Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

  • Konuyu başlatan "gulsuner"

Mesajlar: 30

Konum: Hollanda

Meslek: Öğretmen

  • Özel mesaj gönder

1

17.01.2006, 01:32

Hizmet nasıl olmalı? Hulusi Yahyagil

Ehl-i dünyanın, işlerinde olsun, hayatın tanziminde olsun, fazla bilgileri ve tecrübeleri var. Mesela bir müessesede biri müdürdür, diğeri veznedardır, öbürü de müstahdemdir. Statü oturmuş, herkesin o müessese içindeki konumu, pozisyonu ortaya çıkmış, aralarında bir çatışma olmuyor. Çünkü, yönetici, pazarlamacı ve muhasebeci gibi vazifedarlar ayrılmış, maaşları belli olmuş. Zâhiren münakaşa ve müzâhame yok.

Ama dine hizmet edenlerde öyle değil; herkes hizmet pazarında âmisinden evliyasına kadar pazarlamacı olabiliyor. Çünkü kimsenin makamı belli değil, ücret de taayyün etmemiş. Böylece hizmet pazarlamasında rekabet ortaya çıkıyor. Biri diğerine “Benim pazarıma girme” diye itiraz edince, ihtilâf oluyor. Aralarında parselasyon kavgası başlıyor. “Burası benim mıntıkamdır. Daha ilerisi senindir.” diyebiliyorlar.

Biraz bu mevzuu karikatürize ederek anlatalım.

Adam diyor: “Burası benim çöplüğüm.” Çöplükte pazar büyürse, çöplenme çoğalırsa, o çöplüğe artık hidayet güneşi doğar mı?

“Benim çöplüğüm, yakarım, yıkarım, sahama giremezsin!” Ne demek bu! Sanki hizmet parselasyonla olur, manâsında bir telakki oluyor.

Mesela hırlaşanlardan birisi çarşıya çıkıyor, patırtı gürültü kopuyor. Soru sorulabilir: “Ağabey neyi paylaşamıyorlar?” Cevap: “Bu çöplük benim değil mi? Bir çöplükte bir horoz olur. Başkası giremez, söz sahibi olamaz” diyebiliyor adam.

Halbuki hakikat noktasında dine hizmette müsaade almak diye bir şey yoktur, olmaması icap eder. Rekabeti, kıskançlığı, tarafgirliği, istiklaliyeti netice verecek bir hizmet anlayışı yoktur.

Üstad ne diyor: “Eğer makam bir olsaydı çok eller o makama talip olabilirdi. Mesleğimiz uhuvvettir. şeyh ile mürid ilişkisi değil.” Tam yerinden okuyalım: Ne diyor:

“Evet eğer mesleğimiz şeyhlik olsa idi, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıbtakârane bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir. Gıbtakârane müzahameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur; hizmetini tekmil eder.” (Lem’alar, s. 165)

şimdi bir şeyhi düşünün, 80 yaşına gelmiş, ha öldü ha ölecek, şimdi ne oluyor? Halifeler aralarında rekabet hissi yükseliyor. Bu dergah hazretten sonra kime kalacak? Vâris çok, fakat makam bir. Biri şeyhlik postuna oturacak, makamın saltanatını sürecek. Allah Allah, kutbiyet, gavsiyet derken post kavgası başladı. Açık bir rekabet ve sonra çatışma başlıyor. Herkes kabiliyetini, istidadını piyasaya sürüyor.

Biri diyor “Bu post benim hakkımdır. On senedir üç ayları tutuyorum.” Öteki, “O üç ay tutuyorsa, ben bir sene tutuyorum, postu ona kaptırmam.” Al sana rekabet. Diğeri diyor: “Gece kâimim, gündüz sâimim, daima evrad ile tesbih ile uğraşıyorum.” Öbürü, “Ben şöyle yaptım, böyle yapacağım” diyor, bir rekabettir devam ediyor. ışte bu rekabet ve kıskançlık yüzünden hizmetin, ubûdiyetin tadı tuzu kalmıyor. Kafalar kalpler bulanıyor. Bu hususta size bir hikâye:

Vefa Hazretlerinin ismi ıstanbul’da Vefa semtine verilmiş. Onun dergâhında bir şeyhi varmış. şeyh yaşlı, müridlerini topluyor, diyor ki: “Ben öldükten sonra, benim kavuğumu şu görünen rahlenin üzerine koyun. Kim kavuğumu başına geçirirse, bundan sonra bu dergahın mürşidi o olacak.”

Bir müddet geçiyor. Emr-i hak vaki oluyor. Ehl-i kemâl, velâyet ehli biri bu arada şeyhin kavuğunu direğe gizlice bağlıyor. Onun için şeyhin hizmetinde bulunanlardan hangisi elini atıyorsa, bir türlü kavuğu alamıyor. Hepsi “Bu devlet kuşu bana kondu” diyor, amma bir türlü kavuğu alamıyor.

Kavuk aylarca orada kalıyor. “Kim geldi denedi, kim denemedi?” araştırıyorlar; kala kala dergahın sucusu, “Saka kalmış” diyorlar. Saka geliyor, bakıyorlar. Değneğin ucuna kova takılacak sopası olan bir kişi. Herkes “Mürşidlik bunun işi değil” diyorlar ama, şeyhin vasiyetini de yerine getirmek için saka da kavuğu almayı deneyecek. Çağırıyorlar, geliyor, “Bismillah, Allahuekber” diyor. O kavuğu alıp başına geçiriyor.

Evet tarikatta makam var ki, makam demek çatışma demektir. Risale-i Nur’da ise makam yoktur. Buna mukabil Risale-i Nur’da uhuvvet ve kardeşlik vardır. Uhuvvetteki makam geniştir. Risale-i Nur’un mesleği uhuvvettir, kardeşlik mesleğidir. Bir Nur kardeşinin istidat ve anlayışı senden daha ileri ise, onu Cenâb-ı Allah’ın hizmete bahş ettiğini bil. “O kardeşim, aşkı ile, hamiyet ile, gayreti ile hizmeti omuzuna almış gidiyor. Değil mi ki o benim davama hizmet ediyor, onun ayağının kirini, ben kendime şerbet olarak kabul ediyorum” de. ışte o hâlet-i ruhiyeye çıkmak lazım. Allah bizi böyle kâmil yapsın. Âmin.

Allah korusun, nefs-i emmarenin çok desise ve hilesi vardır. Mesela “Ben burada hizmet ile meşgulüm. Sen de Almanya’da çalış, buraya gel ve hizmette öyle çalış ki, bizi Türkiye’de hizmette sollama ve geçme, olur mu?” Yahu bunu hazmedemeyecek kadar çekememezlik olmamalı. “Gel Almanya’dan buraya hizmet et ama, beni geçme” denir mi? Böyle çiğlik olmaz. Ya “Beni geçersen bil ki, kan temizler!” Ne demek bu, Allah korusun. Halbuki onun hizmeti ile şâkirane iftihar etmek, kardeşinin hizmetini, kâbiliyetini, meziyetini kendi kâbiliyetin, meziyetin olarak bilmen ve şükretmen lazım. “Allaha şükür, Allah bu kardeşimi benim imdadıma, yardımıma gönderdi. Onun meziyeti benimdir, onun hizmeti benimdir, onun gözü benim gözümdür, onun himmeti, benim himmetimdir” demen lâzım.

Ayrıca aynı cephede bir ruh taşımak lazım. şöyle yapacaksın ve diyeceksin ki: “Senin kabiliyetin benden ziyade ise ki, hakikatiyle hakikattar Nur talebesi olarak ben hizmette senin kabiliyetini görüyorum, aşkını fark ediyorum. Ben bunu ruhen teneffüs ediyorum, Elhamdulillah. Allah senden ebediyen razı olsun, hizmete kuvvet veriyorsun, seninle hizmet ve dava genişliyor, seninle iftihar ediyorum” diye kalben, şükren Cenâb-ı Allah’a niyazda bulunmak, “Elhamdülillah bu kardeş Allah’ın ikramı ve ihsanıdır “ demek icap ediyor. Eksikliğini gördüğüm zaman “Eksikliği benim hizmetimin noksanlığıdır, öyleyse hizmetini ben tekmil edeceğim, onu tamamlayacağım, tahakkümle değil, lutufla ıslahına çalışacağım.” demelisin.

Üstad bunu şöyle ifade ediyor: “Muhabbet ile adavet ikisi bir kalpte cem olmaz, içtima olmaz. Bir kalpte muhabbet olduğu zaman o kalpte adavet hakikatiyle bulunamaz.” Peki ama o kardeşin eksikliği ve noksanlığı var, o zaman ona acımak lazım, düşmanlık olmamalı. Adavet acımak suretine dönmeli. Kardeşini sevmeye mecbursun, eksikliği, nakıslığı, noksanlığı varsa ona düşman olamazsın. Ona kin besleyemezsin, ona adavet edemezsin. Yapacağın en güzel haslet ona acımaktır. Onu tashih etmeye gayret göstermektir. O tashih de tahakkümle, töhmet ile olmaz. Ancak lütuf ile olur, yumuşaklık ile olur.

Bir Nur Talebesi, kardeşinin eksikliğini tamamlayacak, gediği varsa kapatacak, söküğü varsa dikecek, yarığı varsa tamir edecek. Allah yardım etsin. Dikkat edin, eğer bir kardeşinin yüksek sıfatları var, güzel hizmetleri var, güzel hususiyetleri var da, o kardeşinin o meziyet ve kabiliyetlerinden rahatsız oluyorsan, sen çok çiğsin. Daha doğrusu kelek ve kabaksın. Git kendini tekmil et, anlıyor musun? Kardeşinin meziyetinden, kabiliyetinden dolayı içinde bazı mikroplar nüksediyorsa senin mesleğinde, senin dünyanda nâkıslık var. Kendi niyetini düzelt.

Bakın Hüsrev Abi gelmiş, Hafız Ali Ağabeyi üç ayda geçmiş. Hüsrev Ağabeyin hattı çok güzel, Hafız Ali Ağabeyin hattını Osmanlıcada üç ayda geçmiş. “Seni geldi geçti” deyince “Memnun oldu” diyor Üstad: “Kalbine nazar ettim, sun’i değil, ciddi lezzet aldı ve memnun oldu. ıstikbalde bu his büyük hizmet verecek.”

ışte gerçek Nur Talebesinin koordinatları budur. Üstad mânevî vâris tâbirini kullanıyor ki, mânevî varis kimdir? 1. Ruh 2. Ceset. Tek bir ruh olacaksın, kardeşinle teneffüs edeceksin. Kardeşinle telezzüz edeceksin. Kardeşinle Allah rızası için tekeyyüf edeceksin. Keyf alacaksın. Senin simana bakınca içim açılıyor. Senin hizmetini görünce benim hamiyetim kabarıyor. Sana bakınca benin şevkim ziyadeleşiyor. Allah bizi böyle hâlis yapsın. Çiğ, nâkıs vasıfların esiri yapmasın! Risale-i Nur hizmetinde mürşitlik yok, üstadlık yok, ne var? Muavin ve müzâhir olmak var. Hizmeti tekmil etmek var. Kardeşinin hizmetini tekmil etmek, onu tenkit etmemek, onun eksikliğini tamamlamak, ona muin, ona müzâhir olmak.

Ben size bir şey söyleyeyim mi, bir sır söyleyeyim mi? Nur Talebesinde uhuvvet ruhu gelişmezse o Nur Talebesinde marifet sırrı da gelişmiyor, açılmıyor. Çünkü uhuvvet, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisinin ruh-u manevisi hükmündedir. Uhuvvet, davanın kayyumu manasındadır. Uhuvvet ruhu çökünce Risale-i Nur’un şahs-ı manevisine de, alakadarlık noktasında gelen füyuzât artık gelmiyor. Risale-i Nur Talebesi Risaleyi okuyor, malumatı artıyor. Fakat marifeti, istikameti ve ihlâsı artmıyor. Cenab-ı Hak bu vartalardan ve bu tehlikelerden hepimizi muhafaza etsin.

Uhuvvet ruhu gelişmeyen bir Nur Talebesinde yalnız mâlûmat gelişse, o zaman onunla tahakküm yapar, sanki gardiyan olur. Elinde bir düdük öttürür, yatılacak, kalkılacak, Allah korusun. Cenab-ı Hak bu vartalardan da bizi muhafaza etsin. ışte bu müthiş marazın merhemi ihlâstır. Yani hakperestliği, nefisperestliğe tercih etmek. Hakkın hatırı, nefsin ve enaniyetin hatırına galip gelmekle “ın erciye illâ alallah” sırrına mazhar olur.

Hadis-i şerif var. Peygamberimiz diyor ki: “Hakperestlik, insaf dinin yarısıdır.” Hakkın hatırını nefsin hatırıyla karıştırmamalı, Hakkın hatırı nefsin ve enaniyetin hatırına galip gelmesi lazım. Bu yaranın çâresi ise ihlâstır. Hakperestliği nefisperestliğe tercih etmek, nefsin ve enaniyetin hissiyatını tercih etmemektir. Evet, “ın erciye illâ alallah” sırrına mazhar olup, nastan gelen maddî ve mânevî ücretten istiğna etmek. ışte bu çok kıymetli ecir ve ücreti Allah’tan isteyecek. “Allah bilsin, yeter” diyecek. “Teveccüh-ü ılahi yeter, yalnız Rabbim kabul etsin.” Üstad ne diyor? “O kabul etse, bütün dünya reddetse ehemmiyeti yok.” Evet yalnız Allah kabul etsin. Eğer O reddetse de bütün dünya seni alkışlasa, kaç para eder? Demek ki bizim esas kalıbımız, temelimiz ihlâstır. Temel standartlarımız, hulûsiyettir. Allah’ın rızasını tahsil etmektir, Allah bilsin, Allah sevsin, yeter.

Ayrıca sahabelerin senâ-yı Kur'âniyeye mazhar olan îsar hasletini kendine rehber etmek. Yani hediye ve sadakanın kabulünde başkasını kendine tercih etmek. Hem hizmet-i diniyenin mukabilinde gelen menfaat-i maddiyeyi istemeden ve kalben talep etmeden, sırf bir ihsan-ı ılahi bilip, nastan minnet almayarak ve hizmet-i diniyenin mukabilinde de almamaktır.

Pakistan’da biliyorsunuz bir tebliğ cemaati var. Bu tebliğ cemaatinin başında bulunan, onların müderrisi dokuz sene Medine’de kalmış. Huzur-u Resulullah’a (a.s.m.) geliyor. Peygamberimize “Ben dinim ıslama hizmet etmek istiyorum” diye Peygamberimizin mânevî huzurunda dua edip niyaz etmiş, dilekte bulunmuş, “Bana bir usul ikram buyurun” diye yalvarmış. Peygamberimizin mana âleminden “ışte sana saadet” tarzında ve bir manada emir vermiş.

Tebliğ cemaati, dini cemaatler içerisinde hâlis bir cemaattir. Tebliğ cemaatinin bazı düsturları Risale-i Nur cemaatinin düsturlarına benziyor. Meselâ birisi siyasete girmemek, ikincisi ıslam âleminde ihtilâflı konuları açmamak ve konuşmamak, üçüncüsü de iktisat ve istiğna.

Onların müderris ve allamelerinden kâmil bir zat hediye de kabul etmiyormuş. Bir gün talebelerine ders veriyorken, yaşlı aç bir ihtiyar dersten sonra kalkmak istemiş, yere yığılmış. Açlıktan içi geçmiş. Sonra kendini topluyor, fakat konuşmaya mecali yok. Hemen talebelerinden birisi “Hocam bu ihtiyar aç” diyor. O talebe zengin biri imiş, hemen kalkıyor, çıkıyor, bir sini yemek hazırlıyor. Ders bitmiş hoca ihtiyarla beraber dergâhına çekilmiş. Kapıyı çalıyor, siniyi getirip hocasının önüne koyuyor. “Hocam buyur” diyor. Hemen geri çıkıyor, Hoca diyor ki: “Biz senin bu getirdiğin yemeği yemeyiz.” “Niçin hocam” diyor. “Evladım sen buradan kalkıp gidince yemek getireceğini nefsim hissetti. ıçime doğdu. Nefsimizin bir payı karıştı evladım, al yemeği götür.” Çocuk tepsiyi alıp “Baş üstüne üstadım” diyor. Tepsiyi alıp geri çıkıyor. Çocuk zeki, bir dakika sonra tekrar kapıyı çalıyor, içeriye giriyor, “Hocam buyurun” diyor. “şimdi getir, yiyeceğiz.” Çünkü çocuk yemek sinisiyle gidince anladı ki, bu yemek elden gitti. Bir dakika sonra yemek gelince, “Tamam” diyor. “Bu fıtri oldu” diyor.

ışte hizmetin mukabilinde maddî ve mânevî ücret beklememek. Risale-i Nur hizmetinde maddî, mânevî, dünyevi hiçbir şey beklememek. Uluhiyetin kölesi, risaletin esiri olmak, köle olmak, hizmetkârlık fi sebilillah olacak, ne dünya, ne ukbâ hizmeti mukabilinde dünyada bir şey istenmemeli ki, ihlâs kaçmasın. Çendan hakları var ki, ümmet onların maişetlerini temin etsin. Hem zekata da müstehaktırlar. Fakat bu istenilmez, bazen verilir. Verildiği vakit de “Hizmetimin ücretidir” denilmez. Mümkün olduğu kadar kanâatkârane daha müstehak olanların nefislerini kendi nefsine tercih etmek “Ve yu’sirûne alâ enfüsihim” sırrına mazhariyetle bu müthiş tehlikeden kurtulup ihlâsı kazanabilir. “Vemâ a’lerresuli ille’l-belağ” sırrına mazhar olup hüsn-ü kabul ve hüsn-ü tesir ve teveccüh-ü nâsı kazanmak noktalarının Cenab-ı Hakkın vazifesi ve ihsanı olduğunu ve kendi vazifesi olan tebliğde dahil olmadığını ve lazım da olmadığını bilmekle, hatta mükellef de olmadığını bilmekle ihlâsa muvaffak olur.

Bakın enteresandır: “Ben konuşayım, ben hizmetle meşgul olayım, benim hizmetim milletin âleminde, kalbinde, ruhunda kabul görsün, millet güzel bir şekilde kabul etsin. Benim sözüm tesir etsin, benim hizmetim efkâr-ı ammede müessir olsun. Nasın teveccühü bana olsun. Herkes bana teveccüh etsin” diyenlerin kulakları çınlasın! Dikkat edin!

Hüsn-ü kabul bir, teveccüh-ü nas iki. Bunlar tebliğe dahil değil, lazım da değil. Ne hizmetin dahilindedir, ne de lazımında. Bununla mükellef değilsin. Sadece tebliğdir sana ait olan. Üstelik bunlar ihlâsı bozar. Vazifen değildir nâsı etrafında toplamak. Sana âit değildir, o meşiet-i ılahiyeye bakar. Sen vazifeni yap, vazife-i ılahiyeye karışma, haddini aşma. Bunlardan şu netice çıkıyor, her zaman muvaffakiyet, her zaman o hizmetin sâfi yapıldığının göstergesi, alâmeti değildir. Bir cephede muvaffakiyet olabilir, o ayrı bir şeydir.

Ama bazen Cenab-ı Hak muvaffakiyet ile hulûsiyeti cem edebilir. Mutlaka, her muvaffakiyetin içerisinde ihlâs vardır denilemez. Her muvaffakiyetin içinde, ihlâs yok da denilemez. Cenab-ı Hakkın tevfiki refik olursa, hâlisane çalıştın mı, Cenab-ı Hak tesir verebilir. Birçok nebinin ümmeti birkaç kişi veya yok. Bazen çok hâlisane olursun, ama Cenab-ı Hak tesir vermez. Öyleleri var ki ihlâsla çalışmışlar, senelerce dini tebliğ etmişler, hiç ümmeti yok veya az. Cenab-ı Hak bu vartalardan bizi muhafaza etsin. Hüsn-ü tesir, hüsn-ü kabul, teveccüh-ü nas vazifemize, tebliğe dahil değildir, lazım da değildir. Çünkü sen mükellef değilsin. Sen sadece vazifeni yap. “Sana lâzım hareket, netice Allah’ındır.” Allah’ın vazifesine karışma, vesselam.

Sen yalnız tebliğ vazifesiyle söyle. Tesir Cenab-ı Allah’a aittir. Ama bir gün bakarsın ma’rifet oku, onun kalbine isabet eder. Kalbi, aşk-ı ıslamiyetle tutuşur. Hamiyet-i ıslamiye ile ayağa kalkar. Yeter ki sen fisebilillah okunu at, konuş.

Ebu Cehil Resulullah’ın düşmanı idi. Bir rivayette Peygamberimiz (a.s.m.) buyuruyor ki: “Benim de firavunum Ebu Cehil’dir.” Peygamberimiz risalet gözüyle onun daire-yi imanını, ıslâmın en baş düşmanı olduğunu bildiği halde, bir rivayette Peygamberimiz altı yüz kere Ebu Cehil’e ıslam dinini tebliğ etmiş.

Tebliğ farzdır. Bizim vazifemiz tebliğdir. Allah rızası için, ibadet niyeti ile biz hakikati terennüm eder ve söyleriz. Sonrası muhatabın kendi irâdesine bakar. Kur’an öğüttür ve muttakiler içindir. Kim ondan ibret almak isterse, o alır. Kim teveccüh ederse, feyzinden o istifade eder. Lakayt, lâubali olur ve dinlemeyebilir, ama senin vazifen anlatmaktır. Davette tekrarın tesiri, te’kidi var. Allah, dilerse, hikmeti iktiza ederse dinletir. Sen tebliğcisin, anlatmaya mecbursun. Fakat, cebir ve şiddet yok.

Bazen adam için diyorsun: “Bundan ne köy olur, ne kasaba. Anlatırım, anlatırım anlamaz. Bırak yahu nefesimizi tükettik.” Böyle deme. Bu, tecrübe vaziyeti almak olur ki, sû-i edeptir. Sen yalnız anlat. Çünkü tebliğe mecbursun. Tesirde, neticede senin hakkın yoktur. Meşiet-i ılahiyeye karışma.

Sual: “Her şeyden evvel bize lazım olan nedir?” Cevap: “Doğruluk, iman, ihlâs, takva, tesânüd ve bunlarda sebat.” Bir hadis-i şerif var: Peygamberimiz üç kere “ıslamiyet istikamettir” buyurmuş. “Velayet-i içtimainin verilmesi için cemiyete en lazım, en ihtiyaç doğruluktur. ımanın mahiyeti ise sıdktır. Hayatımızın bekâsı, imanın ve sıdkın bekâsı ve devamı iledir.

Bu asırda ıslam âlemi çok perişan, iş ciddiyeti, yaşam ciddiyeti yok. Yirmi kişiden ancak bir iki kişiye itimat edilebiliyor. Yüzde doksanı itimatsız. Güven yok. Ben böyle söylerken biraz mübalağa olsa bile, camide evliya, ticarette eşkıya gibi olanlar, nasıl çarpayım, çırpayım diye uğraşır. Parası yok, sıkıntılı adam, geliyor ödünç istiyor. Karz-ı hasen. Aynı kedi gibi. “Söz veriyorum, şu kadar istiyorum, şu zamanda vereceğim.” Zaman doluyor gelmiyor, gidiyorsun, kedi olan o kişi aslan kesiliyor. “Ne oldu, kıyamet mi koptu, veririz, Allah’ın günü bitti mi?” diyor. Doğruluk şart, hayatın bütün ünitelerinde sıdkın, doğruluğun esas alınması lazım.

Hele siyasette lafızlar ters dönüyor. Vaad ediyor, vaad ettiği iş olmuyor. Cemiyetin kayyumu olan değerlerde dehşetli erozyonlar var. Bakın sahabeler bir gün, taaccüp manasında soruyorlar: “Acaba Müslüman korkak olabilir mi?” Efendimiz buyuruyor ki: “Olabilir.” ıkinci bir soru tevdi ediliyor: “Müslüman cimri olabilir mi?” Evvela şunu söyleyeyim. Sahabe ne diyor, “Anam, babam, canım sana feda olsun, ya Resulullah” diyor. Bu korkmamaktır. şimdi cimriliğe gelelim. Fisebilillah nefsini verecek, enerjisini verecek, hayatını verecek, malını verecek, izzetini, servetini fisebilillah verecek. O zaman cimri olabilir mi? Fakat “Olur” deniyor. “Peki ya Resulallah, Müslüman yalancı olabilir mi?” Buyurdular: “Müslüman yalancı olamaz.”

Bugün küfrün esası yalandır. Küfür yalancılık üzerine kurulmuş, Müslüman yalancı olmaz ve olamaz. Cemiyet hayatımızın mânevî bekâsı onlar olduğu zaman Cennet vardır. Onlar olmadığı zaman hiçbir şey yoktur. Hayatımızın bekası, her şeyin devamı o şeyin zâtından daha kıymetlidir.

ıslâmiyetin devamı, ıslâmiyetin bekası için üç şart sayıyor. Biri iman, biri sıdk, biri tesânüt. Bakın iman işin kayyumu, esası odur. O varsa herşey var, o yoksa hiç bir şey yok. Bütün kâinatın sahibi ve mâliki olan tek bir Allah’a itikat ve ibadet bu bir. Sen cemiyet hayatını düzeltmek mi istiyorsun? Sağlıklı bir içtimâî yapı mı istiyorsun? Evvela imanı kalplere, gönüllere nakşet. ıman hizmetine koş. Çünkü o varsa her şey var. O yoksa hiçbir şey yok. Saadet-i ebediyenin anahtarı imandır. Ön şartı nedir? Yine imandır. Ebedi hayatı kazanmaktır. ıki sıfat sayıyor, biri tesanüt, biri sıdk. ıçtimaî hayatında kayyumu sıdktır, doğruluktur. Müslüman doğru olacaktır.

Tesanüt de uhuvvet-i ıslamiyeyi temsil ediyor. ıki ceset, bir ruh gibi. ıki tane gözün var ama, tek görüyor. Elin var ayağın var, birbirinden farklı, ama hepsi bir ruhun azası. Ruhun tekmiline kuvvet veriyor. Öyle ise ıslam dünyasında muhabbetin tesisi için, cemiyetin maddî ve mânevî bekâsı için, evvela kuvvetli imana, ubudiyetimizin kabulü için ihlâsa ihtiyacımız var. Fakat içtimaî, âfâkî, siyâsî cemiyetin de doğruluğa çok ihtiyacı var.



Hulusi Yahyagil

http://www.nurpenceresi.com dan alinmistir

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir