Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

09.01.2010, 16:11

Taşköprülü Sadık Bey

İslam YAŞAR

Taşköprülü Sadık Bey





(Vefatının 40. yılında rahmet duası vesilesiyle...)



Cesaret, güzel haslet.

Cesur, kahraman, yiğit, mert, metin, heybet, mehâbet, şecaat, haşmet,
şehamet, ihtişam, muhteşem gibi muteber addedilen sıfatlar ancak bu
haslet sayesinde yaşanabilir.

Eğer cesaret şahsî kazanç veya şöhret hırsının inhisarından kurtulur;
vatan, millet, cemiyet, insanlık için çalışma, zayıfı koruma,
muhtaçlara yardım etme meziyeti hâline gelirse, o sıfatlar bazı
zamanlar yaşanmakla kalmaz, ömür boyu taşınır. Hatta, yaşanan zamanı
aşar ve ebedîleşir.

Bu hasletin muayyen bir yaşanma zamanı, yeri ve şartı yoktur. Hak,
hukuk ihlâl edildiği veya memleket işgale uğradığı takdirde kullanmak
vatan ve vicdan borcu hâline gelir.

Bu itibarla, ihtiyaç zuhur ettiği zaman savaş meydanlarından esaret
zindanlarına, mahkeme salonlarından hapishane koğuşlarına kadar hayatın
her safhasında, her hâl ü kârda kullanılabilir.

Cesaret zahiren ferde münhasır gibi görünse de aslında millî ve
nesebîdir. Bazı milletlerde, hassaten hanedan hususiyetli ailelerde
ekser fertlerin fıtratları bu hasletle mücehhezdir.

Bu hasletler o ailelerde, cemiyetlerde ve milletlerde nesilden nesle
intikal ederek yaşatılır. Şahsî veya millî bir mesele meydana geldiği
zaman hasletler onlarda da harekete geçer ve hayat bulur.

Ailelerin ve cemiyetlerin yanı sıra milletler de yetiştirdikleri
cesaretli, kahraman ve fedakâr fertler sayesinde huzurlu, mutlu,
müferrah bir hayat yaşarlar ve başkalarına örnek olurlar.

O fertlerin kimi savaş meydanlarında gösterir cesaretini, kimi esaret
zindanlarında. Kimi düşman akınlarının önünde kahramanca durur, kimi
haksızlıklar karşısında merdâne dikilir.

Kimi feleğin kahrına, zamanın cilvelerine metanetle karşı koyar. Kimi
bu uğurda hayatını feda eder, kimi hürriyetini. Ama ölenler şehadet
mertebesi kazanır, kalanlar esir de olsa hür yaşar.

Yani kimi Malkoçoğlu olur, kimi Köroğlu, kimi Bediüzzaman.

Cesur insanlara yakın olanlar, onları örnek alanlar ve cesaretlerini
onlar gibi kullananlar onlar gibi sevilirler, sayılırlar ve takdirle
karşılanıp hayırla yâd edilirler.

Onların da kimi Sunguroğlu olur, kimi Ayvaz.

Kimi de Taşköprülü Sadık Bey.

***

Muhammed Sâdık Demirelli.

1902 yılında Kastamonu’nun Taşköprü ilçesine bağlı Kadıköy’de doğdu. Babası binbaşı Mehmed Ali Bey, annesi Necmiye Hanımdır.

Mehmed Ali Bey, bir oğlunun doğduğunu haber aldığı zaman çok sevindi.
Onun da ecdadı gibi cesur, mert ve asil bir insan olması dileğiyle
oğluna Pilevne kahramanlarından biri olan dedesi Sadık Paşanın adını
verdi.

Oğluna dedesinin adını vermesinin, onun sahip olduğu muteber sıfatları
taşımasına yetmeyeceğini bilen babası ona, nesiller boyu o hasletleri
taşıyan ecdâdına lâyık olacak bir aile terbiyesi vermeye çalıştı. Küçük
yaşta Kur’ân-ı Kerim’i okumasını öğretti; ilim, san’at, edebiyat
dersleri aldırdı.

Ailesinin bu hassasiyetine ve itinasına, disiplinli, düzenli, intizamlı
bir şekilde çalışarak mukabele eden Sadık’ın ruhunda çocukluğundan
itibaren cesaret hasletinin yanı sıra şairâne hisler de filizlendi.

Dedesi ve babası, Osmanlı Ordusunda yüksek rütbeli muvazzaf subay
olduğundan o da aile geleneğine uyarak askerî okula gitti, Harbiye’de
tahsil gördü ise de serazât bir fıtrata sahip olduğundan fazla devam
etmedi.

Taşköprü’ye döndüğü zaman da devamlı orada kalmadı. Altında rahvan atı,
belinde silâhı, üstünde efe kıyafeti ile dolaştı ve bulunduğu yerde
haksızlığa meydan vermeyip zayıfın, fakirin, düşkünün yardımına koştu.

Cesareti ve himmeti Taşköprü ve Kastamonu ile sınırlı kalmadı.
Sinop’tan Düzce’ye, Çankırı’dan Adapazarı’na kadar bütün bölgede ağa
vasfı ve efe sıfatı ile nam salmaya başladı.

Sâdık Bey, kendi fıtratına sahip cesur, mert, asil insanlarla muhatap
olduğu, o hasletlere sahip olan insanlar da onun yanında yer almaya
çalıştığı için gittiği her yerde çevresinde iyi insanlar toplandı.

Lâkin onun namda, şanda, şöhrette gözü yoktu. İçinde hep ecdâdına lâyık
olma ve onlar gibi vatanın, milletin menfaati için çalışma, zulme,
haksızlığa karşı koyma gayesi vardı. Bunu lâyıkıyla yapamadığını
düşünerek hep esef etti.

“Ecdâdına bak! Şan salmıştı cihana, hem de dü bâlâ,

Yok artık diyecek söz, hidâyet etsin sana Mevlâ.”

Güzel hasletler taşıma hasretini bu gibi mısralarla terennüm ettiği
günlerde geldi yanına arkadaşı Hilmi Bey. O da Sadık Bey gibi mert ve
cesur bir insandı. Şehirdeki bazı medreseleri yıktıran valiyi vurmaya
giderken, kendisini yanına çağıran Said Nursî’yi tanıyınca kararından
vazgeçmiş ve sık sık onun yanına gidip gelmeye başlamıştı.

Hilmi Bey, o hadiseden de bahsedip Bediüzzaman’ın Kastamonu’da olduğunu
söyledi. İlk defa duyduğu bu isme karşı ruhunda farklı bir temayül
hisseden Sadık Bey, kendisini ona götürmesini isteyince birlikte onun
yanına gittiler.

Sadık Bey huzura çıktığında merak içindeydi. Ecdâdında gördüğü ve
yaşamaya çalıştığı bütün hasletlerin, onun şahsında şahikalaştığını
müşahede edince hâllerine hayran kalıp hizmetine girdi.

O, Said Nursî’den, temayüz ettiği vasfına ve taşıdığı sıfatına münasip
emirler vermesini bekliyordu. Eline kitap verilip okuması ve yazması
istenince biraz şaşırdı, ama yine de yaptı. Risâle-i Nurları okuyup
yazdıkça böyle işlerin de fıtratına uygun olduğunu anladı.

Bunun üzerine atından indi, silâhını bıraktı, efe kıyafetini çıkardı.
Masanın başına geçti, risâleleri açtı; eline kalem aldı, önüne kâğıt,
mürekkep koydu ve okudu, yazdı, anladı, anlattı.

Hayatının artık hep bu şekilde devam edeceğini düşünüyordu. Bundan da
memnundu. Fakat sıfatlarını ve vasıflarını kullanabileceği hizmet
sahası Kastamonu havalisinde değil de Denizli Hapishânesi’nde açıldı.
Bir Ramazan günü önce Said Nursî’yi aldılar nezarete. Ardından Sadık
Beyin, Mehmed Feyzi Efendinin, Çaycı Emin’in de aralarında bulunduğu on
beş kadar Nur Talebesini. Said Nursî’yi on beş gün kadar nezarette
beklettikten sonra Isparta üzerinden Denizli’ye sevk ettiler. Onu
hapishânede daracık, basık, rutubetli bir hücreye hapsetmekle
kalmadılar, zehirleyerek öldürmek istediler, öldüremeyince olmadık
eziyetlere maruz bıraktılar.

Bediüzzaman’ın kimseyle görüştürülmediği ve çok zorluk çektiği günlerde
getirildi Sadık Bey Denizli’ye. O da bir mahkûmdu ama tecrübeli ve asil
davranışları sayesinde Süleyman Hünkâr, Mümtaz Acar, Dursun Atmaca gibi
hapishanenin dayısı, ağası olan mahkûmlarla dostluk kurdu.

Onların sevgisini ve itimadını kazandıktan sonra ilk olarak Said
Nursî’nin etrafındaki katı tecrit halkasını kırdı. Gardiyanları ikna,
meydancıları da memnun ederek kendisinin yaptığı yemekleri gönderdi.

Ona günde iki defa birkaç çeşit yemek gönderiyordu. Bir gün ondan “Bir
günde iki defa yemek gönderme. Hem her gün gönderme. Çünkü Ispartalılar
da gönderiyorlar. Hem tatlı lâzım değil” şeklinde bir pusula gelince
iki günde bir göndermeye başladı.

Yemek gönderme işi, aralarında haberleşme hattının açılmasına vesile
oldu. Bediüzzaman yazdığı pusulaları ve risâle parçalarını bu yolla
Sadık Beye ulaştırdı. O da etrafındaki ekiple bunları çoğaltarak hem
diğer koğuşlara ulaştırdı hem de hapishane dışına çıkarılmasını
sağladı.

Mahkemede duruşmalar başladığında, Said Nursî’nin müdafaalarını
hazırlaması gerektiğini söyleyerek dışarıdan Mümtaz’ın temin ettiği
daktiloyu getirttiler. Hapishane idaresinin izniyle onun müdafaalarını
ve devletin değişik makamlarına göndereceği dilekçeleri yazmasına
yardım ettiler.

Bediüzzaman, mahkûmların talebi üzerine telif ettiği Meyve Risâlesi’nin
Lâtin harfleri ile yazılmasına izin verdi. Bazı Nur Talebeleri buna
karşı çıktılarsa da Sadık Bey, “Üstad ne dediyse o olur” diyerek
müdahale etti ve bazı bahisleri daktilo ile çoğalttılar. Bunu da bir
pusula ile ona haber verdiler.

Said Nursî “Hilmi, İhsan, Emin’in, Taşköprülü Sadık’ın mektupları beni
çok mesrur eyledi. Hakikaten bu kardeşlerimiz, hapishanede dokuz ayda
dokuz sene kadar hizmet-i Nuriyeyi yaparak Isparta kahramanları ile
omuz omuza geldiler” diyerek gösterilen gayretleri takdir etti.

Sadık Bey, bu şekilde dokuz ay Bediüzzaman’a hizmet etti, Risâle-i
Nurları yazdı ve mahkûmlarla dersler yapıp pek çoğunun namaza
başlamasına vesile oldu. Mahkemenin beraat kararı vermesi üzerine
tahliye edilince diğer Nur Talebeleri gibi o da memleketine döndü.

Kastamonu ve havalisinde Risâle-i Nur hizmetlerine devam ederken,
Üstadı ile irtibatını kesmedi. Sık sık ona mektuplar yazdı. Ondan “Sen
yüzümüzü ak ve kalbimizi mesrur eyledin” gibi ifadelerin yer aldığı
mektuplar aldıkça memnun ve mesrur oldu.

Ondan gelen her mektup, ruhunu saran tahassürü biraz daha
hareketlendirdiği için satırlar, yılların biriktirdiği hasret hislerini
teskin etmeye yetmeyince Üstadını ziyarete gitti.

Eskişehir üzerinden Emirdağ’a geldiğinde yerinde duramayacak kadar
heyecanlıydı. Huzura çıktığı zaman ayakta durmaya takat yetiremedi ve
kendini gözyaşları içinde onun dizlerinin dibine bıraktı.

Said Nursî, birkaç sefer “Kalk kardaşım Sadık Bey” diyerek onu kolundan
tutup kaldırdı. Musafaha ve muânaka edip helâllik dilerken o da
gözyaşlarına hâkim olamadı ve o rahmet damlaları arasında vuslat faslı
başladı.

Zaman uzunca bir süre vuslatın süruru içinde geçti. Hasretler dile
getirildi, hizmet hatıraları yâd edildi, namazlar kılındı, dersler
yapıldı. Fakat dünya vuslat yeri olmadığından vakit tekrar hicrana
meyletti.

Sadık Bey memleketine döndükten sonra da hizmetlerine devam etti. Bu
sefer arayı fazla uzatmayıp tekrar ziyaretine gitmeye hazırlandığı
günlerde Afyon hadisesi vuku buldu.

Bu hadiseyi duyunca cesareti celâl hâlini alan Sadık Bey, hemen oraya
gidip hadise çıkararak hapishaneye girmeyi düşündü. Fakat onun “Aziz,
sıddık, hakikatli kardeşim Sadık” hitabıyla başlayan bir mektubunda
“Yarın Afyon’a beni gönderiyorlar. Merak etmeyiniz. İnâyet-i İlâhiyenin
himâyeti devamdadır” sözlerini hatırlayınca vazgeçti ve hislerini Dalma
adını verdiği mesnevîde dile getirdi:

“Her ne ki emretmişse sana Hazret-i Üstad

Hak yolunda uy ona, eyle cihad.”

***

“Sen çek yerine, çekmesin mihn ü elem ol

Üstadına hem gölge ol Sadık, hem kurban ol.”

Mezkûr manzumesinde, Üstadı uğrunda yapmayı düşündüğü fedakârlığı böyle
dile getirmişti Sadık Bey. O da Denizli’de şehadetine şahit olduğu
Hafız Ali ve tanıştığı Hasan Feyzi gibi Üstadının çekeceği sıkıntıları
çekmeyi ve uğrunda ölmeyi dilemişti.

O zaman, bu dileğinin fiilen gerçekleşmesine vesile olacak bir hadise
vuku bulmadı ama o, hayatını dâvâsına adayıp ‘Kastamonu’nun yüzünü ak
eden’ hizmetlerine devam ederek dileğini mânen gerçekleştirdi.

Hayatının her safhasında, her vesile ile cesaret hasletini kullanarak
ihlâsla, samimiyetle ve sadakatle devam ettiği Nur hizmeti onun aklını,
kalbini, ruhunu ve yüzünü de nurlandırdı.

9 Ocak 1970 yılında ahirete irtihal ettiğinde, yüzünün nuru kabrini aydınlatacak kadar âşikârdı.

09.01.2010

Bu konuyu değerlendir