Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

Bîçare S.V.

Profesyonel

  • "Bîçare S.V." bir erkek
  • Konuyu başlatan "Bîçare S.V."

Mesajlar: 712

Konum: İstanbul/ Çamlıca

Meslek: Gazeteci/ Arşiv-Kütüphane

Hobiler: Kitap okuma (Sesli)

  • Özel mesaj gönder

1

20.02.2010, 15:40

Nur’un iskele memuru Santral Sabri

İslam YAŞAR

Nur’un iskele memuru Santral Sabri

Vefatının 56. yılında rahmetle anıyoruz



Adı: Sabri.

Soyadı: Arseven.

Sıfatları: Sıddık, santral, Nur’un iskele memuru,

Hulûsi-i sâni, büyük âlim.

Adını ailesi, soyadını devlet verdi ona, sıfatlarını ise Bediüzzaman Said Nursî.

Herkes, yaşadığı zaman içinde olduğu kadar, öldükten sonra da adı,
soyadı ve bazı lâkapları ile bilinip anılırken, o adının sonuna eklenen
soyadından ziyade, önüne getirilen sıfatlarla tanındı.


Normal şartlarda insanlar bir veya iki sıfat taşırken onun hoca,
imam gibi resmî unvanların veya mahallî lâkapların dışında beş tane
ayrı sıfat taşıması, çok yönlü mâhir bir insan olduğunu göstermeye
yetiyor.


Öyle olmasaydı, Bediüzzaman gibi bir insan-ı kâmilin dilinden böyle
taltifkâr sıfatlar alabilir miydi hiç? Nurların intişarında gösterdiği
istikrarın ve Üstadına hizmetteki samimiyetin neticesiydi bu sıfatlar.


Said Nursî’nin nazarında onun en dikkat çeken hususiyeti, sadakati
olmalı ki, ona önce ‘sıddık’ sıfatını verdi. Aslında o günün
şartlarında kolayca alınan veya verilen bir sıfat değildi bu. Bilhassa
Bediüzzaman medar-ı bahs olduğu zaman, böyle şahsî yakınlıklar kurup
samimî sıfatlar almayı göze almak bile, halk tabiriyle ‘mangal gibi
yürek isteyen’ tehlikeli bir işti.


Çünkü Şeyh Said isyanı bahane edilerek Şarktan Burdur’a, oradan da
sırasıyla Isparta’ya ve Barla’ya sürgün edilen Bediüzzaman,
mütegalibeler ve onlara kayıtsız şartsız itaat eden memurlar tarafından
tam bir tecrid-i mutlak altında tutulmak istendi.


Bunu yaparken ahâlinin dikkatini çekmemek için hakkında pek çok
asılsız şayialar uyduruldu, devleti yıkıp milleti parçalayarak vatanı
bölmeye teşebbüs etme ihtimalinden söz edildi ve köylülerin, değil
yanına gidip yardım etmeleri, ona selâm vermeleri bile yasaklandı.


Ahâlinin gözünü korkutarak insanları ondan iyice uzaklaştırmak için
yolda, sokakta, mescitte rastladıkça selâm veren merhametli kişiler
veya öyle bir niyetleri olmadığı halde onun bulunduğu yerden geçip
ondan tarafa bakanlar, herkesin gözü önünde tartaklanarak alınıp
götürüldü.


O günlerde öyle zulümleri çok yaşadıkları ve havadan, sudan
bahanelerle insanların çeşitli hakaretlere, eziyetlere maruz
bırakıldıklarına defalarca şahit oldukları için onlar bu kadarına razı
idiler.


Fakat yapılanlar o kadarla kalmadı. Karakolda önce tabanları
şişinceye kadar dövüldüler, ardından nezarethaneye atılıp tabanlarının
şişi inene dek bekletildiler ve ancak ondan sonra serbest bırakıldılar.


Bunlardan daha kötüsü, yapılanların her vesile ile her yerde
anlatılarak birer cani, birer mücrim muâmelesi görmeleri ve kendi aile
fertlerinin nazarında bile suçlu gösterilmek istenmeleriydi.


O şartlar altında Said Nursî’ye yakın olmak, yanına gidip yardım
etmek için bu ve benzeri muameleleri, zulümleri, eziyetleri göze almak
gerekirdi. Barla ve çevresinde az da olsa öyle insanlar vardı ve Sabri
Arseven de zaman zaman onun ziyaretine gidip hizmet edenlerden biriydi.


Hem de hizmetini sadakatle yapıp ‘sıddık’ sıfatını alanlardandı.

***

1893 yılında, Isparta’nın Eğirdir ilçesine bağlı Bedre Köyü'nde
dünyaya geldi Sabri. Ailesinin ve çevresindeki faziletli insanların da
yardımı ile kendisini bilhassa dinî hususlarda yetiştirdi ve köyünde
imamlık yapmaya başladı.


Bediüzzaman Said Nursî’nin sürgün olarak Barla’ya geldiğini köyde
ilk duyanlardan biriydi o. Hükümetlerin icraatlarını nazara alarak onun
dinî hassasiyetinden dolayı sürgün edilmiş olabileceğini düşünerek
Barla’ya gidip sürgün edilme sebebini tahkik etti.


Kanaatlerini sorduğu Barlalıların Hoca Efendi dedikleri zât hakkında
anlattıklarını dinleyince tahmininde yanılmadığını anladı. Bir yolunu
bulup onu tanıdıktan sonra bundan iyice emin oldu ve fırsat buldukça
ziyaretine gitti.


Bedre, Barla’ya her gün gidip gelinemeyecek kadar uzaktı. Fakat bu
uzaklık yakın olmaya mâni bir hâl değildi. Hatta, sık sık ortalarda
görünerek dikkat çekmediğinden, gidip gelmeyi kolaylaştıran bir şans da
sayılabilirdi.


Sabri bu şansı sadece şahsî yakınlığı için kullanmadı. Çevrede
Bediüzzaman’ın varlığından haberdâr olan ve ziyaret etmek isteyen pek
çok insanın olduğunu bildiği, hatta o maksatla uzak yerlerden gelenlere
şahit olduğu için onlara da yardım etmeye çalıştı.


Çünkü hem jandarmalar etrafı çok sıkı kontrol altında tutuyor, hem
de hükümet hafiyeleri harıl harıl çalışıyordu. Bunlara, Said Nursî’nin
her zaman ziyaretçi kabul etmemesi de eklenince, onunla görüşmek
oldukça zorlaşıyordu.


Yolunu yordamını bilip fırsatları değerlendirerek onunla
ziyaretçiler arasındaki irtibatı sağlayan Sabri Hoca, ziyaretçilerin
zarar görmeden ziyaretlerini yapmalarına ve sorularını sorup
cevaplarına alarak gitmelerine yardımcı oldu.


Zamanla ziyaretçiler de, onları bekleyen tehlikeler de bir hayli
artmasına rağmen, âdeta bir santral vazifesi yapıp kimseyi sıkıntıya
sokmadan irtibatı sağladı ve Üstadından maharetine münasip yeni bir
sıfat daha aldı:


Santral Sabri...

O, bu gibi taltifkâr ifadelere mazhar oldukça hizmetlerini daha
büyük bir hassasiyetle yapmaya çalışırken, tayini çıkan Albay Hulûsi
Bey oradan ayrılınca bir başka hususiyeti daha tezahür etti.


Zira o zamana kadar Bediüzzaman’ı ziyaret edip sorular soran Hulûsi
Bey ayrılınca, onun yerini Sabri Hoca aldı. Her vesile ile ziyaretine
geldi, imanî ve İslâmî meseleler üzerinde çeşitli sorular sordu.


Soruların çoğu, kendisinin bilmediği ve merak ettiği meselelerdi.
Bazılarını da çevresindeki insanlar sorarlardı. Cevaplarını bildiği
hâlde muknî bir şekilde izah edeceğinden emin olmadığı için ona tevcih
ederdi.


Verilen cevapları bazen kendisi yazar, bazen de o anda orada bulunan
Hâfız Tevfik, Muallim Galip, Hâfız Halid gibi hızlı ve güzel yazan bir
başka kâtibin tuttuğu notlardan istinsah ederek götürürdü.


O da tıpkı Albay Hulusi Bey gibi sorularla muğlak meselelerin vuzuha
kavuşmasına vesile olup bazı risâlelerin telifine zemin izhar ettiği
için, Bediüzzaman onun bu vasfını da ‘Hulûsi-i Sâni’ yani ikinci Hulûsi
diyerek taltif etti.


Sabri Hocanın sorduğu sorularının ekseriyetinin çeşitli ilmî
meseleleri ihtivâ ettiğini ve içtimaî hususları hâvi olduğunu görünce,
gıyabında ‘Büyük bir âlim’ tabirini kullanarak onun ilmî yönünü de
nazara verdi.


Bu kadar farklı meziyete sahip olan ve diğer lâtifeleri,
kabiliyetleri gibi onları da Nur hizmetinde kullanmaktan çekinmeyen bir
insan, gerektiğinde aynı maksatla başka işler de yapabilirdi.


O da öyle yaptı.

Barla’da Nurların telif edildiği yıllardı. Yazılan her risâle,
ekseriyetle aynı günün akşamı Eğirdir ve Isparta taraflarındaki
köylere, bilhassa Sav’a, İslâmköy’e, Kuleönü’ne ulaştırılarak gece boyu
onlarca evde istinsah edilirdi.


Çoğaltılan nüshalar, ikinci günün sabahı tashih edilmek üzere tekrar
Barla’ya getirilir, bizzat müellifi tarafından tashih edildikten sonra
yine aynı yolla ihtiyaç hissedilen yerlere gönderilirdi.


O zaman Eğirdir Gölü’nün çevresindeki kasaba ve köylerde iptidai de
olsa birer iskele vardı ve yerleşim birimlerinin birbiri ile irtibatı o
iskeleler arasında işletilen kayıklar vasıtasıyla sağlanırdı.


Sandalların ekserisi insan gücü ile kürek çekilerek hareket
ettirildiğinden ulaşım oldukça zordu. Onların içinde Barla en uç
noktada ve biraz da içerde olduğundan oraya gidip gelmek hepsinden
müşküldü. Bütün iskeleler ve yaya yolları jandarmalar tarafından çok
sıkı kontrol altında tutulduğundan, kanunen yasak sayılan cisimlerin
veya eşyaların bir yerden diğerine götürülmesi neredeyse imkânsızdı.


Bu engelleri aşmak için Bediüzzaman’ın, “Velâyetin kerâmeti olduğu
gibi niyet-i hâlisenin ve samimiyetin dahi kerâmeti vardır” sözleri ile
ifade ettiği kerâmet kuvvetine sahip iyi niyetli ve samimî insanların
olması gerekirdi.


Bedre’nin, Barla’yı Eğirdir’e, Isparta’ya bağlayan yol üzerinde
olması; orada da Sıddık Sabri gibi mezkûr özellikleri hâiz bir insanın
bulunması, risâlelerin nakliyâtını büyük ölçüde kolaylaştırdı.


Onun bu gayretlerini, “Sıddık Sabri, senin cisminde (ayağında)
kardeşliğimin sikkesini gördüğüm zaman bir hiss-i kablelvuku ile
kalbime geldi: Bu zât, mühim bir vakitte bana çok ehemmiyetli bir
kardeşlik edecek. Ve muvaffak oldun, yaptın. Allah senden ebeden razı
olsun” diyerek takdir etti.


Zamanla hem telif edilen risâlelerin sayısı arttı, hem yazılan
eserlerin miktarı çoğaldı, hem de Isparta dışından da talepler gelmeye
başladı. Sabri Hoca, işini iyi yapan mahir bir iskele memuru
maharetiyle hareket ettiğinden, her paketi zamanında gideceği yere
ulaştırarak yaptığı hizmete münasip bir sıfat daha kazandı:


Nur’un İskele memuru Sabri...

Gerçi onun Nurlarla meşguliyeti yalnız nakliyattan ibaret değildi. O
aynı zamanda son derece dikkatli bir okuyucu ve maharetli bir
müstensihti. Eline geçen her risâleyi önce dikkatle okur, sonra da
kalemini kâğıdını alıp itina ile birkaç nüsha çoğaltırdı.


Bediüzzaman’a yazdığı bir mektubunda, “Gönlüm ister ki, hemen
Risâletü’n-Nur’un umumunu yazıversem de mâmelekimde bulunan dürr-i
yektâları istidadım nisbetinde mütalâaya başlasam” şeklinde de ifade
ettiği gibi bunları yapmaktan da apayrı bir haz ve lezzet alırdı.


Sıddık Sabri de, diğer ‘Isparta Kahramanları’ da yıllarca her an
hayatî tehlikelerle karşı karşıya kalmalarına rağmen, hizmetlerinin
iktizası olan işleri ve Üstadlarının verdiği sıfatların icaplarını
hakkıyla yerine getirdiler.


Nitekim, ‘Büyük bir âlim’ sıfatını taşıdığı hâlde, küçük bir köyde
imamlık yapan Sabri Hoca, samimî faaliyetleri ve cesur gayretleri
neticesinde hem hizmetinin hududunu yaşadığı mahallin dışına taşıdı,
hem de amirlerinin bile yapamadığı işleri yaptı.


Meselâ mezkûr sıfatlarına menşe olan meziyetleri sayesinde,
Kur’ân’ın hükmüyle değil, mütegalibelerin emriyle hareket eden Eğirdir
Müftüsü’nün Said Nursî’ye yaptığını yapmadı. Hatta, onun ‘yap’ dediğini
de yapmadı.


Aksine müftünün, sıfatı ve vazifesi icabı yapması gerektiği hâlde
yapmadığı yardımları yaptı ve çağın tefsiri olarak adlandırılan
risâlelerin bazılarının telifine vesile oldu, istinsahına çalıştı,
intişarına yardım etti.


Bu itibarla, Risâle-i Nur Külliyatı tesirini icra ettiği müddetçe,
onun adı da yaşayacak. Hem de bizzat müellifinin verdiği sıfatlarla.
Zîra, bu sıfatlar onun hayatının yegâne meyvesi ve medar-ı iftiharıydı.
Ekserisinin tezahürlerini hayatı boyunca taşıdı ise de bazısı Üstadının
Barla’da yaşadığı zamana münhasır kaldı.


‘Nurun iskele memuru’ sıfatı da onlardan biriydi. Said Nursî
Barla’dan Isparta’ya sürüldükten sonra risâleler orada telif edilmeye
başlandığından, iskele memurluğu vazifesi büyük ölçüde azaldı. O
talebeleri ile birlikte önce Eskişehir Hapishanesi’ne atıldığı,
ardından da Kastamonu’ya götürüldüğü için o sıfatın yerini yakıcı bir
hasret hissi aldı.


Yıllarca bu hasretin ateş-i sûzanı ile yandı Sabri Hoca. Bazen
söndürmek ümidiyle ekseriyeti lâhikalara geçecek kadar mühim meseleler
ihtiva eden mektuplar yazdı. Üstadından arada bir aldığı mukabil
cevaplar hasretini dindirmeyince günlerce yol alarak onun bulunduğu
diyarlara gitti ise de, o ya zindanda ya tecritte olduğundan, görüşüp
hasreti dindiremedi.


Maksatları başka, niyetleri habis de olsa, onları ayıranlar yıllar
sonra Said Nursî’yi Kastamonu’dan, Sıddık Sabri’yi Bedre’den, diğer
hasretlikleri de bulundukları beldelerden alıp getirdiler ve Denizli
Hapishanesi’ne hapsettiler.


Neticede vuslat, yine hapishanede müyesser oldu.

Hapishâneden tahliye edildikten sonra maksat aynı olsa da mekânlar
ayrıldı. Bediüzzaman Emirdağ’da, Afyon’da, Isparta’da yeni risâleler
telif ederken Sabri Hoca da Bedre’de onları gizlice temin edip
çoğaltarak Nur’un intişarına vesile olmaya çalıştı.


Hayat, 1954 yılına kadar bu minval üzere devam etti. O yıl Şubat
ayının yirmisinde bir başka hasret ve hicran hâli vuku buldu.
Eğirdir’in Pazar Köyü'nden Bedre’ye dönen Sıddık Sabri, bindiği
kamyonun buzlu yolda kayarak devrilmesi üzerine başından ağır yara
aldı. Kısa bir süre sonra da beyin kanaması geçirerek vefat etti.


Daha önce, her zaman o Üstadının yanına gider, hizmetlerini görür,
sohbet eder ve dönerdi. Bu sefer Üstadı onun yanına geldi, cemaatle
birlikte cenaze namazını kıldı ve duâ ederek ebedî âleme uğurladı.


Salih ve âbid mü’minler, vefat ettikleri zaman kabir hayatlarında
dünyada yapmaktan zevk aldıkları çalışmalarla vakit geçirdiklerine
göre, Sıddık Sabri dünyada olduğu gibi orada da aynı şekilde Nur
hizmetlerine devam ediyor olmalı.


Bu itibarla berzah âleminde aynı sıfatlarla anıldığı muhakkak.

İnşallah Cennet-i âlâda da o muteber sıfatlarla iştihar edecek.



İSLAM YAŞAR

islamyasar@yeniasya.com.tr

20.02.2010
http://www.yeniasya.com.tr/2010/02/2...lar/iyasar.htm

"İyyake nâ'büdü ve İyyake nesteîn."
'Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz.'
"İnsanlara teşekkür etmeyen, ALLAH'a da şükretmez.!"
'Bırak bîçare feryâdı, Bîçare S.V.

Bu konuyu değerlendir