Sefer Akgül ile yapılan Röportaj Kendinizi tanıtır mısınız ?
1959 yılında Adıyaman’da doğdum.İlk ve ortaöğrenimimi Adıyaman’da yaptım. l982 yılında Kayseri Yüksek İslam Enstitüsünden mezun oldum.Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde “ Divan Edebiyatı” dalında yüksek lisansım var.1982 yılından beri yurdun çeşitli yerlerinde Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersleri öğretmenliği görevinde bulundum.Halen Adıyaman’da merkeze bağlı bir okulda idareci olarak çalışmaktayım.Bilimsel ve edebî çalışmalarım ulusal ve yerel gazete ve dergilerde yayımlandı.
Yerel radyo ve televizyonlarda dinî ve kültürel program yapımcılığı; sosyal alanlarda tiyatro yazarlığı ve yönetmenliği yaptım.Edebî çalışmalarımdan sadece “Bekleyiş” isimli şiir kitabımı yayımlatabildim.1996 ilâ 2009 yılları arasında Yeni Asya gazetesinde müstear isimle haftalık köşe yazıları yazdım.Evli ve 4 çocuk babasıyım.
Risale-i Nur’u nasıl, nerede ve kimin vesilesiyle tanıdınız ?
Risale-i Nur’u ilk olarak 1971 kışında Adıyaman İmam-Hatip lisesi orta birinci sınıftayken ders hocamız Vehbi Vakkasoğlu sayesinde tanıdım.(Allah ondan razı olsun) .Bizleri 10-12 kadar öğrenci arkadaşla birlikte bir gece sohbeti için evine davet etti.Aynı sınıfta okuduğumuz teyzem oğlu M.Ali Pektaş’la birlikte davete icabet ettik.Doğrusu çağırma sebebini bilmiyorduk.Bizi çalışkan ve hareketli gördüğü için ders çalışma yöntemlerinden bahsedeceğini sanıyorduk.Ama başka bir şeyle karşılaştık.Kutu gibi daracık bir odada yerlere diz çöküp oturduk. Bizlere güler yüzle hitap ederek hal hatır sorup çay ikram ettikten sonra küçük bir kitaptan yavaş yavaş , tane tane okumaya başladı.”Hem madem, hem madem” lerin paragraf başlarında tekrar edildiği bir metindi bu.Okunanların çoğu Osmanlıca terim ve kelimelerden oluştuğu için pek anlayamadım.Ama okunan parçanın üslubu,hitap tarzı öylesine kalbime ve beynime etki etti ki anlatamam.O kadar değişik ve farklı bir hitap tarzıydı ki, inanın perde arkasında yüksek bir yerde oturmuş, gür sesli, kendinden ve bilgisinden gayet emin bir zat, sanki bana ve tüm tabiata hitap ediyor gibi bir halet-i ruhiye hissettim.O güne kadar camilerde dışarıdan gelen meşhur vaizlerin vaazlarını, radyolarda meşhur şahısların hitabelerini dinlemiştim fakat bu metindeki hitap tarzı bambaşkaydı.Bu metnin yazarı farklı bir kişiydi.Tabiri caizse Asr-ı Saadette Kur’andan bir âyet işitip cümlenin belağatı karşısında secdeye varan Arap edipleri gibi benim de aklım ve kalbim, metnin iman ve İslam hakikatlerini anlatma üslubuna karşı secdeye gitti diyebilirim.Vehbi hocamız, o parçada sıfatları ve faaliyetleri anlatılan zatın kim olabileceğini bizlere sorduğunda, kalbimden dudaklarıma doğru gayr-ı ihtiyari olarak “Allah” kelimesinin çıkması üzerine bana takdirkârane nazarla baktı.Ama bunun benim zekâmla ilgili olmadığını o anda hocama anlatamazdım.Çünkü okunanların çoğunu anlayamamıştım ama parçadaki “ Mânânın ruhu” diyebileceğim bir idrak, bulut gibi, hava gibi, vahyi bir soluk gibi insanı sarıvermiş ve anlamı kalbime ilka etmişti. Hani derler ya”Bir roman okudum hayatım değişti.”Ben de “Bir ders dinledim hayatım değişti” diyebilirim.
Belki etkilendiğimi fark ettiğinden olsa gerek belki geri bildiğim yoklaması nevinden Vehbi hocam dersi beğenip beğenmediğimi sordu.Çok beğendiğimi söylediğimde “Çağırsam tekrar gelir misin?”diye tekrar sordu.”Gelirim efendim” cevabını verince de “Peki baban bırakmazsa yine gelir misin?”diye üçüncü bir sual sorunca ben de tereddütsüz ”Babam böyle sohbetlere gelmeme karşı çıkmaz.Ama izin vermezse yine de gelirim” dedim.Öylesine risale-i nurları benimsedim o andan itibaren.
Kendimi dört açıdan bahtiyar hissediyor ve Allah’a şükrediyorum.Dinlerden en ekmeli İslamiyete; Peygamberlerden en eşrefi Hz.Muhammed’e (S.A.V), kitaplardan en câmi olan Kur’an’a ve üstadlardan en râsihi Bediüzzaman Said Nursî’ye tevafuk ettiğim için..Rabbime ne kadar şükretsem azdır.
Vehbi hocamın bana ezberlettiği vecizelerden dolayı risale-i nura aidiyet hissiyle doldum. Nereye gitsem bana vecize okuturdu.Kısaca risale konusunda ilk tohumu atan Vehbi hocamdı.Risale-i nurların meslek ve meşrebini anlamada , diyalektiğini kavrama ve temellendirmede ise Allah uzun ömürler ve afiyetler versin Ali Güven hocamın emeği büyüktür.Ali hocam, 18 sene süren medrese tahsilini bitirip Adıyaman’a gelmişti.Sıratut camisinin hücresinde kalıyordu. Henüz resmi olarak imamlık görevi almış değildi.Fahri olarak camilerde vaaz veriyordu.Risale eksenli vaazları herkes gibi beni de etkilemişti.Yakın ilgi gösterdi. Hoca –talebe ilişkisi içinde gece geç saatlere kadar ikili dersler yaptık. Ben bıkmadan –usanmadan sorular sorardım, O da bıkmadan usanmadan cevaplarını verirdi.Benim için muallim-i sâni oldu desem yeridir.
Adıyaman’da hizmetlerde iki büyük rükün vardı.Ağabeyler içinde faaliyet ve aksiyon açısından hep önde giderlerdi bu iki ağabey.Birisi Rahmetli Hacı Mahmut Allahverdi ağabeydi ki, risaleleri okuma ve anlatmada, hizmetlerin meslek ve meşrebe göre yürütülmesinde hep ön plandaydı.Diğeri Dursun Kutlu ağabeydi ki Allah uzun ömür ve afiyetler versin ders esnasında oturuş ve duruşuyla , ağırbaşlı tavırlarıyla zihinlerimizde yer etti.Dersleri dinlerken çok az konuşması ve sükut içinde dersi dinlemesi bile bizlere sekînet ve güven verirdi.O netâmeli dönemde, dikkat çekip takip edilmemek için üç kişiden fazla yan yana yürümenin riskli olduğu yıllarda Dursun ağabeyin derslerde tabiri caizse bir samuray gibi oturuşu bile yetiyordu bizlere.Allah o dönemde bizlere hep şefkatle yaklaşan, kusurlarımızı hoş gören bir kez bile yüzünü ekşitmeyen tüm hoca ve ağabeylerimizden ebeden razı olsun.
Risale-i Nur, hayatınızda ne gibi değişiklikler yaptı ?
1971 de risaleleri tanıyalı birkaç ay olmuştu. Orta 2.sınıfa geçtiğim yaz tatilinde ateşli bir hastalık geçirdim ve bir gecede iki kulağım birden sağır oldu. Dış dünyaya kapalıydım artık.Babam dahil herkes bana bu halimle okuyamayacağımı söyleyip saatçilik, radyo tamirciliği gibi bir mesleğe yönelmemi tavsiye ettiler.Ama ben risalelerin verdiği şevkle okumak istiyordum.Nitekim kararımı verdim ve okumaya devam ettim.Hem orta öğrenimimi hem de yüksek öğrenimimi bitirdim ve öğretmen olarak hayata atıldım.Öğrencilikte devamsızlıktan sınıfta kalmamak için okula devam ediyordum. Çünkü konuşulanları duymazdım, öylece zilin çalmasını beklerdim. Öğretmenin yazdırdığı notları yanımdaki sıra arkadaşıma bakarak aynen deftere geçirirdim.Bazen bana yöneltilen soruları da arkadaşım defterimin bir köşesine yazar ben de kalkıp cevap verirdim.
Risale-i nur dersleri de okuldaki gibi geçti diyebilirim.Derslerde okunanları ve anlatılanları işitmezdim.Ama sırf o mübarek ortamda feyz almak için gece derslerine,talebe derslerine vs. iştirak ederdim.Rahmetli H.Mahmut ağabey, benim özrümü bildiğinden genellikle bir dersi bana okuturdu.Kendileri de açıklamalar yapardı.Bu inceliği ve anlayışı asla unutamam.O günün üniversite hocaları böyle bir şeyi düşünemezlerdi.Bu işitme özrümden dolayı çok şey kaybettim. Keşke o açıklamaları duyacak kadar bir menfez açılsaydı diye düşünüyorum. Sadece risale açıklamaları için ama..Sadede gelecek olursak, eğer Risale-i nur dersleri ve nur talebelerinin oluşturduğu o huzurlu ortam olmasaydı dünya bana dar gelirdi.Zira daha dört yaşındayken geçirdiğim kemik iliği hastalığından dolayı gurbet illerine düşmüştüm.Anadan, babadan, kardeşten uzak hastane hastane dolaştığım oldu.Aylarca hastane koğuşlarında yapayalnız kaldım.Babam beni bırakıp giderdi. Memleketteki akrabalar da dahil ihtiyacımız olan maişet parasını temin etmek zorundaydı. Ben de hastanelerde acıdan sancıdan uyuyamadığım sonu gelmeyen, bitmek bilmeyen gecelerin bitmesini bekledim hep.Ayrılık ve daüssıla dolu gündüzlerin, ameliyathanelerin, ilaç kokularının, hasta feryatlarının, çocuk çığlıklarının koridorlarda yaptığı yankıların ruhuma kanırta kanırta açtığı derin izler ruhumu şekillendirmişti.Bu yüzden hayata bakışım bir açıdan negatif olmuştu.Çocukluğumu yaşayamamıştım ve hayat bana işkence gibi gelmişti.Bu açıdan risale-i nur’un kazandırdığı müspet bakış olmasaydı, altını çizerek söylüyorum, diğer dini kitaplar da beni tatmin etmeyeceğinden , o halimle Jean Paul Sartre’ın materyalist Egzistansiyalist felsefesinde geçtiği gibi var olmanın dayanılmaz ağırlığı altında,ya ezilecektim ya da isyankâr bir halet-i ruhiye içinde hatalar yaparak başkalarını ezecektim.Hem kendi içimde , hem de dış dünyada çöküşler yaşamam kaçınılmazdı.Yanlış yaşamak kavramının bir versiyonuydu bu kanaatimce.Dünya benim için bir zindan olacaktı.İsyanın eşiğindeydim.Ama Risale-i nur bana isyan etmenin bir hak olmadığını öğretti.Evet sadece şu “O’nu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır.O’nu unutan saraylarda bile olsa zindandadır ve bedbahttır” vecizesi bile kitaplar dolusu teselliyi ve eczaneler dolusu ilacı bana ikram etmeye yetti de arttı bile.Bu vecize tüm dünya ve ahireti içine alacak kadar anlam yüklüdür. Şerh ve izahına girilirse kitaplar dolusu bilgi ve sonuç çıkarılabilir diye düşünüyorum.Yani sıradan bir cümle sayamazsınız. Risaledeki cümlelerden hiç birisi sübjektif niteleme veya tasvir içermez.Onlar tamamen fıtratta var olan gerçeklerden bahseder.
Risaleleri Edebiyat açısından nasıl görüyorsunuz ?
Sırf edebiyat açısından bakarsak risaleler belağat ve estetik açısından da dikkat çekici özelliklerle doludur.Bir iki örnek verecek olursak.Edebiyatta umumi kabul görmüş kurallar vardır.Şair, eşyayı isimlendirerek canlandıran insandır. Üstad bu kuralı risalede kullandığı Kur’anî ve İslamî terimolojide gerçekleştiren insandır.
Mesela edebiyatta mazmunlar vardır.Kısaltılmış istiare de denilen mazmunlar aslında bir açıdan sırr-ı ekberdir.Ama asıl sırr-ı ekber insanın kendisini tanımasıdır.Men arefe ….meselesinde geçtiği gibi.Üstadın”Ey kendini insan bilen insan kendini oku, yoksa hayvan ve camit cisim olma ihtimali var” vecizesi işte bunu içinde barındırır.Risaleler Kur’anın ve kâinatın sırlarını açan anahtarları insanın eline verir.Evrendeki mazmunların sırrını çözme metodunu öğretir insanlara..
Yine mesela,semantik bilimi üstadı Haya Kawa “Terimlerimizi tarif edelim.Ta ki, hepimiz ne hakkında konuştuğumuzu bilelim” der.Bediüzzaman kelimelerdeki anlamı ve anlam kaymalarını yeniden Kur’anî atmosfere çekmiştir. Kâinatın ve Kur’anın ortak dilini yeniden kurmuştur.Sözgelimi kâinata kitap diyor,tabiata mistar diyor.Asa-yı Musa diyor, A’za-yı İbrahim diyor.Yeni bir dil ve terimoloji getiriyor.Aslında Seleften bu yana Kur’an dili oluşturulmuştu ama zamanla silindi ve tozlandı. “Dinsizliği işmam eden kelimeler ağızda dolaşıyor” diye bu noktaya dikkat çekiyor.Tabiatperest dil ve İsrailiyyat diyalektiği her alana hakim oldu.Üstad bu dillerin tasallutundan kurtarmak için bir saykal vurma misyonunu ifa etti.Bir başka tabirle,Üstad bilimi Tevrat’ın tasallutundan kurtarıp Kur’ana tilmiz ve talebe olma yollarını döşedi.Muhakemat’a bu gözle bakılabilir.
Yine edebiyatta istiare sanatını en güzel kullanan birkaç nadir şahsiyetten biri olarak bakıyorum Üstada.Derler ki, Eflatun’un “Mağara istiaresi” en büyük şiirlerden birisidir.Ben de diyorum ki Üstadın “Küçük Sözler”deki temsilî hikayeleri mağara istiaresinden daha beliğ ve daha nettir.Üstelik İbrahim a.s.’a gelen suhuflardan örnekler verilir.Ayrıca ilginç bir şey daha var.Üstadın bir kuyuya düşen adamın , siyah beyaz fare,aslan, kuyu dibindeki ejderha temsili mesela bir Anna Karaninna romanında da vardır yanlış hatırlamıyorsam.Tabii ne Eflatun ne de Bediüzzaman sırf edebiyat yapmak için bunları kullanmış değildirler.Ama bu orijini gerçekleştirmişler işte.
Ve son olarak Batı’da edebiyatında tabiata insani vasıflar atfetmeye Personification denir.Bizim Tasavvuf edebiyatında ve sofîlik mesleğinde bunun tam tersi yapılır.Ters bir personification yani.Mesela kırmızı gül İlahî güzelliği ve özellikle Peygamberimizi sembolize eder.Üstad bu geleneği devam ettirir. Sözler’de geçen “Bülbül bahsine bir temimme” bölümünü okuyalım.Gül ve bülbül mazmunlarını nasıl Peygamber s.a.v.için kullandığını müşahede edelim ve Üstadın edebiyat alanındaki şahsiyetini görelim.
Kısaca risale-i nur hayatımıza hayat oldu.Var olmanın ,varlıkların, duymanın, düşünmenin kısaca her şeyin anlamını derk ettirdi,her şeye anlam kazandırdı.Hani âşık olursunuz.O aşk dolayısıyla yağmurun yağışı, güneşin doğuşu, kuşların ötüşü hatta duygusal değeri olmayan bir sineğin, bir ineğin, bir köpeğin bile mevcudiyeti yeni bir anlam kazanır.Mâlum Mecnûn, Leylâ’nın köyünün köpeklerini bile severmiş.Aşk böylesine her şeye anlam kazandıran bir olgu.İmandaki aşk olayı diyebileceğimiz Muhabbetullah da böyle bir şey.Hatta ondan daha yüce ve daha derin. Böyle Allah namına her şeye muhabbet risalelerle başlıyor. Hapishanede risaleleri ve üstadı tanıyan cani/katil kişiler, tahtakurusunu bile öldürmekten çekinmeye başlıyor.Bu arada Risale-i nur’un esas terimolojilerinden birinin niçin “Tahkikî iman” olduğunu da hatırlamamak elde değil.Risale yeniden doğmak nasıl bir olaysa insanlarda öyle bir değişim oluşturuyor,yaşama şevki veriyor.Zorluklara direnme ameliyesini bir sıklet olarak değil yüksek bir şevk ve ulvi bir zevk olarak yaşatıyor.