ıslam Yaşar'ın kaleminden...
ıslam YAşAR
Zübeyir Gündüzalp'i anarken
Bediüzzaman Said Nursî...
Risâle-i Nur Külliyatı...
Bizim kuşak, ilk olarak yetmişli yıllarda duydu bu kelimeleri. Yaşadığı yer veya içinde bulunduğu çevre itibariyle daha önce haberdar olanlar da ancak o yıllarda idrak etmeye başladılar.
Bize göre başlangıçta sadece birer kelime grubuydu onlar. Telâffuzları zor, mânâları ağırdı ama terennümleri cazipti. ıçlerindeki Said ve Nur kelimelerine âşinâ olsak da tek başlarına bir mânâ veremiyorduk.
O zamanlar ülkeyi saran siyasî çalkantılar yüzünden sağlıklı düşünme imkânınız yoktu. Gençliği hedef kitle olarak seçen birbirine zıt fikir hareketleri, yalnız meydanları değil zihinleri de bir nevi çatışma alanı haline getirdiklerinden kimseye güvenimiz kalmamıştı.
Gerçi öğretmenlerimizin ve devlet büyüklerimizin zorla kabul ettirmeye çalıştıkları resmî bir görüş vardı. Bazı arkadaşlarımız da bizi içinde bulundukları fikir akımlarına veya yakınlık hissettikleri dünya görüşlerine çekmeye çalışıyorlardı.
Üstelik resmî ideolojiye intisap etmek, fikir guruplarına girmek bize maddî mükellefiyetler yükleyip mânevî mesuliyetler getirmiyor, aksine kolayca imkân ve itibar sahibi olmamızı sağlıyordu.
Buna rağmen biz, emsallerimizin ekseriyetinin aksine hislerimizi saran merak saikasıyla yine de zor ama cazip olanı seçmiş ve mânâsını bilmediğimiz, telaffuz etmekte zorlandığımız o terkiplerin derinliklerine dalmaya meyletmiştik.
Normal şartlarda, önce Bediüzzaman Said Nursî’yi tanıyıp ardından Risâle-i Nurları okumamız gerekiyordu. Eğer kabullenirsek sıra öğrendiklerimizi hayatımıza aksettirme safhasına ancak ondan sonra gelecekti.
Fakat öyle olmamıştı. ıçinde bulunduğumuz çevrelerin ve arkadaş gruplarının fikrî tehacümleri yüzünden onların karşısına güçlü bir fikirle çıkma ihtiyacı hissedince ikisini birden yapma kararlılığıyla harekete geçmiştik.
Bu maksatla elimize geçen her kitabı okumaya, bilgi sahibi insan bulursak sormaya başlamıştık. Üçüncü isimler, işte o zaman çıkmıştı karşımıza.
Üçüncü isimler, yani Nur Talebeleri.
***
Hulusi, Tevfik, Sabri ....
Hafız Ali, Tahirî, Hüsrev ....
Abdullah, Sungur, Bayram ....
Ve... Zübeyir.
Diğerlerinin aksine, hep bildiğimiz, duyduğumuz isimlerdi bunlar. Kendilerini tanımasak da adlarına âşinâydık. Onlar medar-ı bahs olduğunda çevremizdeki benzerlerinden birilerini hatırlayarak bir kanaat sahibi olmaya çalışıyorduk.
Lâkin mezkûr terkiplerle üçüncü isimleri birlikte mütâlâa ettiğimizde zihnimiz karışıyordu. Zira Bediüzzaman Said Nursî ile Risâle-i Nur külliyatı arasında bir irtibat kurabiliyorduk. Biri müellif, diğeri de telif ettiği eserlerdi. Ama ikisinin arasında bulunan üçüncü isimlere bir mânâ veremiyorduk.
Onların aralarındaki münasebet; yazar, eser, okuyucu ilişkisine de pek benzemiyordu. Ortada fevkalâde bir hâl ve hadiseler silsilesinin olduğunu anlayıp meseleyi bu cihetiyle mütâlâa edince bizi cezbeden câzibenin esrarı çözülmeye başlamıştı.
“Nurculuk, şahlanan bir iman tezahürüdür.”
Üçüncü isimlerden biri, böyle tarif etmişti tanımaya çalıştığımız hareketi. Gerçekten de Nurcular, gücünü Hak’tan alan ve sadece haklı hareketlere mahsus müspet mecralarda halka doğru akan bir iman inkılâbıydı.
Bu hareketin halkla irtibatını da üçüncü isimler sağlıyordu.
Birinci grupta yer alan ve ekseriyeti Barlalı, Ispartalı olan isimler, Bediüzzaman’ın velut bir şekilde irticalen söylediği hakikatleri dikkatle yazarak Nurların telif edilmesine yardımcı olmuşlardı.
ıkinci grubu meydana getirenler de ekseriyet itibariyle Isparta ve köylerinde mukim insanlardı. Onlar da yazılan Risâleleri istinsah ederek, yani el yazısı ile çoğaltarak elden ele yayılıp intişar etmesini sağlamışlardı.
Üçüncü grubu teşkil eden ve memleketin değişik yerlerine mensup olan sîmalarsa, Risâle-i Nurları gruplar hâlinde muntazam bir şekilde okuyarak Nurların halka malolmasına zemin izhar etmişlerdi.
Risâle-i Nur külliyatının telif ve intişar etmesi, Nur hareketinin de hayat bulması için bu grupların varlığı elzemdi. Zaten bu beraberliğin, Said Nursî’nin hayatı boyunca devam etmesi de bu fıtrî hâlin tezahürü idi.
Bediüzzaman vefat edince, ihtilâlcilerin de tazyikiyle bu temel unsurlar arasındaki insicam bozuldu ve bir bakıma fetret devri başladı ise de fazla uzun sürmemişti.
Zira, vezir girmişti devreye.
Vezir, yani Zübeyir Gündüzalp.
***
Ona bu sıfatla ilk defa Said Nursî hitap etmişti.
1952 yılında beynelmilel bir toplantı için Türkiye’ye gelen Pakistan Eğitim Bakanı Ali Ekber şah, toplantıdan sonra Salih Özcan’la birlikte Emirdağ’a gelip Bediüzzaman’ı ziyaret etmişti.
O da ikinci gün Ekber şah’ı uğurlamak için otobüse binerek şehrin dışına kadar ona eşlik etmişti. Geri dönmek üzere birkaç talebesi ile birlikte otobüsten indiği sırada Zübeyir’in oraya geldiğini görünce lâtife etmişti:
“Bir veziri uğurladık, başka bir veziri karşıladık.”
O gün Zübeyir’in başını önüne eğerek dinlediği, diğerlerinin de şaka zannıyla gülüp geçtikleri bu söz, Bediüzzaman vefat edince hayata geçmiş ve onda bir nevi vezirlik halleri tezahür etmeye başlamıştı.
Defin işleri tamamlanıp mânevî vazifeler yapıldıktan sonra, cenazeye iştirak eden on binlerce insanla birlikte Nur Talebelerinin ekserisi de memleketlerine giderek işlerinin ve hizmetlerinin başına dönmüşlerdi.
Sadece Zübeyir, Bayram, Abdullah gibi birkaç kişi kalmıştı mezarın bekçiliğini ve bakımını yapmak üzere. Bir süre sonra hizmetlere yardım etmek üzere Bayram da Isparta’ya gitmiş ve hadisât, ihtilâle kadar bu minval üzere devam etmişti.
ıhtilâlden sonra, Nur Talebelerini bir araya getirebilecek her türlü vesileyi ortadan kaldırarak aralarındaki irtibatı kesip Nur hareketini dağıtmayı plânlayan ihtilâlciler onları Urfa’dan zorla çıkarmışlardı.
Aslında onların da gidebilecekleri yerleri ve oralarda kendilerini bekleyen aileleri vardı. Lâkin onlar, memleketlerinden ziyade bazı hizmet mahallerine gitmeyi tercih etmişler, Abdullah Adana ve Antep taraflarında kalırken Zübeyir Isparta’ya dönmüştü.
Pek çok yer gibi orada da hizmetin mahallileşmeye başladığını gören Zübeyir, bu gidişata müdahale etmek isteyince cemaat mensubu bazı kişilerden tepki görmüş, emniyet kuvvetleri tarafından da şehirden çıkarılmıştı.
Bunun üzerine o da bir süre Eskişehir taraflarında kalarak izini kaybettirdikten sonra, Ankara’ya gitmiş cemaati orada derleyip toparlama çabası içine girmiş, netice alamayacağını anlayınca ıstanbul’a gitmişti.
Teknik imkânlar ve hizmet elemanı bakımında ıstanbul sâir şehirlerden daha iyi durumda olduğu için oradaki Nur Talebeleri ile birlikte önce Risâlelerin neşir faaliyetlerini tanzim etmiş, ardından da bazı evlerde dersler başlatmıştı.
Polisler sık sık matbaalara ve evlere baskınlar yapsalar ve kendilerini götürüp günlerce nezaretlerde bekletseler de hizmetlere engel olamamışlardı. Fakat Zübeyir bunlarla iktifa etmemiş, ‘vâris’ sıfatı taşıyan Nur Talebelerini bir araya getirerek cemaatî meselelerin müzakere edildiği bir istişare heyeti meydana getirmeye çalışmıştı.
Herkes onu ‘Fenafi’l-Üstad’ vasfıyla bildiği ve Bediüzzaman’ın yanındaki değerine vâkıf olduğu için bu heyeti teşekkül ettirmekte fazla zorlanmamış ve -birkaç istisnanın dışında- onlarla ortak hareket etmeye başlamıştı.
Ondan sonra Nur hizmetini; belli esasları olan sistemli bir fikir hareketi hâline getirmek için Risâle-i Nur külliyatından çıkardığı hizmet prensiplerini toplayıp geliştirerek Hizmet Rehberi’ni teşekkül ettirmişti.
Artık sıra Risâle-i Nurları matbuât lisânıyla doğru bir şekilde anlatarak bazı radyo, gazete, dergi gibi mevkutelerle yapılan maksatlı yayınların, zihinler üzerinde bıraktığı menfi kanaatleri silmeye gelmişti.
Önceleri milliyetçi ve mukaddesatçı kadroların çıkardığı gazeteler vasıtasıyla bunu yapmak istedi ise de onlardan beklediği yakınlığı bulamayınca, Nur hareketinin nâşir-i efkârı olacak gazete, dergi ve kitaplar çıkarma cihetine gitmişti.
Fakat o, en güzel hizmeti ve müessir mukavemeti, büyük müesseselerden veya vasıfsız kalabalıklardan ziyade iyi yetişmiş insanların yapacağının farkındaydı. Onların da ancak çok okumak suretiyle yetişeceklerini biliyordu.
Onun için ‘Okumak, okumak, okumak. Yine okumak. Okumaktan yorulunca ne okuduğunu okumak. Veya kitâb-ı kebîr-i kâinatı okumak’ diyerek herkesi her vesile ile okumaya teşvik etmişti.
Zira istidatları inkişaf ettirmenin yolu okumaktan geçiyordu. Esas olan elbette çok okumaktı, ama o zamanın şartlarının bunu zorlaştırdığını hissettiği için az da olsa devamlı okumayı tavsiye etmişti.
Ona göre ancak okuyan insan düşünür, düşünen insan murakabe, muhakeme, muhasebe eder, meselenin neden ileri geldiğini anlar ve lâzım olan tedbirleri sükûnet içinde alma cihetine giderdi.
Müslümanların kitabî bir medeniyete mensup olmaları da bunu iktiza ediyordu.
Zaten Nur hizmetinin bütün mâkul vasıtaları kullanarak her seviyeden insana hitap edebilen cihanşümul bir imanî ihya hareketi hâline gelmesi de Nur Talebelerinin bu fıtrî tekâmül hamlelerine hassasiyetle riâyet etmelerinin neticesiydi.
Kader bunun için Zübeyir Gündüzalp’i tavzif etmiş, o da hayatını vakfederek vazifesini hakkıyla yerine getirmişti. Nitekim biz, onun çıkmasına vesile olduğu gazete sayesinde tanımıştık Said Nursî’yi.
Risâle-i Nur’u da onun yaptığı okuma tahşidâtından hız alarak okumaya başlamıştık.
***
Sadece dâvâsı için yaşayan bir insandı Zübeyir Gündüzalp.
Yıllarca zamanın zorlukları ve tağutları ile değil, bazı müzmin rahatsızlıklarla da mücadele etmişti. Fakat hiç birinden bir sefer bile şikâyet etmemişti.
2 Nisan 1971 tarihinde aramızdan ayrıldığında daha 51 yaşındaydı.
O günlerde Risâleler gizli de olsa muntazaman neşrediliyor, memleketin hemen her yerinde haftanın muayyen günlerinde dersler yapılıyordu. Nurcuların sayısı milyonlarla, basılıp dağıtılan Risâlelerin adedi ise onların birkaç misli ile ifade ediliyordu.
ıhtilâlcilerin ağır tazyiklerine ve sivil bezirgânların tahriklerine rağmen Nurcular müsbet hareket çizgisinden ayrılmamışlar ve siyasî sahada isabetli kararlar vererek cemaatlerinin yanı sıra memleket istikrarına da yardımcı olmuşlardı.
O hayatta iken Nur hareketi Risâle-i Nur külliyatının yanı sıra bir günlük gazete, bir haftalık dergi, bir yayınevi ve onlarca kitapla yapmıştı bu hizmet hamlelerini.
Nurcular, onun dirâyeti ve metâneti sayesinde hem kendi şahs-ı mânevîlerini korumuşlar, hem de ıslâm’ın şahs-ı mânevîsinin teşekkülüne zemin izhar etmişlerdi.
Onun vefatından sonra ise!
Her neyse.
03.04.2005
E-Posta: islamyasar@yeniasya.com.tr
Kaynak
Not: Dün ayrıca merhum Tahiri Mutlu ağabeyin de vefat yıldönümüydü. Allah rahmet eylesin ikisine de, mekânlarını Cennet-i Firdevs ve Adn eylesin, bizi de onlara komşu eylesin... Âmîn, âmîn, âmîn...