yeniden belirlemeleri açısından önem arz etmektedir.

Oslo ılkeler Anlaşması’nın imzalanmasının üzerinden on beş yıl geçti. Böyle bir anlaşmanın imzalanmasıyla FKÖ ısrail işgalini meşru kabul etme karşılığında Filistin halkına da bir “devlet” vaat ediyordu. Bu devletin kurulması için gereken altyapının 2000 yılından önce oluşturulması ve devletin çerçevesini belirleyecek nihai anlaşmanın imzalanmış olması gerekiyordu. Söz konusu sürecin bitmesi gereken tarihin üzerinden sekiz yıl geçtiği halde devletin kuruluşu konusunda hiçbir ilerleme olmadığı gibi Filistin tarafı sıfatıyla görüşmelere katılanlar işgal yönetimi karşısında sürekli geri adım atmaya, sürekli yeni tavizler vermeye zorlanmaktadır. Dolayısıyla gelinen noktada Filistin halkının hukukunun masa başı görüşmelerle elde edilmesi konusunda hiçbir ilerleme kaydedilmiş değildir. Aksine işgal devletinin baskı ve şiddet uygulamaları arttığı gibi sözde “barış” sürecinin gölgesinde toprak gaspının trendinde de ciddi artış olduğu inkârı mümkün olmayan bir gerçektir. O sebeple üzerinden on beş yılın geçmesi münasebetiyle Oslo sürecinin genel bir değerlendirmesinin yapılmasının faydalı olacağını düşünüyoruz.

Camp David Anlaşması’ndan Oslo ılkeler Anlaşması’na

Arap dünyasında ısrail işgal devletini muhatap alan ve resmen tanıyan ilk anlaşma Mısır’ın 1978’de imzaladığı Camp David Anlaşması’dır. Mısır ve o zaman ülkesi adına anlaşmaya imza atan Cumhurbaşkanı Enver Sedat bu anlaşmayı imzalamasından ve ısrail’i “meşru” kabul etmesinden dolayı şiddetli tepkilere maruz kalmıştı. Bazı Arap ülkeleri tepkilerini Mısır’la diplomatik ilişkilerini bir süre kesmek veya asgari düzeye çekmek suretiyle göstermişlerdi. O zaman Mısır’ın tutumuna ve imzaladığı anlaşmaya tepki gösterenlerin başında da Filistin halkını temsil ve onun özgürlük mücadelesine öncülük etme iddiasındaki FKÖ geliyordu. Çünkü Filistin topraklarının bir bütün olduğu, bu topraklardan herhangi bir taviz verilemeyeceği ve bu topraklar üzerindeki işgalin meşru kabul edilemeyeceği yönündeki ilkeleri bunu gerektiriyordu.

Oslo ılkeler Anlaşması mahiyet ve esas itibariyle Camp David Anlaşması’ndan farklı değildi. Ama bu kez anlaşmaya imza atanlar Camp David Anlaşması’na şiddetle karşı çıkanlar ve Mısır’ın sergilediği tavra karşı Arap dünyasında kampanya başlatanlardı. Üstelik Arap dünyası da bu kez anlaşmayı ihanet olarak değil “barış” yolunda atılan önemli bir adım olarak değerlendiriyordu. ımza atanların Filistin’in içinden ve işgal devletiyle yaşanan sorunda “taraf” kabul edilen kesimden olması onların destekçi tavır sergilemelerini kolaylaştırıyordu. Ayrıca böyle bir anlaşmanın imzalanması onların artık kendileri için sıkıcı gelen ve sırtlarından atmak istedikleri bir yükten kurtulmaları için önlerinin açılmaya başlaması anlamına geliyordu.

ılkeler Anlaşması Adıyla ılkesizliğe

Oslo ılkeler Anlaşması, Filistin topraklarının Siyonistler tarafından işgal edilmesinden kaynaklanan sorunun sonlandırılması iddiasıyla ortaya konacak formüllerin genel çerçevesini çizdiği ve ileride imzalanacak anlaşmalarda dikkate alınması gereken temel hususları belirlediği için böyle adlandırılmıştı. Yani bu anlaşma bir bakıma sözde “barış (!)” sürecinde çizilecek yeni projelerin ve kabul edilecek muahedelerin Anayasasını oluşturacaktı.

Fakat öbür yandan da FKÖ böyle bir “ılkeler Anlaşması”nı imzalamak suretiyle kendi ilkelerinden soyutlanıyor, bir ilkesizliğe doğru yelken açtığını arkasındaki kitleye ilan etmiş oluyordu. Çünkü FKÖ’nün ana tüzüğünde yer alan ve özellikle Filistin topraklarının bütünlüğünü, bu topraklar üzerindeki işgalin hiçbir şekilde meşru kabul edilemeyeceğini vurgulayan hususlar Siyonist devleti rahatsız ediyordu. FKÖ zaten böyle bir anlaşmayı kabullenmek suretiyle o ilkeleri rafa kaldırdığını kamuoyuna açıklamış oldu. Ama işgal devleti bu kadarını yeterli görmüyor aynı zamanda FKÖ tüzüğünün metninden de tamamen çıkarılmasını istiyordu. Sonraki dönemde bir oldubittiye getirilmek suretiyle işgal devletinin bu isteği de yerine getirildi. Kısacası FKÖ, işgal devletiyle bir ittifaka varabilmek için şekillendireceği projeler ve muahedeler için geçerli sayılacak bir Anayasa metnine onay verirken kendi Anayasasını icraattan kaldırıyor, onun tamamen geçersiz hale geldiğini ilan ediyordu.

ışgal Devletini Masa Başına Yanaştıran Direniş ve Direnişe Masa Başında Darbe

Oslo sürecinde geri adım atan tabii sadece FKÖ ve onun lider kadrosu değildi. Onunla masaya oturan Siyonist işgal devleti de geri adım atıyordu. Çünkü o zamana kadar “terör örgütü” olarak lanse ettiği, işbirliği içindeki ABD ve Batı’nın sürekli baskı altında tutmasını istediği bir örgütü ya da onun görevlendirdiği bir heyeti muhatap kabul edip karşısına oturtuyordu. Onu böyle bir şeye zorlayan ise Filistin halkının ıslâmî hareketin öncülüğünde başlattığı ve kitlesel bir şekilde sürdürdüğü direnişti. 9 Aralık 1987 tarihinde başlayan ve intifada adı verilen bu direniş işgal devletinin gözünü bayağı korkutmuştu. Devam etmesi durumunda özgürlük ve bağımsızlık ateşinin işgali iyice zorlayacağı tahmin ediliyordu. Bu yüzden en azından kitlenin bir bölümünü farklı beklentilerin içine çekecek ve direnişin ateşini hafifletecek bir atağa ihtiyaç vardı. Onun için de en uygun metot FKÖ’nün masaya oturmaya razı edilmesi suretiyle halkın bir kısmının görüşmelerden çıkacak sonuçları beklemeye yöneltecek bir psikolojik havanın oluşturulmasıydı.

FKÖ de Siyonist yönetimin böyle bir şeye ihtiyaç duymasını kendi açısından bir fırsat telakki etti ve temel ilkelerinden soyutlanma pahasına da olsa masa başı pazarlığına girişmeyi kabul etti. Ufukta bir “Filistin devleti” umudunun oluşturulması böyle bir pazarlığa girişilmesinde aceleci davranmaya teşvik eden etken oldu. Ama ufukta gösterilen devlet sadece bir seraptan ibaretti. Aradan 15 yıl geçtikten sonra ortaya çıkan durum bunu biraz daha net bir şekilde gözler önüne sermiştir.

ışgal devletinin masaya yanaşmakla hedeflediği de ne yazık ki gerçekleşmiş, FKÖ’nün masaya oturması direnişe masa başında darbe vurulması sonucunu doğurmuştur.


ıslâmî Hareketin Yükselişinden Duyulan Endişe

ışgal devletini FKÖ ile masaya oturmaya ve pazarlıkta karşısına almaya iten tek sebep intifada adıyla yürütülen kitlesel direniş değildi. Bu direnişle birlikte ıslâmî hareketin yükselişe geçmesinden duyulan endişenin de önemli oranda etkisi vardı. ıslâmî hareketin yükselişi sadece işgal devletini değil aynı zamanda FKÖ’ye hâkim unsurları da rahatsız ediyordu. Örgütün lideri Yasir Arafat bu rahatsızlığını Ürdün’de bir özel topluluğa yaptığı konuşmasında da dile getirmişti. Çünkü FKÖ’ye hâkim unsurlar hem kendilerine tahsis edilmesi gerektiğini düşündükleri alanı başkalarıyla paylaşmak istemiyor, hem de Filistin meselesinin yansıtılmasıyla ilgili fikri ve ideolojik görünümün köklü bir değişime uğramasına sıcak bakmıyorlardı.

ışte bu ortak endişe düşman tarafları aynı masanın etrafında bir araya gelmeye yönelten etken oldu.

Halkı Devreden Çıkaran Temsil

1991’de başlayan ve önce gizli sonra açık görüşmelerle yürütülen süreçte Filistin tarafı sıfatıyla masaya oturanlar normalde Filistin halkını ve davasını temsil ettiklerini ileri sürmelerine rağmen bu temsil halkı ve hatta FKÖ’nün Ulusal Konseyi’ni devre dışı bırakmış, müzakereciler birtakım kişisel yönlendirmelerle hareket etmişlerdir. Oysa böylesine önemli bir konuda Filistin halkının ve bu halkı temsil konumundaki teşkilatların yaklaşımlarının da sorgulanması, halkın iradesini yansıtacak mekanizmalarla irtibata geçilmesi gerekirdi. Ama bunların hiçbiri yapılmadı ve süreç küçük bir grubun ret ve kabulleriyle yürüdü. Bu şekilde yürüyen bir süreçte kabul edilen anlaşmalara imza atanların “Filistin tarafı” sıfatıyla bunu yaptıklarını söylemeleri tamamen yanıltmaca ve Filistin halkına haksızlıktır.

15 Yıldır Bir ıleri ıki Geri “Barış (!)” Yolculuğu

Sözde “barış” sürecinde belki Siyonist işgal devleti de kendi açısından birtakım tavizler verme ihtiyacı duymuştur. Ama sonuç itibariyle kazanan her zaman işgal devleti olmuştur. Oslo ılkeler Anlaşması’nın imzalandığı tarihten bugüne geçen süreyi ve bugün ortaya çıkan durumu iyi değerlendirdiğimizde işgalcilerle masaya oturarak çözüm aramakta ısrar edenlerin bugün, başladıkları noktadan daha geride durduklarını görürüz. Böyle olmasının sebebi de yolculuğun sürekli ileriye doğru değil bazen ileri bazen geri olmasıdır. Gelinen durumu geniş çaplı bir tahlile tabi tutarak bir ileri iki geri adım atıldığı iddiasında bulunursak belki mübalağa etmiş olmayız.

Yeni Bir Oyun Hazırlığı mı?

ışgalci Siyonist devlet masa başı pazarlıklarının sürmesi için “Filistin devleti” serabını kullanmaya devam ediyor. Olmert’le Abbas arasında gündeme getirilen son “Raf Anlaşması Projesi”ni iyi değerlendirdiğimiz zaman Filistin devleti vaadinin Nasrettin Hoca’nın borç ödeme nüktesine benzediğini görürüz. Ne var ki Siyonist yönetimin böylesine saçma bir vaadi karşısında Mahmut Abbas’ın ciddi tavizler vermeye ve kendisinden istenenleri kabullenmeye hazırlandığı da hissediliyor. Dolayısıyla Abbas’la Olmert arasında son dönemde sürdürülen pazarlıklar Filistin davası açısından önemli riskler oluşturmaktadır. Bu pazarlığın amacı Filistinlilerin bir devlete kavuşmalarını sağlamak değil devlet serabı karşılığında Kudüs davasını, mültecilerin yurda dönüş haklarını, ayrım duvarı sebebiyle gasp edilen topraklar meselesini, kısacası Filistin davasını tarihe gömmek ve Siyonist işgalin kazıklarını sağlamlaştırmaktır. ışte masa başı pazarlığında geçerli zihniyet budur. Ama Filistin halkının özgürlüğü ve gasp edilen haklarının geri alınması için direnişte kararlı olanlar buna müsaade etmeyeceklerdir.

Filistin Enformasyon Merkezi
13/09/2008
Kâinatın Efendisi;

-SEN YARDIMSIN-

27

16.11.2008, 21:53

BELFUR DEKLARASYONU


[img:300:328]http://img136.imageshack.us/img136/9865/datafilescachetempimgs2lx9.jpg[/img]
Bu deklarasyonun yayınlanması uluslararası Siyonizmin devletleşme sürecinin başlangıcı sayılır.



2 Kasım 2008 Belfur Deklarasyonu olarak tarihe geçen ve uluslararası Siyonizme toprak vaadi niteliği taşıyan deklarasyonunun yayınlanma tarihinin 91. yıldönümüdür. Bu deklarasyonun yayınlanması aynı zamanda uluslararası Siyonizmin devletleşme sürecinin de başlangıcı sayılır.

Zamanın ıngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Belfur tarafından yayınlandığı için onun adını alan söz konusu deklarasyonun önce içeriğine bakmak yararlı olacaktır.

Oldukça kısa olan söz konusu deklarasyonda şu ifadelere yer veriliyordu:

"Haşmetli ıngiliz kraliyet hükümeti, Filistin'de Yahudi halkı için milli bir devlet kurulmasını memnuniyetle karşılıyor. Bu gayeye ulaşmayı kolaylaştırmak için en değerli mesailerini harcayacaktır. şurası açıkça bilinmelidir ki haşmetli kral, Filistin'de bulunan Yahudiler dışındaki milletlerin dini ve medeni haklarına zarar verecek veya Yahudilerin başka herhangi bir ülkede elde ettikleri haklarını ve siyasi nüfuzlarını zedeleyecek hiçbir şey yapmayacaktır."

Kısa da olsa deklarasyonun içeriği ne niyetle yazıldığını ve ne gibi amaçlara yönelik olduğunu çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu deklarasyon ıngiliz sömürgeciliğinin uluslararası Siyonizme, kendisine ait olmayan bir toprağı, bir halkın vatanını peşkeş çekme sözü vermesidir.

Belfur Deklarasyonu bu yönüyle yani ıngiltere hükümetiyle herhangi bir ilgisi olmayan halkın toprağını başkasına vaat etmesiyle insanlık tarihine geçen en önemli utanç sayfalarından birini oluşturmaktadır.

ıngiltere sömürgeciliği yayılmacılık döneminde hâkimiyet alanını genişletmek amacıyla pek çok toprak işgal etti. Ancak bu toprakların genelinde idarî hakimiyeti eline aldı, sonra oranın yerli halkını yurdundan çıkmaya zorlamadan kendi iktisadi ve siyasi çıkarları için kullanmaya başladı. Filistin topraklarını ise tamamen başkalarına peşkeş çekmek, onlar tarafından yurt edinilmesine imkân sağlamak amacıyla işgal etmiştir.

Yahudi azınlıklar Avrupa’da her zaman baş ağrısı olmuştur. Fakat modernleşme ve sömürgeci politikalara dayalı yayılmacılık döneminde bu baş ağrısı daha da artmaya başladı. Çünkü ulusalcı akımların güç kazanmasıyla birlikte antisemitizm olarak adlandırılan Yahudi karşıtlığı etkisini artırır oldu. Avrupa’daki yönetimler muhtelif sosyal sorunların yaşanmasına sebep olan antisemitizmden kurtulmanın yolunu Yahudileri Avrupa’dan çıkarmakta görüyordu. Bunu başarabilmesi için de Avrupa’daki Yahudi azınlıkların yerleşebileceği bir alternatif vatan bulması gerekiyordu.

1897 Konferansı sonrasında Yahudilere vatan bulma çabasına ideolojik çerçeve oluşturan Siyonizmin ortaya çıkması Avrupa’daki Yahudi azınlıklardan kurtulmayı hedefleyen ülkelerin, onların bu konuda üretecekleri stratejilerin önünü açan bir gelişme oldu. 1916 Sykes – Picot Anlaşması’ndan sonra 2 Kasım 1917’de de Belfur Deklarasyonu’nun yayınlanması Yahudilere alternatif vatan bulma planının çerçevesinin çizilmesi girişimidir.

Bu ikisi işin teorik boyutunu oluşturuyordu. Pratiğe dönüştürülmesi ve “Haşmetli ıngiliz Krallığı”nın Yahudilere verdiği vaadi yerine getirebilmesi için 1917’de Filistin topraklarını işgal hareketi başladı.

ışin gerçeğinde bu vaat Avrupa’nın Yahudi azınlıklarına değil uluslararası Siyonizme yapılan vaatti. Bu yolla Siyonizmin devletleşmesinin kapısı açılmış, Yahudilere de Avrupa’yı terk etmeleri için adres gösterilmiş olacaktı.

Tarihin akışına bakılırsa Belfur Deklarasyonu ve ıngiltere’nin Filistin’i işgali ile Hitler’in Yahudi unsurlara karşı takındığı tavrın birbirini tamamladığı görülecektir. Belfur Deklarasyonu planın yumuşak yüzünü Hitler hareketi ise sert yüzünü oluşturmaktadır. ıngiltere söz konusu deklarasyonla Yahudilere adres gösterdi ve gitmelerini kolaylaştırmak için de orayı bilfiil işgal etti. Hitler ise o adrese gitmekte tereddüt eden Yahudileri buna zorlamak için şiddete başvurdu, bir bakıma onları itekledi, sürgün etti.

Siyonist işgal devleti ısrail’in ortaya çıkmasının tarihi perspektifini araştırdığımızda işte bu üç temel üzerine kurulduğunu görürüz. Siyonizm ideolojisinin geliştirilmesi suretiyle Yahudilerin yaşadıkları ülkelerde mağduriyetlerinin sona ermesi için onlara alternatif vatan bulunması. Bu ideolojinin kabul görmesi için dini etkenlerden yararlanılmış ve tarihle bağlantı kurularak özellikle Filistin toprakları tercih edilmiştir. ıngiltere’nin taahhüdü ve Filistin topraklarını işgal ederek Yahudi göçünü, Siyonist terör örgütlerinin kazıklarını çakmalarını kolaylaştırması. Hitler’in şiddete başvurarak Yahudi unsurları Filistin topraklarına göç etmeye zorlaması.

Bugün Filistin halkından en az yedi milyon insan yurtlarının dışında mülteci hayatı yaşıyor, vatanlarında kalanlar da büyük zulüm ve haksızlıklara maruz kalıyorlarsa bunda ıngiltere’nin büyük payı var. Bu felaketin tarihi sorumluluğunu ıngiltere taşımaktadır.

Hitler’in gerçekleştirdiği katliamlardan ve sürgünlerden dolayı Yahudi lobilerinden sürekli özür dileyen, onların önünde diz çöken ve kendilerine tazminat diye büyük servetler ödeyen Batı’nın Filistin halkına yaptığı haksızlığı hiç gündemine bile alma ihtiyacı duymadığını görüyoruz. Bu da Batı’nın ikiyüzlülüğünün, çifte standartçılığının bir göstergesi.


02/11/2008 Filistin Enformasyon Merkezi.
Kâinatın Efendisi;

-SEN YARDIMSIN-

28

28.12.2008, 21:58

Gazze’yi Katletme Operasyonu

[img:300:251]http://img399.imageshack.us/img399/2193/datafilescachetempimgs2rq7.jpg[/img]

ısrail ile işbirliği içinde çalışan Abbas Gazze’yi katletme operasyonunda önemli bir rol üstleniyor.


Abdulhalim Kandil (mısırlı bir yazar)
Londra’da yayınlanan el-Kuds el-Arabi gazetesi

Gazze küçük ve yoğunlaştırılmış bir Filistin’dir. Avuç kadar büyük bir coğrafya parçasıdır. Akdeniz üzerinde bir kıyı şeridi şeklinde uzanan Gazze’nin yüzölçümü 365 km’yi geçmemektedir. Ancak dünyanın en yoğun nüfusuna sahiptir. Bir buçuk milyon Filistinli adeta bir abluka kampında yaşamaktadır. Aslında bunların yarısı Filistin’in diğer kent ve köylerinden gelen mültecilerdir. Gazze halkının, insanoğlunun tahammül sınırlarını aşan çileye karşı gösterdiği direnç Filistin’in hem çektiği çileye hem de Filistin onuruna tanıklık etmektedir.

Gazze’nin çektiği çile dünyanın yüzkaralığına tanıklık etmektedir. Dünya’nın ınsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 60. yılını kutladığı bu dönemde yapılan bir ankete göre Yahudiler ısrail’in insan haklarına en çok saygı gösteren devlet olduğunu iddia ediyor. ısraillilerin yarısına göre ısrail birçok Avrupa ülkesinden daha fazla insan haklarına saygı gösteriyor. Oysa Gazze’ye uygulanan abluka, boğma ve öldürme girişimleri ısraillilerin yalan söylediğine tanıklık ediyor. BM ınsan Hakları Yetkilisi ve Filistin Masası şefi Richard Falk ki kendisi Amerikalı bir yahudi olmasına rağmen vicdan sahibi bir kimsedir, Gazze ablukasını insanlık suçu olarak nitelendirdi. Bunu Amerikalı bir yahudi söylerken bir Arap devlet başkanı ya da yetkilisi bu gerçeği itiraf edemiyor. Filistin Cumhurbaşkanı Mahmud Abbas da bunu, bu gerçeği dile getirmiyor. Oysa Falk ısrail işgal gücü yetkililerinin Uluslararası Cinayet Mahkemesine sevk edilmeleri çağrısında bulundu. Ancak bu çağrıyı kim duyar, kim yargılar?

Gazze’nin çektiği çile, bu çileyle ilgilenmeyerek ve kutsal topraklara gitmeleri için gereken vizeleri alamayan Gazzeli hacıların çilesini görmezden gelerek hac vazifesini eda etmek, menasikleri yerine getirmek, af ve mağfiret dilemek, günah ve veballerinden arınmak için Arafat dağına üç milyon hacı adayını gönderen Arap ve ıslam ümmeti için bir yüz karasıdır. Gazze halkı elektrikten ve bir lokma ekmekten mahrum bırakılırken milyonlarca hacı kurtuluşa gittiğini sanıyor. Oysa Gazze’nin vebali kıyamet gününe kadar bu hacıların ve yakınlarının boynundadır. Bunlara af ve mağfiret olmayacaktır, dualarına icabet edilmeyecektir. Allahu Teala Allah’ı bırakarak kendi hükümdar ve putlarına ibadet eden ve boyun eğen bu zelil ümmetin tabilerinin dualarını kabul etmez, asilerini bağışlamaz!

Gazze’nin acısı hepimizin ihmaline şahittir. Kaçak tüneller olmadan, Avrupalı ve Amerikalı eylemcilerin “umut gemileri” olmadan veya ısrail’in yüzsuyunu kurtarmak amacıyla ara sıra izin verdiği az sayıdaki kamyonlar olmadan Gazze’ye hiçbir şey ulaşmıyor. Nefes aldığımız her saniye Gazze halkı gece gündüz abluka altında inlemektedir. Sanki toplu bir cezaevindelermiş gibi, toplu kıyım kıyısında bekliyorken Arap ve ıslam ülkelerindeki sokaklarda öfke sesleri çok az bir kısmı dışında cılız kalıyor. Sanki Gazze namazı ne farz ne sünnet değil de görmezlikten gelinebilen ya da ne susamışlığı ne de açlığı doyurabilen sembolik olarak eda edilebilen nafile namazlardan biriymiş gibi.

Gazze’nin çilesi bizim kahrolası suskunluğumuzun şahididir. Halklarımızın bir kül çukuruna dönüştüğünün şahididir. Zayıflığımızın, çözümlerimizin azlığının ve insanlara karşı olan ayıbımızın şahididir. Hançerimiz konuşsa da vicdanlarımızın öldüğünün şahididir. Robot gibi bir ümmete, içi boş adamlara ve odun gibi kadınlara dönüştük. Bayramlarla kurbanlarla, dini ritüeller ve metinlerle oyalanan tiplere dönüştük. Bayramlarımız anlam ve gayesini yitirdi. Fedakârlıktan bahsediyoruz oysa biz yerimize çakılmışız. Kalbimiz duymuyor aklımız konuşmuyor. Yüce Allah’ın halis rızasından bahsediyoruz oysa hükümdarlarımızın ayaklarının altını öpüyoruz. Kurban için kuzu ve koyun peşinde koşarken Gazze halkını kendi ellerimizle boğazlıyor, mübarek Filistin’in tümüne düşmanlık ediyoruz. Filistin’den bahsederken aklımıza sadece iki kıblenin birincisi ve haremeynin üçüncüsü gibi tekerlemelerden başka bir şey gelmiyor. Hayatımız haramlar olmadan harama dönüşmüş!

Gazze’nin çilesi yalnızca bir ısrail ürünü değildir. ısrail zaten yapacağını yapıyor. Gazze’yi abluka altına alması, Gazze halkını boğmaya çalışması, Gazze’yi işgal ve istila etmekle tehdit etmesi, buradaki Filistinlilerin hayatını tahammül edilemez bir cehenneme dönüştürmeye çalışması, Filistinlilere bağımsızlığın manasını ve özgürlüğün kıymetinin keffaretini ödetmesi, sınır kapılarını kapatması, Gazze halkına işgalin daha iyi olduğunu ispatlamaya çalışması normaldir. Bütün bunların ısrail eliyle yapılması tabiidir. Çünkü ısrail zaten aşikâr düşmandır. Ancak problem görünen düşmanlarda değil; aksine kendilerini gizleyen düşmanlardadır. Bizim rengimize bürünen, bizim isimlerimizi kullanan, bizim sesimizi ve basınımızı çalan, içlerinden bazıları bereketsiz hacca giden, ıslam’dan ve Hz. Muhammed’den adeta bir tabi, bir veli ve bir halismişcesine bahseden, Gazze’deki Hamas liderlerinden muhacirlerin imanlarının manasını biliyormuşcasına Kureyş’in kâfirlerindenmiş gibi bahseden, sırtlarını Gazze’ye döndüklerinde sanki Yesrib’e hicret ettiğini sanan düşmanlardadır. Halbuki ilgili ilgisiz herkes onların da bu cinayetin ortağı olduğunu biliyor. Gösteriş olarak hacca giden başkan Abbas Gazze’nin abluka altında olmasının kendi çıkarına olduğunu biliyor. Çoğu zaman ısrail kabinesinin resmi sözcüymüş gibi sorunun Filistinlilerin sözüm ona füzelerinden kaynaklandığını ileri sürüyor. Ey Allah’ım! Kendisine Filistin Cumhurbaşkanı sıfatını layık gören bir kimsenin kalp gözü bu kadar mı kör olur! ısrail’le olan ilişkisi Filistin çilesiyle olan ilişkisinden daha güçlü. Allah ve Resulünün emrettiği namaz gibi günde beş defa ısrail’le görüşmelerde bulunurken, gece ve gündüz ısrail’le güvenlik işbirliği için söz ve eylemlerde bulunurken, Batı Yaka’da silahlı fedakâr unsurlara karşı aralıksız takibat başlatırken, başında bulunduğu hareket yalnızca ısrail’in taleplerine mahkûm olmuşken o ısrail’in izniyle nefes alıyor, ısrail’in diliyle konuşuyor, yol arkadaşı olan diğer Arap liderlerine cinayetlerini haklı çıkarmaya, bu liderlerin Gazze’yi boğma cinayetine katılma suçunu gerekçelendirmeye çalışıyor, ihramlıyken (!) dahi problemin ısrail’den değil de Hamas’tan kaynaklandığı değerlendirmesinde bulunuyor. Aynen Yasir Arafat’a komplo kurarak ısrail’in Arafat’ı zehirleyerek öldürmesini sağladığı gibi. Arafat hayattayken onu manevi yönden öldürerek ısrail’in beden olarak Arafat’ı öldürmesini sağladığı gibi. Filistin Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmak için Arafat’ı karargâhına hapsettiği ve acısını katlayarak artırdığı gibi. Gazze’nin çektiği acı Arap hükümdarlarının kaybına şahitlik ediyor. Bu hükümdarlar meşruiyetten yoksun bir şekilde iktidarlarını sürdürmektedirler. Onlar gaspla, talan ve yağmayla hükmediyorlar. Amerika ve ısrail’den başkası onları başa getirmedi. Bunlar ülkemizde saraylarda bekleyen Amerika ve ısrail kuzularıdır. Bunların aslında tek isteği Amerika ve ısrail’in rızasını kazanmaktır.

Filistin davası bunlar için ancak köle pazarında bir takas malzemesidir. Bunların barış girişimleri, toprak karşılığı teslimiyet şeklindeki hevesleri topraksız teslimiyet çağrısına dönüştü. Onların “selameti” karşılığında bir teslimiyet talebine dönüştü. Gasp ettikleri koltuklarda kalma koşuluyla ısrail’e teslim olmaya dönüştü. Bunların Gazze ablukasından endişeli olmaları, abluka konusunda ısrail’e yardımcı olmaları ve Gazze’yi oturdukları koltukları hatırına kurbanlık koça dönüştürmeleri normaldir. ısrail tek başına Gazze’yi boğmuyor. Filistinliler yalnızca ısrail kurşunlarıyla ölmüyor. Tam tersi Arap hükümdarlar bunu önce de sonra da yaptılar. Bunlara yüz karalığı öğreten, Rafah sınır kapısını kapatan, Gazze’nin ablukasını perçinleyen büyük Mısır’ın gaspçı başkanıdır. O da biz de biliyoruz ki Rafah sınır kapısını sürekli açık tutarsa Gazze ablukası sonsuza dek düşer. Rafah sınır kapısı Gazze’nin can damarıdır. Mısır için Nil neyse Gazze için Rafah öyledir. Sınır kapısını kapatmak Nil’i kurutmak gibidir.

Gazze’nin çektiği acı aleyhimize, yüzkaralığımıza şahitlik ediyor. Kardeşleri tarafından kuyuya bırakılan Yusuf’un öyküsü, kardeşleri gibi hüzün kuyularından içmeye terk ettiğimiz Gazze’ye şahitlik ediyor.

filistin enformasyon merkezi

Kâinatın Efendisi;

-SEN YARDIMSIN-

29

28.12.2008, 22:04

yukarıdaki yazıda çok güzel tespitler olduğu için özellikle büyük ekledim...


Mısır'da Hasan El-Bennah'ın cemaati olmasa acaba şuan ayakta durabilir miydi? yılda sadece sayılı yağmur yağan (4-5 kereyi geçmez) bu ülke nasıl bereketli olurdu? koskoca afrikayı besleyen nil nehri acaba böyle bir zulme ortak olan bu ülkeyi besler miydi hiç? hayır tabiki... hüsnü mübarek ve yandaşları bu ülkede iktidarda kaldığı sürece bu zülme ortaklar... şükretsinler ki heryerde olduğu gibi içlerinde inançlı olan salih olan bir cemaat varki onların bereketi ve dualarıyla şuan hala ayaktalar....

selam olsun sana Ya HASAN EL BENNA....
Kâinatın Efendisi;

-SEN YARDIMSIN-

Muha1

Profesyonel

  • "Muha1" bir erkek
  • "Muha1" adlı kullanıcı yasaklandı

Mesajlar: 1,194

Meslek: gazeteci

Hobiler: Kitap ve getirdikleri

  • Özel mesaj gönder

30

28.12.2008, 22:20

ısrail ahh israil ahhh :kızmak2:

Bir gün gelecek o kıydığın canların hesabını vereceksin.
Hayat Saklambaç(sa) Ölüm Sobe(ler)...

" Zulm ile âbad olanın sonu berbad olur! "

31

25.01.2009, 14:06

Mescid-i Aksa hatibinden ıslam Dünyası'na uyarı
Mescid-i Aksa Hatibi ıkrime Sabri'ye göre, dünya Gazze ile uğraşırken ısrail, Mescid-i Aksa'da Yahudileştirmeye hız verdi


[img:250:190]http://img132.imageshack.us/img132/7733/mescidiaksakg2.jpg[/img]

ısrail kuşatması altında bulunan Filistinlilere yardım etmenin ıslam dünyasında gerek yönetenler gerekse yöneticiler açısından dini bir görev olduğunu belirten Mescid-i Aksa hatibi ıkrime Sabri, Arap ve ıslam dünyasının Mescid-i Aksa'nın Yahudileştirilmesi çabalarına karşı tek saf halinde karşı durması gerektiğini ifade etti. Sabri ayrıca, Kudüs ve Mescid-i Aksa'nın Müslümanların kalbinde diri ve canlı tutulabilmesi için ıslam dünyasında bulunan okulların müfredatına konmasını istedi.

Mısır'ın başkenti Kahire'de Ezher Mezunları Derneği'nin düzenlendiği 'Ezher ve Batı….Diyalog ve iletişim' başlıklı toplantının ardından şark'ul Evsat gazetesine yaptığı açıklamada şeyh Sabri, Arap ve ıslam dünyasının sadece Gazze ile ilgilenmesinin riskine dikkat çekerek ısrail yönetiminin Mescid-i Aksa'da Yahudileştirme işlemlerini hızlandırdığına işaret etti.

Sabri, "ısrail yönetimi, bu vahşi saldırılarıyla siyasi bir kazanç elde ettiğini düşünebilir ancak, bu katliamıyla ısrail, gerek Filistinlilerin gerekse dünyadaki tüm özgürlük yanlılarının kalbinde kendine karşı bir nefretin oluşmasına neden olmuştur" dedi.

El-Fatih'le Hamas arasındaki çatışma ve çelişkiye de değinen Sabri, bunun Filistin'e felaketler getirdiğini ve getirmeye de devam edeceğini belirterek, bütün Filistinlilerin hedeflerinin bir olmasından hareketle kriz dönemlerinde felaketlerin birleştirici rolüne işaret etti.

Siyonistlerin Kudüs kentinin Yahudileştirilmesi ve Mescid-i Aksa'nın yok edilmesi konusundaki hedeflerinin halen sürdüğünü belirten ıkrime Sabri, ıslam dünyasının Gazze'de saldırılar sürerken ve insanların dikkatleri katliamlara yoğunlaşmışken ısrail'in Mescid-i Aksa'da yaptıklarından bihaber olduğunu kaydetti.

ısrail yönetiminin Kudüs'ün Yahudileştirilmesi konusunda kimi açık kimi gizli bir takım uygulamalarda bulunduğunu belirten ıkrime Sabri'ye göre, bunların en bariz olanları, Arapların ev yapmalarına ruhsat verilmemesi, evlerinin yıkılması, ruhsat almak için başvuruda bulunanlardan yüksek miktarlarda ruhsat parası istenmesi, bir süre Kudüs dışında ikamet eden Kudüslü Arapların Kudüslü kimliklerinin iptal edilmesi, Kudüs'ün etrafına ayrımcı duvarın örülmesi.

ıslam dünyasının ısrail'in yaptığı aldatıcı açıklamalar ya da yanıltıcı uygulamalarına kanmaması gerektiğini belirten Mescid-i Aksa Hatibi, Kudüs'teki Filistinlilerin bir gün uyandıklarında ortada Mescid-i Aksa namına bir şey görememekten korktuklarını dile getirdi.


Pazar, 25 Ocak 2009 dünya bülteni


Allah muhafaza böyle bir yıkıma gerçekten cesaret edebilirler mi? kazılan tüneller yapılan duvarlar.. çok gizli bir şekilde yürütülen planları... :!:
Kâinatın Efendisi;

-SEN YARDIMSIN-

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir