Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

21

01.05.2008, 18:18

Cemaat içinde şahsî cesâreti kullanmamak

Risâle-i Nur dairesine girenler, şahsî cesâretlerini kıymetleştirmek için, sarsılmaz bir sebat ve metânete ve ihvanlarının tesânüdüne cidden çalışmaya sarf edip, o cam parçası hükmünde şahsî cesâretini, hakîkatperestlik sıddîkıyetindeki fedâkârlık elmasına çevirmek gerektir.
Evet, mesleğimizde ihlâs-ı tâmmeden sonra en büyük esas, sebat ve metânettir. Ve o metânet cihetiyle şimdiye kadar çok vukuât var ki, öyleler, herbiri yüze mukâbil bu hizmet-i Nuriyede muvaffak olmuş âdi bir adam ve yirmi otuz yaşında iken, altmış yetmiş yaşındaki velîlere tefevvuk etmişler var.

Hem bir adam, kendi başına cesâreti güzel de olsa, bir cemaat-i mütesânideye girdikten sonra, onların istirahatini ve sarsılmamalarını muhâfaza etmek için, o şahsî cesâreti istimâl edemez.

Kastamonu Lâhikası, s. 192

Birbirini enâniyet vesadâkatsizlikle ittiham etmemek

[Birbirinizi enâniyetle ve sadâkatsizlikle ittiham etmemek için, bir hakîkati beyân etmek ihtar edildi.]

Ben bir zaman enâniyetini bırakmış ve nefs-i emmâresi kalmamış büyük evliyâdan, şiddetli bir sûrette nefs-i emmâreden şikâyet ettiğini gördüm, hayrette kaldım. Sonra katî bildim ki, âhir ömre kadar mücâhede-i nefsiyenin sevaptar devamı için nefs-i emmârenin ölmesi üzerine onun cihazâtı damarlara ve hissiyâta devredilir, mücâhede devam eder. Hem, mânevî kıymet ve makam ve meziyet, bu dünyaya bakmıyor ki kendini ihsâs etsin. Hattâ en büyük makamda bulunanlardan bâzı zâtlara verilen büyük bir ihsân-ı ılâhîyi hissetmediklerinden, kendilerini herkesten ziyâde bîçare ve müflis telâkkî etmeleri gösteriyor ki, avâmın nazarında medâr-ı kemâlât zannedilen keşif ve kerâmet ve ezvâk ve envâr, o mânevî kıymet ve makamlara medâr ve mehenk olamaz. Sahabîlerin bir saati, başka velîlerin bir gün, belki bir çilesi kadar kıymet olduğu halde, keşif ve mânevî hârikulâde hâlâta evliyâ gibi mazhariyetleri her Sahabîde olmaması, bu hakîkati ispat ediyor.

ışte kardeşlerim, dikkat ediniz, sizin nefs-i emmâreniz kıyâs-ı binnefs cihetinde, sû-i zan noktasında sizleri aldatmasın. Risâle-i Nur terbiye etmiyor, diye şüphelendirmesin.

şuâlar, s. 278.

22

01.05.2008, 18:22

Birbirine tesellîci ve nümûne-i imtisâl olmak

Bu eski ve yeni iki medrese-i Yûsufıyedeki şiddetli imtihanda sarsılmayan ve dersinden vazgeçmeyen ve yakıcı çorbadan ağızları yandığı halde talebeliğini Birbirine tesellîci ve nümûne-i imtisâl olmak bırakmayan ve bu kadar tehâcüme karşı kuvve-i mâneviyesi kırılmayan zâtları ehl-i hakîkat ve nesl-i âti alkışlayacakları gibi melâike ve rûhânîler dahi alkışlıyorlar diye kanaatım var. Fakat içinizde hastalıklı ve nâzik ve fakirler bulunmasıyla, maddî sıkıntı ziyâdedir. Ve buna karşı da herbiriniz her birisine birer tesellîci ve ahlâkta ve sabırda birer nümûne-i imtisâl ve tesânüd ve taltifde birer şefkatli kardeş ve ders müzâkeresinde birer zekî muhatap ve mucîb ve güzel seciyelerin in'ikâsında birer âyine olmanız, o maddî sıkıntıları hiçe indirir diye düşünüp rûhumdan ziyâde sevdiğim sizler hakkında tesellî buluyonım.

şuâlar, s. 257.

Birbirinin kuvve-i imâneviyesini takviye etmek

Mâdem hakîkat budur ve mâdem şimdiye kadar Risâle-i Nur'un hizmetinde inâyet-i Rabbâniyenin tecellîsini inkâr edilmeyecek derecede gördük; herbirimiz cüz'î ve küllî bunu hissetmişiz ve mâdem şimdi siyâsetin ve dünyanın çok cereyanlarının birbirine karşı tahşidâtı oluyor ve mâdem elimizden kazâya rızâ ve kadere teslim ve hizmet-i îmâniye ve Kur'âniye ve Nuriyenin verdikleri büyük ve kudsî tesellîden başka birşey gelmiyor; elbette bize en elzem iş, telâş etmemek ve me'yuş olmamak ve birbirinin kuvve-i mâneviyesini takviye etmek ve korkutmamak ve tevekkülle bu musîbeti karşılamak ve habbeyi kubbe yapan farfaralı gazetecilerin kubbelerini habbe görüp ehemmiyet vermektir. Bu dünya hayatı, husûsan bu zamanda, bu şerâit altında kıymeti yoktur. Başa ne gelse gelsin, hoş görmeli.

şûâlar, s. 282.

23

01.05.2008, 18:24

Maşaallah barekallah..
Bu ne güzel bir derleme olmuş keçeli..
Henien leküm..

24

01.05.2008, 18:25

Derleme Zübeyir Gündüzalp ağabeye ait abla, bana ait değil .

25

01.05.2008, 18:28

Risâle-i Nur' lara sadâkat, sebat ve metânetle bağlanmak

Risâle-i Nur, kendi sâdık ve sebatkâr şâkirtlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pekçok kıymettar neticeye mukâbil fiyat olarak, o şâkirtlerden tam ve hâlis bir sadâkat ve dâimî ve sarsılmaz sebat ister. Evet, Risâle-i Nur on beş senede medresede kazanılan kuvvetli îmân-ı tahkîkîyi on beş haftada ve bâzılara on beş günde kazandırdığını, yirmi senede yirmi bin zât tecrübeleriyle şehâdet ederler.

Hem, iştirâk-i a'mâl-i uhreviye düsturuyla, herbir şâkirdine, herbir günde binler hâlis lisânlar ile edilen makbul dua ve binler ehl-i salâhatin işledikleri a'mâl-i sâlihanın misil sevâplarını kazandırıp, herbir hakîki, sâdık ve sebatkâr şâkirtlerini amelce binler adam hükmüne getirdiğine delil, kerâmetkârâne ve takdirkârâne ımâm-ı. Ali Radıyallâhü Anhın üç ihbârı ve kerâmet-i gaybiye ve Gavs-ı Âzamdaki (k.s.) tahsinkârâne ve teşvikkârâne beşâreti ve ashâb-ı Cennet olacaklarına müjdesi pek katî ispat ederler. Elbette böyle bir kazanç, öyle bir fiyat ister.

Mâdem hakîkat budur, Risâle-i Nur dairesinin yakınında bulunan ehl-i ilim ve ehl-i tarîkat ve sofi meşrep zâtlar, onun cereyânına girmek ve ilim ve tarikatten gelen eski sermâyeleriyle ona kuvvet vermek ve genişlemesine çalışmak ve şâkirtlerini teşvik etmek ve bir buz parçası olan enâniyetini, tam bir havuzu kazanmak için, o dairedeki âb-ı hayat havuzuna atıp eritmek gerektir ve elzemdir. Yoksa, Risâle-i Nur'a karşı rakîbâne başka bir çığır açmakla hem o zarar eder, hem bu müstakîm ve metîn cadde-i Kur'âniyeye bi1meyerek zarar verir; zındıkaya bir nevî yardım olur.Sakın, sakın, dünya cereyanları, husûsan siyâset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın.

Karşınızda ittihat etmiş dalâlet fırkalarına kârşı perişan etmesin Allah için sevmek, Allah için düşmanlık beslemek (Feyzü'l-Kadîr, 2:828, Hadis no:1241.) düstur-u Rahmânî yerine (el-iyazü billâh) Siyâset nâmına sevmek ve siyâset nâmına buğzetmek düstur-u şeytânî hükmedip, melek gibi bir hakîkat kardeşine adâvet ve elhannâs gibi bir siyâset arkadaşına; muhabbet ve taraftarlıkla zulmüne rızâ gösterip, cinâyetine mânen şerik eylemesin.

Evet, bu zamanda siyâset, kalbleri ifsad eder ve asabî ruhları azap içinde bırakır. Selâmet-i kalb ve istirahat-i ruh isteyen adam, siyâseti bırakmalı. Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musîbetten hissedardır, azap çekiyor, perişandır. Bilhassa ehl-i dalâlet ve ehl-i gaflet, rahmet-i umûmiye-i ılâhiyeden ve hikmet-i tâmme-i Sübhâniyeden habersiz olduğundan, nev-i beşere rikkat-i cinsîye alâkadarlık cihetiyle, kendi eleminden başka nev-i beşerin şimdiki elîm ve dehşetli elemleriyle dahi müteellim olup azap çekiyor. Çünkü lüzumsuz ve mâlâyânî bir sûrette vazife-i hakîkiyelerini ve elzem işlerini bırakıp âfâkî ve siyâsî boğuşmalara ve kâinatın hâdisâtına merak ile dinleyerek, karışarak, ruhlarını sersem ve akıllarını geveze etmişler; ve bilerek kendi zararına fiilen rızâ göstermek cihetinde, zarara râzı olana şefkat edilmez mânâsındaki

Zarara rızâsıyla girene merhamet edilmez kâide-i esâsiyesiyle şefkat hakkını ve merhamet liyâkatini kendilerinden selb etmişler. Onlara acınmayacak ve şefkat edilmez. Ve lüzumsuz başlarına belâ getirirler.

Ben tahmin ediyorum ki, bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında selâmet-i kalbini ve istirahat-i rûhunu muhâfaza eden ve kurtaran yalnız hakîki ehl-i îman ve ehl-i tevekkül ve rızâdır. Bunların içinde de en ziyâde kendini kurtaranlar, Risâle-i Nur'un dairesine sadâkatle girenlerdir. Çünkü, bunlar Risâle-i Nur'dan aldıkları îmân-ı tahkîkî derslerinin nûruyla ve gözüyle, herşeyde rahmet-i ılâhiyenin izini, özünü, yüzünü görüp, herşeyde kemâl-i hikmetini, cemâl-i adâletini müşâhede ettiklerinden, kemâl-i teslimiyet ve rızâ ile, rubûbiyet-i ılâhiyenin icraatından olan musîbetlere karşı (teslimiyetle gülerek karşılıyorlar) rızâ gösteriyorlar. Ve merhâmet-i ılâhiyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azap çeksinler. ışte buna binâen, değil yalnız hayat-i uhreviyenin, belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini, isteyenler, hadsiz tecrübeleriyle, Risâle-i Nur'un îmânî ve Kur'ânî derslerinde bulabilirler.

Kastamonu Lâhikası, s. 84-85.

26

01.05.2008, 18:37

Kerâmet ve keşfiyât aramamak

Deniliyor ki: "Mâdem Risâle-i Nur hem kerâmetlidir, hem tarîkatlerden ziyâde îmân hakîkatlerinin inkişâfında terakkî veriyor ve sâdık şâkirtleri kısmen bir cihette velâyet derecesindeler. Neden evliyâlar gibi mânevî zevkler keşfiyâtlara ve maddî kerâmetlere mazhariyetleri görülmüyor? Hem, onun talebeleri de öyle şeyler aramıyorlar?"

Elcevap : Evvelâ, sebebi, sırr-ı ihlâstır. Çünkü dünyada, muvakkat zevkler, kerâmetler tam nefsini mağlûp etmeyen insanlara bir maksat olup, uhrevî ameline bir sebep teşkil eder, ihlâsı kırılır. Çünkü amel-i uhrevî ile dünyevî maksatlar, zevkler aranılmaz; aranılsa, sırr-ı ihlâsı bozar.

Risâle-i Nur dünya işlerine âlet olamaz, dünya işlerine siper edilemez. Çünkü ehemmiyetli bir ibâdet-i tefekküriye olduğu cihetle, dünyevî maksatlar onunla kasten istenilmez; istenilse, ihlâs kırılır, o ehemmiyetli ibâdet şekli değişir. Yani, çocuklar gibi, döğüştükleri vakit Kur'ân'ı başına siper eder. Başına gelen zarar. Kur'ân'a geldiği gibi, Risâle-i Nur, böyle muannid hasımlara karşı siper istimâl edilmemeli.

Sâniyen: Kerâmetler, keşfiyâtlar, tarîkatte sülûk eden âmî ve yalnız îmânı, taklidî bulunan ve tahkîk derecesine girmeyenlere, bâzan zayıf olanları takviye vevesveseli şüphelilere kanaat vermek içindir. Halbuki Risâle-i Nur'un îmânî hakîkatlerine gösterdiği hüccetler, hiçbir cihette vesveselere meydan vermediği gibi; kanaat vermek cihetinde kerâmetlere, keşfiyâtlara hiç ihtiyaç bırakmıyor. Onun verdiği îmân-ı tahkîkî, keşfıyât, zevkler ve kerâmetlerin çok fevkınde olmasından, hakîki şâkirtleri, öyle kerâmet gibi şeyleri aramıyorlar.

Sâlisen: Risâle-i Nur'un bir esâsı, kusurunu bilmekle mahviyetkârâne yalnız rızâ-yı ılâhî için rekâbetsiz hizmet etmektir. Halbuki kerâmet sahipleri ve keşfiyâttan zevklenen ehl-i tarîkatin mâbeynindeki ihtilâf ve bir nevî rekâbet, ve bu enâniyet zamanında, ehl-i gafletin nazarında, onlara sû-i zan edip, o mübârek zâtları, benlik ve enâniyetle ittiham etmeleri gösteriyor ki; Risâle-i Nur'un şâkirtleri, şahsı için kerâmet ve keşfiyâtlar istememek, peşinde koşmamak lâzım ve elzemdir. Hem onun mesleğinde şahsa ehemmiyet verilmiyor: şirket-i mâneviye ve kardeşler birbirinde tefânî noktasında Risâle-i Nur'un mazhar olduğu binler kerâmet-i ilmiye ve intişâr-ı hizmetteki teshîlât ve çalışanların maîşetindeki bereket gibi ikrâmât-ı ılâhiye umûma kâfi gelir; daha başka şahsî kerâmeti aramıyorlar.

Râbian: Dünyanın yüz bahçesi, fânî olmak haysiyetiyle, âhiretin bâkî olan bir ağacına mukâbil gelemez. Halbuki, hazır lezzete meftûn kör hissiyât-ı insâniye, fânî, hazır bir meyveyi, bâkî, uhrevî bir bahçeye tercih etmek cihetiyle, nefs-i emmâre bu hâlet-i fıtriyeden istifâde etmemek için Risâle-i Nur şâkirtleri ezvâk-ı rûhâniyeyi ve keşfiyât-ı mâneviyeyi dünyada aramıyorlar.

Risâle-i Nur şâkirtlerine bu noktada benzeyen eskiden bir zât, haremiyle beraber büyük bir makamda bulunduklan halde, maîşet müzâyakası yüzünden haremi, demiş zevcine, "ıhtiyacımız şedittir." Birden, altından bir kerpiç yanlarında hazır oldu. Haremine dedi: "ışte Cennetteki bizim kasrımızın bir kerpicidir." Birden o mübârek hanım demiş ki: "Gerçi çok muhtacız ve âhirette de çok böyle kerpiçlerimiz var; fakat, fânî bir sûrette bu zâyi olmasın, o kasrımızdan bir kerpiç noksan olmasın. Duâ et, yerine gitsin; bize lâzım değil." Birden yerine gitti; keşf ile gördüler diye rivâyet edilmiş.
ışte bu iki kahraman ehl-i hakîkat, Risâle-i Nur şâkirtlerinin dünyaya âit ezvâk-ı kerâmetlere koşmadıklarına bir hüsn-ü misâldir.

Emirdağ Lâhikası-1, s. 85-86.

Risâle-i Nur'un hakîki şâkirtleri, hizmet-i îmâniyeyi herşeyin fevkınde görür; kutbiyet de verilse ihlâs için hizmetkârlığı tercih eder.
Kastamonu Lâhikası, s.190.

Evet, dünyaya âit hârika neticeler, bâzı efrâd-ı mühimme gibi, Risâle-i Nur'a çokça terettüb ediyor; fakat, onlar istenilmez, belki veriliyor. ıllet olamaz, bir fayda olabilir. Eğer istemekle olsa, illet olur, ihlâsı kırar, o ibâdeti kısmen iptal eder. Çabuk bu hâdiseyi teskin ediniz; yoksa, münâfıklar istifâde edecekler. Belki onların parmağı var.

Evet, Risâle-i Nur'un o kadar dehşetli muannidlere karşı gâlibâne mukâvemeti, sırr-ı ihlâstan ve hiçbir şeye âlet edilmemesinden ve doğrudan doğruya saadet-i ebediyeye bakmasından ve hizmet-i îmâniyeden başka bir maksat takip etmemesinden ve bâzı ehl-i tarîkatin ehemmiyet verdikleri keşf ve kerâmât-ı şahsiyeye ehemmiyet vermemekten ve velâyet-i kübrâ sahipleri olan Sahabîler gibi, verâset-i nübüvvet sırrıyla yalnız îman nurlarını neşretmek ve ehl-i îmânın îmanlarını kurtarmaktır.

Evet, Risâle-i Nur'un o kadar dehşetli zamandaki kazandırdığı iki netice-i muhakkakası herşeyin fevkındedir; başka şeylere ve makamlara ihtiyaç bırakmıyor.

Birinci Neticesi: Sadâkat ve kanaatle Risâle-i Nur dairesine giren, îmânla kabre gireceğine gâyet kuvvetli senetler var.

ıkinci Neticesi: Risâle-i Nur dairesinde, ihtiyârımız olmadan, haberimiz yokken takarrür ve tahakkuk eden şirket-i mâneviye-i uhreviye cihetiyle herbir hakîki sâdık şâkirdi, binler diller ile, kalbler ile duâ etmek, istiğfar etmek, ibâdet etmek ve bâzı melâike gibi kırk bin lisân ile tesbih etmektir. Ve Ramazan-ı şerifteki hakîkat-i Leyle-i Kadir gibi, kudsî ve ulvî hakîkatleri yüz bin el ile aramaktır. ışte, bu gibi netice içindir ki, Risâle-i Nur şâkirtleri, hizmet-i Nuriyeyi velâyet makâmına tercih eder, keşf ve kerâmâtı aramaz ve âhiret meyvelerini dünyada koparmaya çalışmaz. Ve vazife-i ılâhiye olan muvaffakıyet ve halka kabul ettirmek ve revaç vermek ve galebe ettirmek ve müstehak oldukları şân ü şeref ve ezvâk ve inâyetlere mazhar etmek gibi, kendi vazifelerinin haricinde bulunan şeylere karışmaz ve harekâtını onlara binâ etmezler. Hâlisen, muhlisen çalışırlar, "Vazifemiz hizmettir, o yeter" derler.

Kastamonu Lâhikası, s. 200.

27

01.05.2008, 18:38

Dünyanın ücret yeri değil, hizmet yeri olduğunu bilmek


Bizlerle pekçok alâkadar bir zât, çok defa dehşetli şekvâ ediyor ki, "Ben adam olamıyorum, gittikçe fenalaşıyorum, mânevî hizmetlerimin neticelerini göremiyorum" diye medet istiyor. Ona yazıyoruz ki, "Bu dünya dârü'l-hizmettir, ücret almak yeri değildir. A'mâl-i sâlihanın ücretleri, meyveleri, nurları berzahta, âhirettedir. O bâki meyveleri bu dünyaya çekmek ve bu dünyada onları istemek, âhireti dünyaya tâbî etmek demektir. O amel-i sâlihin ihlâsı kırılır, nuru gider. Evet, o meyveler istenilmez, niyet edilmez; edilse teşvik için verildiğini düşünüp, şükreder."
Evet, bu asırda, o derece hayat-ı dünyeviye damarına dokunmuş ve yaralamış ve heyecana getirmiş ki, mübârek ve ihtiyar ve hoca ve ehl-i salâhat olan bir zât dahi, dünyada bir nevî hayat-ı uhreviye ezvâkını istiyor, birinci derecede, zevk-i hayat onda hükmediyor.

Kastamonu Lâhikası, s. 92.

28

01.05.2008, 18:42

Nur Talebesi dünya rahatına ehemmiyet vermez, onu istemez

Azîz, sıddık kardeşlerim,

Evvelen, garip bir münâzara-i nefsiyemi, bana mahsus iken, berâ-i mâlûmât, size yazmak hatınma geldi. şöyle ki:

Başım üstündeki size mâlûm levha nefsimi tam susturduğu halde, bu gece nefs-i emmârenin silâhını daha musırrâne istimâl eden kör hissiyâtım, damarlarıma tam dokundurup, tesemmüm ve hastalıktan gelen ziyâde teessür ve hassâsiyet ve şeytandan gelen ilkaât, ve fıtrî hubb-u hayattan gelen acîb bir hâletle, o ikinci nefs-i emmâre hükmünde olan kör hissiyât, benim vefât ihtimâlinden şiddetli bir me'yusiyet ve teellüm ve kuvvetli bir hırs ve zevk ve lezzetle kalb ve rûhuma tam ilişti. "Ne için istirahat-i hayatına çalışmıyorsun, belki reddediyorsun; ve gâyet zevkli ve mâsumâne lezzetli bir hayat ve bir ömür kendine Nur dairesinde aramıyorsun ve ölmeye karar verip râzı oluyorsun?" dedi ve dediler. Birden gâyet kuvvetli iki hakîkat, o ikinci nefs-i emmâreyi şeytanla beraber susturdu.

Birincisi : Mâdem Risâle-i Nur'un vazife-i kudsiye-i îmâniyesi benim ölümümle daha ziyâde hâlisâne inkişaf edecek ve hiçbir cihetle dünya işlerine ve benlik ve enâniyete vesîlelikle ittiham edilmeyecek ve rekâbeti tahrik eden hayat-ı şahsiyemi bulmadığı için daha mükemmel ve ihlâs ile o vazife devam edecek; hem, ben dünyada kaldıkça; gerçi bir derece yardımım olabilir, fakat âdi şahsiyetimin ehemmiyetli râkipleri, münekkitleri, o şahsiyeti ittiham edebilir ve Risâle-i Nur'a ihlâssızlıkla ilişebilir ve bir derece çekinir, çekindirir-hem bir derece bekçilik yapan bir şahsiyetin yatmasıyla, o daire-i nûrâniyedeki bütün ehl-i gayret müteyakkız davranır; bir nöbettar yerine binler bekçi çıkar; elbette, ölüm gelse, "Baş üstüne geldin" demek gerektir.

Hem, mâdem Nur şâkirtlerinden çokları hem malını, hem istirahatini, hem dünya zevklerini, hem lüzum olsa hayatını Nurun hizmetinde fedâ ediyorlar; sen ey nefsim, neden fedâkârlıkta en geri kalmak istersin?
Hem, katiyen bil ki, çok bîçarelerin hayat-ı bâkiyelerini Nurlarla kurtarmak hizmetinde, fânî ve zahmetli ihtiyarlık hayatını memnuniyetle bırakmaya lüzum olsa veya vakti gelse, râzı olmak gâyet lezzetli bir şereftir.

ıkincisi : Nasıl ki âciz, zayıf bir adam, bir batmanı kaldıramadığı halde, on batman yük, üstüne yığılmış bulunsa ve dostları onu çok kuvvetli bilip, ona, gizli zaafına yardımdan ziyâde, ondan yardım istedikleri halde, o bîçare de onların hüsn-ü zannını kırmamak veyahut kendini çok aşağı göstermemek için gâyet ağır ve soğuk olan gösteriş ve tekellüflerle kendini yüksek ve kuvvetli göstermeye çalışmak, çok elîm ve zevksiz olması gibi; aynen öyle de, ey kör hissiyâtın içine giren nefs-i emmâre, bu âdi şahsiyetimin ve bir çekirdek kadar ehemmiyeti olmayan istidâdımın yüz derece fevkınde ve sırf bir inâyet-i Rabbâniye olarak bu karanlıklı ve çok hastalıklı asırda Kur'ân'ın eczahâne-i kudsiyesinden çıkan ve rahmet-i ılâhiye ile elimize verilen Risâle-i Nur'daki hakîkatlere o şahıs masdar ve menbâ ve medâr olamaz.

Belki, yalnız çok bîçare ve muhtaç ve Kur'ân kapısında bir sâil ve muhtaçlara yetiştirmeye bir vesîle olduğum halde, Nurun muhlis ve hâlis, sıddîk ve sâdık, sâfî ve fedâkâr şâkirtleri, o bîçare şahsiyetim hakkında yüz derece ziyâde hüsn-ü zanlarını kırmamak ve hissiyâtlarını incitmemek ve Nurlara karşı şevklerine ilişmemek ve "üstad" nâmı verdikleri o bîçare şahsı (onların hatırı için) çok aşağı olduğunu göstermemek ve ağır ve elemli tekellüflere ve tasannûlara mecbur olmamak için ve yirmi sene tecridâtın verdiği tevahhuş için (hattâ dostlarla dahi hizmet-i Nûriye olmazsa görüşmeyi terk ediyorum ve etmeye rûhen mecbur oluyorum) ve tekellüfe ve kıymetten ziyâde kendimi göstermeye ve ziyâde hüsn-ü zan edenlere karşı hoş görünmek için kendimi makam sahibi göstermek ve sırr-ı ihlâsa tam münâfi kendini büyük göstermek ve vakar perdesi altında benliğin zararlı ve fânî zevkini aramak hâletleri ise, ey nefsim, meftûn olduğun o zevkleri hiçe indirirler.

Ey nefıs! Ey zevke müptelâ bedbaht kör hissiyât! Binler dünyevî zevki alsan, şu vaziyette yine bozulur, o zevk ayn-ı elem olur. Mâdem yüzde doksan mâzideki ahbap âdetâ, güyâ beni berzâha çağırıyorlar. Bu hazır zamandaki on dosttan ben kaçmaya mecbur oluyorum. Elbette bu ihtiyarlık ve yalnızlık hayata, berzah hayat-ı mâneviyesi bin derece müreccahtır diye, bu iki hakîkatle, hadsiz şükürler olsun, o ikinci nefs-i emmâre tam susturuldu, kalb ve ruhtan gelen zevke râzı oldu, şeytan dahi sustu, hattâ damarlarımdaki maddî hastalık da gâyet hafifleşti.

Elhâsıl, ölsem, vazife-i Nuriye daha ziyâde ihlâs ile rekâbetsiz, ittihamsız inkişaf eder.

Hem bu zamanda aramadığım cüz'î, muvakkat zevk ve bu hayat ve dünya gözüyle fütûhât-ı Nuriyeden gelen lezzet bedeline, çok ağır, soğuk ve nâhoş tekellüf elemlerinden ve hodfüruşluk zahmetlerinden ve tasannû zararlarından kurtulmak vardır.

Hem, bu senede bir defa, ey nefıs, ruh ve kalb ile beraber çok müştak olduklarınız eski zevkli, ve hayatımdaki yaşadığım memleketleri ve ünsiyet ettiğim ahbapları ve müfârakatlarından çok mahzun olduğum kardeşleri görmek için, beraber, kısmen hakîkaten, kısmen hayâlen o geçmiş mâzide gezdin. Sen de gördün ki, o sevimli, müteaddit vatanlarımda, yüzde ancak bir iki ahbâbı bulabildin; ötekiler, bütün, berzah âlemine göçmüşler ve o sevimli hayat levhaları değişmiş, elîm ve hazîn bir vaziyet almış. Daha o ahbapsız yerleri görmek.istenilmez. Onun için, bu hayat ve bu dünya bizi kovmadan evvel ve "Haydi dışarıya" demeden, biz kemâl-i izzetle "Allah'a ısmarladık" deyip, izzetimizle bu fânî zevklerimizi bırakmalıyız.

Emirdağ Lâhikası-1, s.196-198.

29

01.05.2008, 18:45

Nur Talebeleri diğer dindarlarla münâkaşaya girmez

Kardeşlerim, çok dikkat ve ihtiyat ediniz, sakın sakın hocalarla münâkaşa etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar musâlâhakârâne davranınız, enâniyetlerine dokunmayınız. Bid'at taraftarı da olsa ilişmeyiniz. Karşımızda dehşetli zındıka varken, mübtedi'lerle uğraşıp onları, dinsizlerin tarafına sevk etmemek gerektir. Eğer size ilişmek için gönderilmiş hocalara rast gelseniz, mümkün olduğu kadar münâzaa kapısını açmayınız. ılim kisvesiyle îtirazları, münâfıkların ellerinde bir senet olur.
Emirdağ Lâhikası-I, s.130.

Risâle-i Nur dairesinde bulunan ve bilfiil çalışan hocalardan ve Konya hocalarından başka, sâir hocalara, bugünlerde, tashîhât yaparken şiddetli bir hiddet bana geldi. Çünkü Arabî okumayan Nur şâkirtlerinin fedâkârları, Arabî bilmemesinden sehivler, hatâlar oluyor. Ben de zahmet çektiğimden, hem eski talebelerimden olan hocalara ve kardeşime, hem şimdiki Ankara'da ve ıstanbul'daki resmî hocalara bağırarak dedim: "Ey insafsızlar! Neden hem vazifeniz, hem medresenin mahsulü, hem size farz-ı ayn gibi lüzumu bulunan bu hizmet-i îmâniyede bana yardım etmiyorsunuz? Belki de, sizin lâkaydlığınızdan, çokların çekilmesine sebebiyet veriyorsunuz? ımâm-ı Ali'nin (r.a.), âhirzamanın bir kısım hocalarına vurduğu tokattan hissedar oluyorsunuz" diye dehşetli bir îliraz kalbe gelirken, birden, kalbini bozmayan hocaları müdâfaa etmek için üç mânâ ihtar edildi.

Birincisi: Resmen iki büyük merkezde, iki heyet-i ilmiye, beyânı münâsip olmayan çok esbâba binâen, her vesîleyle hoca kısımlarının Risâle-i Nur'dan çekilmeleri için çok vâsıtaları istimâl ediyorlar. Memuriyet gibi derd-i maîşet belâsıyla bîçare hocaları dairelerine çekip, Nurlardan uzaklaştırıyorlar. Bîçare hocalar, Nurların kıymetini bilmiyorlar değil, belki derdi maîşet veyahut o heyet-i ulemâdaki büyük hocalara îtimat edip ve kendi tahsil ettiği ilm-i dînî kendi îmânını kurtaracak derecesindedir zannıyla lâkayd kalıp, ruhsatla amel etmeye kendine fetvâ buluyor.

ıkinci Mânâ: Bu kadar dehşetli bir hücum ve tazyike mâruz kalan Risâle-i Nur şâkirtlerini, evham yüzünden, güyâ "Menemen ve şeyh Said vak'aları gibi bir hâdisenin ihtimâli var" diye, iki defa, imhâ için; hem (perde altında) eskiden beri düşmanlarım, hem resmen kánun ve idâre ve siyâset cihetinde merhametsiz bir sûrette bâzı erkân-ı hükûmetin bizi iki defa hapis ve ittiham etmesi ve resmî ve gayr-i resmî propagandalarla herkesi bizden ve Nurlardan ürkütmesiyle, elbette hassas ve bir derece zayıf hocalara ehemmiyetli bir korku verip, bir mâzeret olur. Onun için, ekseriyet değil, belki yalnız fevkalâde bir cesâret ve gayret taşıyan bir kısım hocalar, Nurlar dairesine girip, girmeyenleri de bir derece affettirdiler.

Emirdağ Lâhikası-I, s. 210.

30

01.05.2008, 18:46

Nur Talebeleri sâir âlimlerin eserlerine karşı tavır almaz

Bîçare bâzı hocaları ve sofuları Risâle-i Nur'a karşı bir çekinmek, bir soğukluk vermek için hiç hatıra gelmeyen bir vesîleyi bulmuşlar. şöyle ki:

Diyorlar, "Said, yanında başka kitapları bulundurmuyor; demek onları beğenmiyor. Ve ımâm-ı Gazâlî'yi de (r.a.) tam beğenmiyor ki, eserlerini yanına getirmiyor." ışte, bu acîb, mânâsız sözlerle bir bulantı veriyorlar. Bu nevî hileleri yapan, perde altında, ehl-i zındıkadır, fakat, safdil hocaları ve bâzı sofuları vâsıta yapıyorlar.

Buna karşı deriz ki, "Hâşâ, yüz defa hâşâ. Risâle-i Nur ve şâkirtlerinin, bir üstâdı olan Hüccetü'l-ıslâm ımâm-ı Gazâlî ve beni Hazret-i Ali ile bağlayan yegâne üstâdımı beğenmemek değil, belki bütün kuvvetleriyle, onların takip ettiği mesleği, ehl-i dalâletin hücumundan kurtarmak ve muhâfaza etmektir. Fakat, onların zamanında bu dehşetli zındıka hücumu, erkân-ı îmâniyeyi sarsmıyordu. O muhakkik ve allâme ve müçtehid zâtların asırlarına göre münâzara-i ilmiyede ve dîniyede istimâl ettikleri silâhlar hem geç elde edilir, hem bu zaman düşmanlarına birden galebe edemediğinden, Risâle-i Nur, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyândan hem çabuk, hem keskin, hem tam düşmanların başını dağıtacak silâhları bulduğu için, o mübârek ve kudsî zâtların tezgâhlarına mürâcaat etmiyor. Çünkü umum onların mercîleri ve menbâları ve üstadları olan Kur'ân, Risâle-i Nur'a tam mükemmel bir üstad olmuştur. Ve hem vakit dar, hem bizler az olduğumuz için vakit bulamıyoruz ki, o nûrânî eserlerden de istifâde etsek.

Hem, Risâle-i Nur şâkirtlerinin yüz mislinden ziyâde zâtlar o kitaplarla meşguldürler ve o vazifeyi yapıyorlar. Biz de o vazifeyi onlara bırakmışız. Yoksa, hâşâ ve kellâ, o kudsî üstadlarımızın mübârek eserlerini rûh u canımız kadar severiz. Fakat, herbirimizin bir kafası, birer eli, birer dili var; karşımızda da binler mütecâviz var; vaktimiz dar, en son silâh, mitralyöz gibi Risâle-i Nur bürhanlarını gördüğümüzden, mecburiyetle ona sarılıp iktifâ ediyoruz.

Kastamonu Lâhikası, s.133.

31

01.05.2008, 18:50

Vazifenin hizmet; neticenin ise Allah' a âit olduğunu bilmek

Cenâb-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: "Sen böyle yapsan, sana böyle yaparım. Göreyim seni, yapabilir misin?" diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenâb-ı Hakkı tecrübe etsin ve desin: "Ben böyle işlesem, Sen böyle işler misin?" diye tecrübevârî bir sûrette Cenâb-ı Hakkın rubûbiyetine karşı imtihan tarzı sû-i edeptir, ubûdiyete münâfidir."
Mâdem hakîkat budur; insan kendi vazifesini yapıp Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmamalı.

Meşhurdur ki, bir zaman ıslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler:

"Sen muzaffer olacaksın; Cenâb-ı Hak seni gâlip edecek."

O demiş:

"Ben Allah'ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım, Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlup etmek Onun vazifesidir."

ışte o zât, bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, hârika bir sûrette çok defa muzaffer olmuştur.

Evet, insanın elindeki cüz'-i ihtiyârî ile işledikleri ef'âllerinde, Cenâb-ı Hakka âit netâici düşünmemek gerektir. Meselâ kardeşlerimizden bir kısım zâtlar, halkların Risâle-i Nur'a iltihakları şevklerini ziyâdeleştiriyor, gayrete getiriyor; dinlemedikleri vakit, zayıfların kuvve-i mâneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor.

Halbuki üstâd-ı mutlak, muktedâ-i küll, rehber-i ekmel olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Peygambere düşen ancak tebliğ etmektir. (Mâide Sûresi: 99.) olan fermân-ı ıâhîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesi ile ve dinlememesiyle daha ziyâde sa'y ü gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünkü, Sen sevdiğin kimseyi hidâyete erdiremezsin. Ancak Ailah dilediğine hidâyet verir. (Kasas Sûresi: 56.) sırrıyla anlamış ki, insanlara dinlettirmek ve hidâyet vermek, Cenâb-ı Hakkın vazifesidir. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmazdı.

Öyle ise, ışte ey kardeşlerim, siz de, size âit olmayan vazifeye harekâtınızı binâ etmekle karışmayınız ve Hâlıkınıza karşı tecrübe vaziyetini almayınız.

Mesnevî-i Nûriye, s. 144-145.

32

01.05.2008, 18:51

ıhlâsla hizmete hırs ve kanaatsizlik, neticelerine ise kanaat göstermek

Umûr-u uhreviyede hırs ve kanaatsizlik bir cihette makbuldür, fakat mesleğimizde ve hizmetimizde (bâzı ârızalar ile) inkisâr-ı hayal cihetiyle, şükür yerine, me'yusiyetle şekvâ etmeye sebep olur; belki de hizmetten vazgeçer. Onun için mesleğimizde kanaat, dâimâ şükrü ve metâneti ve sebâtı netice verdiği için, ihlâs dairesinde hizmet noktasında çok hırs ve kanaatsizlik gösterdiğimiz halde, neticelerine ve semerâtına karşı kanaatle mükellefiz.

Emirdağ Lâhikası-l, s. 89.

33

01.05.2008, 18:51

Dîne hizmette nefse hisse vermemek

ımânın kuvvetlenmesi için bu zamanda ve bu zeminde gâyet şiddetli bir ihtiyac-ı katî ile ders-i dinde bâzı şahıslar lâzımdır ki, hakîkati hiçbir şeye fedâ etmesin, hiçbir şeye âlet etmesin, nefsine hiçbir hisse vermesin; tâ ki, îmâna dâir dersinden istifâde edilsin, kanaat-i katiye gelsin.

şuâlar, s. 335.

Kusur ve rekâbete karşı saffet ve ihlâsı kullanmak

ınsan kusursuz olmaz ve rakipsiz de olmaz. Risâle-i Nur'un kahraman şâkirtleri her müşkülâta galebe ettikleri gibi, inşaallah bu ehemmiyetli ve dehşetli mevsimde yine galebe ederler. Safvet ve ihlâslarını bozmayacaklar ve hizmetlerine fütur getirmeyecekler.

Kastamonu Lâhikası, s. 178.

34

01.05.2008, 18:53

Risâle-i Nur' a hizmeti en birinci vazife bilmek

Hakâik-ı îmâniye, herşeyden evvel bu zamanda en birinci maksat olmak ve sâir şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak ve Risâle-i Nur'la onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medâr-ı merak ve maksud-u bizzat olmak lâzım iken, şimdiki hâl-i âlem hayat-ı dünyeviyeyi, husûsan hayat-ı içtimâiyeyi ve bilhassa hayat-ı siyâsiyeyi ve bilhassa medeniyetin sefâhet ve dalâletine ceza olarak gelen gadab-ı ılâhînin bir cilvesi olan Harb-i Umûminin tarafgirâne, damarları ve âsabları tehyîc edip bâtın-ı kalbe kadar, hattâ hakâik-ı îmâniyenin elmasları derecesine o zararlı, fânî arzuları yerleştirecek derecesinde, bu meş'um asır, öyle şırınga etmiş ve ediyor ve öyle aşılamış ve aşılıyor ki, Risâle-i Nur dairesi haricinde bulunan ulemâlar, belki de velîler, o siyâsî ve içtimâî hayatın râbıtaları sebebiyle, hakâik-ı îmâniyenin hükmünü ikinci, üçüncü derece bırakıp, o cereyanların hükmüne tâbî olarak, hem fikri olan münâfıkları sever, kendine muhâlif olan ehl-i hakîkati, belki ehl-i velâyeti tenkit ve adâvet eder, hattâ hissiyât-ı dîniyeyi o cereyanlara tâbî yaparlar.

ışte, bu asrın bu acîb tehlikesine karşı Risâle-i Nur'un hizmet ve meşgâlesi, şimdiki siyâseti ve cereyanlarını o derece nazarımdan ıskat etmiş ki, bu Harb-i Umûmiyi bu dön ayda merak etmedim, sormadım.

Hem, Risâle-i Nur'un has talebeleri, bâkî elmaslar hükmünde olan hakâik-ı îmâniyenin vazifesi içinde iken, zâlimlerin satranç oyunlarına bakmakla, vazife-i kudsiyelerine fütur vermemek ve fikirlerini onlar ile bulaştırmamak gerektir.

Cenâb-ı Hak, bize nur ve nûrânî vazifeyi vermiş, onlara da zulümlü, zulümâtlı oyunları vermiş. Onlar bizden istiğnâ edip yardım etmedikleri ve elimizdeki kudsî nurlara müşteri olmadıkları halde, biz onların karanlıklı oyunlarına, vazifemizin zararına, bakmaya tenezzül etmek hatâdır. Bize ve merakımıza dairemiz içindeki ezvâk-ı mâneviye ve envâr-ı îmâniye kâfi ve vâfîdir.

Kastamonu Lâhikası, s. 80-81.

35

01.05.2008, 18:54

Hizmetteki sıkıntılara tahammül ve sabır göstermek

Mâdem âhiret için, hayır için, ibâdet ve sevap için, îman ve âhiret için Risâle-i Nur ile bağlanmışsınız; elbette bu ağır şerâit altında herbir saati yirmi saat ibâdet hükmünde ve o yirmi saat ise Kur'ân ve îman hizmetindeki mücâhede-i mâneviye haysiyetiyle yüz saat kadar kıymettar ve yüz saat ise böyle herbiri yüz adam kadar ehemmiyetli olan hakîki mücâhid kardeşler ile görüşmek ve akd-i uhuvvet etmek, kuvvet vermek ve almak ve tesellî etmek ve mütesellî olmak ve hakîki bir tesânüdle kudsî hizmete sebatkârâne devam etmek ve güzel seciyelerinden istifâde etmek ve Medresetü'z Zehrâ'nın şâkinliğine liyâkat kazanmak için açılan bu imtihan meclisi olan şu Medrese-i Yûsufiyede tâyinini ve kaderce takdir edilen kısmetini almak ve mukadder rızkını yemek ve o yemekte sevap kazanmak için buraya gelmenize şükretmek lâzımdır. Bütün sıkıntılara karşı mezkûr faydaları düşünüp sabır ve tahammülle mukábele etmek gerekir.
şuâlar, s. 261.

Her türlü meşguliyet ve zarara rağmen hizmetten geri durmamak
Risâle-i Nur'un hizmet ettiği hakâik-i îmâniye herşeyin fevkınde olduğu gibi, bu zamanda herşeyden ziyâde onlara ihtiyaç var. Fakat, kalbini öldürmüş, nefsi hevesâtla şımarmış mülhidler, îmandaki hakîkatin derece-i ihtiyacını inkâr ettiklerinden, "Ehl-i diyânet ve ehl-i ilmi sevk eden, tahrik eden, makâsıd-ı dünyeviye ve ihtiyacâtıdır" diye ittiham ediyorlar. O ittihâma göre de, pek insafsızcasına onlara ilişiyorlar. Bu bedbaht mülhidleri katî bir sûrette iskât etmek, bilfiil (maddeten) öyle fedâkârlar lâzım ki, dünyanın en mühim meşgaleleri, belki büyük zararları, onların hakâik-i îmâniyeye ihtiyaçlarını susturmuyor.

Kastamonu Lâhikası, s. 173.

36

01.05.2008, 18:55

Hizmette nefsi öne sürüp ücrette unutmak

ı'lem, eyyühe'l-azîz! ınsan nisyandan alındığı için, nisyâna müptelâdır. Nisyânın en kötüsü de de nefsin unutulmasıdır. Fakat, hizmet, sa'y, tefekkür zamanlarında nefsin unutulması, yani nefse bir iş verilmemesi dalâlettir. Hizmetler görüldükten sonra, neticede mükâfat zamanlarında nefsin unutulması kemâldir. Bu îtibarla, ehl-i dalâl ile ehl-i kemâl, nisyan ve tezekkürde müteâkistirler. Evet dâll olan kimse, bir iş ve bir ibâdet teklifinde başını havaya kaldırarak firavunlaşır; lâkin mükâfatın, menfaatin tevzünde bir zerreyi bile terk etmez. Ammâ nefsini unutan ehl-i kemâl, sa'y, tefekkür, sülûk zamanlarında herşeyden evvel nefsini ileri sürüyor; fakat neticelerde, faydalarda, menfaatlerde nefsini unutmakla en geriye bırakıyor.

Mesnevî-i Nûriye, s. 201.

***

ı'lem eyyühe'l-azîz! Ücret alındığı zaman veya mükâfat tevzî edildiği vakit, rekâbet, kıskançlık mikrobu oynamaya başlar. Fakat, iş zamanında, hizmet vaktinde o mikrobun haberi olmuyor; hattâ tenbel olan adam çalışkanı sever, zayıf olan kavîyi takdir ve tahsin eder. Fakat, çalışmasını ister ki, iş hafif olsun, zahmetten kurtulsun.

Dünya da umûr-u dîniyeye ve a'mâl-i âhirete iş ve hizmet için kurulmuş bir fabrika olduğu cihetle ve o fabrika içerisinde işlenen ve yapılan ibâdetlerin semeresi öteki âlemde göründüğüne nazaran, ibâdetlerde rekâbet edilmemelidir. Olduğu takdirde, ihlâsı kaybolur; ve o rekâbeti yapan, halkın takdir ve tahsinleri gibi dünyevî bir mükâfatı düşünür. Zavallı düşünmüyor ki, o düşünce ile amelini adem-i ihlâs ile iptal eder. Çünkü, sevap îtâsında ve ücret aldığında, nâsı Rabb-i nâsa şerik yapar ve halkın nefretlerine hedef olur.

Mesnevî-i Nûriye, s. 192.

***
Bundan on dakika evvel, cesurca, fakat kalemsiz iki adam, Risâle-i Nur dairesine biri birisini getirdi. Onlara dedim ki: "Bu dairenin verdiği büyük neticelere mukâbil, sarsılmaz bir sadâkat ve kırılmaz bir metânet ister. Isparta kahramanlarının gösterdikleri hârikalara ve cihanpesendâne hidemât-ı Nuriyenin esâsı, hârika sadâkatleri ve fevkalâde metânetleridir. Bu metânetin birinci sebebi, kuvvet-i îmâniye ve ihlâs hasletidir.

ıkinci sebebi, cesâret-i fıtriyedir."Onlara dedim: "Sizler cesâretle ve efelikle tanınmışsınız ve dünyaya âit ehemmiyetsiz şeyler için fedâkârlık gösterirsiniz; elbette Risâle-i Nur'un kudsî hizmetinde ve cihâna değer uhrevî neticelerine mukâbil, merdâne ve fedâkârâne cesâret ve metânet gösterip sadâkatinizi muhâfaza edersiniz" dedim. Onlar da tam kabul ettiler.

Kastamonu Lâhikası, s. 102.

37

01.05.2008, 18:56

Sarsılmaz metânet sahibi olmak

Mâdem biz böyle sarsılmaz ve en yüksek ve en büyük ve en ehemmiyetli ve fiyat takdir edilmez derecede kıymettar ve bütün dünyası ve canı ve cânânı pahasına verilse yine ucuz düşen bir hakîkatin uğrunda ve yolunda çalışıyoruz; elbette bütün musîbetlere ve sıkıntılara ve düşmanlara kemâl-i metânetle mukâbele etmemiz gerektir. Hem, belki karşımıza aldanmış veya aldatılmış bâzı hocalar ve şeyhler ve zâhirde müttakîler çıkartılır; bunlara karşı vahdetimizi, tesânüdümüzü muhâfaza edip onlar ile uğraşmamak lâzımdır, münâkaşa etmemek gerektir.

şuâlar, s. 265.

Sadâkat, sebat ve sıkı irtibat içinde olmak

Cenâb-ı Hakkın ihsan ve keremiyle sizlerle gâyet kudsî ve gâyet ehemmiyetli ve gâyet kıymettar ve her ehl-i îmâna menfaatli bir hizmette taksimü'l-mesâi kâidesiyle iştirak etmişiz. Tesânüdümüzden hâsıl olan bir şahs-ı mânevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşâdı bize kâfidir.

Hem mâdem bu zamanda herşeyin fevkınde hizmet-i îmâniye en ehemmiyetli bir vazifedir; hem kemmiyet ise keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdır; hem muvakkat ve mütehavvil siyâset âlemleri ebedî, dâimî, sabit hidemât-ı îmâniyeye nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas olamaz, medâr da olamaz.

Risâle-i Nur'un tâlimâtıdairesinde ve bizlere bahşettiği hizmet noktasında feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ve müfritâne âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadâkat ve sebat ve müfritâne irtibat ve ihlâs lâzımdır. Onda terakkî etmeliyiz.

Kastamonu Lâhikası, s. 57.

38

01.05.2008, 18:57

Sadâkatle sabır göstermek

Eski zamanda, bir şeyhin müridleri pekçok olmasından, o memleketin hükûmeti siyâsetçe telâş edip, onun cemaatini dağıtmak istemiş. O zât hükûmete demiş: "Benim yalnız bir buçuk müridim var, başka yok. ısterseniz tecrübe edeceğiz." O zât, bir yerde çadır kurdu, kendi binler müridlerini oraya toplattı. O da emretti: "Ben bir imtihan yapacağım. Her kim benim müridim ise ve emri kabul etse, Cennete gidecek." Çadıra birer birer çağırdı. Gizli bir koyun kesti; güyâ has bir müridini kesti, Cennete gönderdi. O kanı gören binler müridler, daha hiçbiri şeyhi dinlemedi, inkâra başladılar: Yalnız, bir adam dedi: "Başım fedâ olsun." Yanına gitti. Sonra, bir kadın dahi gitti; başkalar dağıldılar. O zât, hükûmet adamlarına dedi: "ışte benim bir buçuk müridim bulunduğunu gördünüz."

Cenâb-I Hakka yüz binler şükürler olsun ki, Risâlei Nur, Eskişehir imtihan ve mahkemesinde, şâkirtlerinden yalnız bir buçuk kaybetti. O eski şeyhin aksine olarak, Isparta ve civar kahramanlarının himmetiyle, o zâyi olan bir buçuk adam yerine on bin ilâve oldu. ınşaallah, bu imtihanda dahi hem şark, hem garbın kahramanlarının himmetleriyle, çokları kaybedilmeyecek ve bir giden yerine on girecek.

Bir zaman, müslim olmayan bir zât, tarîkatten hilâfet almak için bir çare bulmuş ve irşâda başlamış. Terbiyesindeki müridleri terakkîye başlarken, birisi keşfen mürşidlerini gâyet sukutta görmüş. O zât ise ferâsetiyle bildi, o müridine dedi: "ışte beni anladın." O da dedi: "Mâdem senin irşâdın ile bu makâmı buldum, seni bundan sonra daha ziyâde başımda tutacağım" diye Cenâb-ı Hakka yalvarmış, o bîçare şeyhini kurtarmış; birden bire terakkî edip bütün müridlerinden geçmiş, yine onlara mürşid-i hakîki kalmış. Demek, bâzan bir mürid şeyhinin şeyhi oluyor. Ve asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terk etmek değil, belki daha ziyâde uhuvvetini kuvvetleştirip ıslâhına çalışmak, ehl-i sadâkatin şe'nidir. Münâfıklar, böyle vaziyetlerde kardeşlerinin tesânüdünü ve birbirine karşı hüsn-ü zanlarını bozmak için derler: "ışte o kadar ehemmiyet verdiğin zâtlar âdi, âciz insanlardır."

Her ne ise, musîbette, gerçi çok zararımız var, fakat umum âlem-i ıslâmı alâkadar edecek bir keyfiyet, bir vaziyet olmasından, pekçok ucuz olarak pek büyük kıymeti var. Buna benzer vukua gelen hâdiseler, ya siyâset-i dîniye veya başka sebeplerle umum âlem-i ıslâm nâmına olamadılar.
şuâlar, s. 268.

39

01.05.2008, 19:00

Mânevî fırtınalara karşı dikkatli ve ihtiyatlı olmak

Nurcular, çok ihtiyat ve dikkat ve temkinde bulunmaları lâzımdır. Çünkü, mânevî fırtınalar var. Bâzı
dessas münâfıklar her tarafa sokulur; istibdâd-ı mutlaka dinsizcesine taraftarken, hürriyet fırkasına girer-tâ onları bozsun ve esrarlarını bilsin, ifşâ etsin.

Emirdağ Lâhikası-l, s. 156.

Îman hizmetkârlığını gizlememek

Bütün rûh u cânımla hattâ nefs-i emmaremle beraber Risâle-i Nur'un ve sizlerin selâmetine, şahsıma gelen bütün zahmetleri mânevî sevinç ve memnuniyetle kabul ediyorum. Cennet ucuz olmadığı gibi, Cehennem de lüzumsuz değil. Dünya ve zahmetleri fânî ve çabuk geçici olduğu gibi, bize gizli düşmanlanmızdan gelen zulüm de mahkeme-i kübrâda ve kısmen de dünyada yüz derece ziyâde intikâmımız alınacağından, hiddet yerinde onlara teessüf ediyoruz.

Bâzı kardeşlerimizin, lüzumsuz, talebeliğini inkâr, husûsan (...) eskide ehemmiyetli kendi hizmet-i Nuriyelerini lüzumsuz setretmeleri, gerçi çirkin, fakat onların sâbık hizmetleri için affedip gücenmemeliyiz.

şuâlar, s. 429.

Mümkün oldukça nâmahreme bakmamak

Risâle-i Nur Talebelerinden bir genç hâfız, pekçok adamların dedikleri gibi dedi: "Bende unutkanlık hastalığı tezâyüd ediyor, ne yapayım?" Dedim: "Mümkün oldukça nâmahreme nazar etme." Çünkü rivâyet var; ımâm-ı şâfiî'nin (r.a.) dediği gibi, "Haram-ı nazar, nisyan verir."

Evet, ehl-i ıslâmda, nazar-ı haram ziyâdeleştikçe hevesât-ı nefsâniye heyecana gelip, vücudunda sû-i istimâlât ile israfa girer; haftada birkaç defa gusle mecbur olur. Ondan, tıbben kuvve-i hâfızasına zaaf gelir. Evet, bu asırda açık saçıklık yüzünden, husûsan bu memâlik-i hârrede o sû-i nazardan sû-i istimâlât, umûmi bir unutkanlık hastalığını netice vermeye başlıyor. Herkes, cüz'î-küllî o şekvâdadır. ışte, bu umûmi hastalığın tezâyüdüyle, hadîs-i şerifin verdiği müthiş bir haberin tevili ucunda görünüyor. Ferman etmiş ki:

"Âhirzamanda, hâfızların göğsünden Kur'ân nez' ediliyor, çıkıyor, unutuluyor." Demek bu hastalık dehşetlenecek, hıfz-ı Kur'ân'a set çekilecek; o hadîsin tevilini gösterecek.

Kastamonu Lâhikası, s. 92.

40

01.05.2008, 19:01

Îmân hizmetini hiçbir şeye âlet etmemek

Cenâb-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, bu zamanda Risâle-i Nur'da, nokta-i istinad olarak avâm-ı mü'minînin en ziyâde muhtaç oldukları ve Nurda buldukları öyle bir hakîkattir ki, hiçbir şeye âlet olmayacak ve hiçbir garaz ve maksat içine girmeyecek ve hiçbir şüphe ve vesveseye meydan vermeyecek ve hiçbir düşman ona bahane bulup çürütmeyecek; ve yalnız hak ve hakîkat için ona çalışanlar bulunacak, dünya maksatları ona karışmayacak. Tâ ki, uzakta olan ehl-i îman, o hakîkate ve sâdık nâşirlerine tam îtimat edip, îmanlarını zındıkların ve dinsizlerin, din aleyhindeki dehşetli feylesofların îtirazlarından ve inkârlarından kurtarsınlar.

Evet, o ehl-i îman, lisân-ı hâl i1e diyecek ki, "Mâdem bu hakîkati, bu kadar şiddetli düşmanları çürütemediler ve îtiraz edemiyorlar ve şâkirtleri haktan başka onun hizmetinde hiçbir maksat taşımıyorlar; elbette o hakîkat, ayn-ı hak ve mahz-ı hakîkattir" diye bin bürhan kadar bir delil hükmünde îmânını kuvvetlendirir ve kurtarır. Ve, "ıslâmiyette bir hakîkatsizlik mi var?" diye daha evhâma düşmeyecekler.

Emirdağ Lâhikası-l, s. 211.
***

Bu zamanda ehl-i îman öyle bir hakîkate muhtaçtırlar ki; kâinatta hiçbir şeye âlet ve tâbî ve basamak olamaz; ve hiçbir garaz ve maksat onu kirletemez; ve hiçbir şüphe ve felsefe onu mağlûp edemez bir tarzda îman hakîkatlerini ders versin. Umum ehl-i îmânın bin seneden beri terâküm etmiş dalâletlerin hücumuna karşı îmanları muhâfaza edilsin.

ışte bu nokta içindir ki, dahilî ve haricî yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risâle-i Nur ehemmiyet vermiyor, onları arayıp tâbi olmuyor... Tâ avâm-I ehl-i îmânın nazarında, hayat-ı dünyeviyenin bâzı gâyelerine basamak olmasın; ve doğrudan doğruya hayat-ı bâkiyeden başka hiçbir şeye âlet olmadığından, fevkalâde kuvveti ve hakîkati, hücum eden şüpheleri ve tereddütleri izâle eylesin.

Emirdağ Lâhikası-I; s. 73.

şer'î meşvereti esas tutmak Bu büyük ve ağır ve kıymettar hizmet-i Kur'âniyeye kemâl-i tesânüdle çâlışmak lâzımdır. Sakın, dikkat ediniz. ıhtilâf-ı meşrebinizden ve zayıf damarınızdan ve derd-i maîşet zarûretinizden ehl-i dalâlet istifâde edip, birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer'iye ile reylerinizi teşettütten muhâfaza ediniz. ıhlâs Risâlesınin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa, az bir ihtilâf bu vakitte Risâle-i Nur'a büyük bir zarar verebilir.
Kastamonu Lâhikası, s.178.

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir