Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

01.05.2008, 17:21

Nur Talebelerinin (Nurcuların) Özellikleri

Bu vasıfları taşımayan hiç kimse Nurcu veya Nur talebesi olamaz. Hak etmediği sıfatı kullanan ise hem hakka girer hem de kendini kandırır.
--------------------------------------------------------------------------- -------

ınsanların hürmet ve ikrâmını arzu etmemek

Biz, insanların hürmet ve ihtirâmından ve şahsımıza âit hüsn-ü zan ve ikram ve tahsinlerinden mesleğimiz îtibâriyle cidden kaçıyoruz. Husûsan acîb bir riyâkârlık olan şöhretperestlik ve câzibedar bir hodfüruşluk olan tarihlere şâşaalı geçmek ve insanlara iyi görünmek ise, Nur'un bir esâsı ve mesleği olan ihlâsa zıttır ve münâfidir. Onu arzulamak değil, bilâkis şahsımız îtibâriyle ondan ürküyoruz. Yalnız Kur'ân'ın feyzinden gelen ve i'câz-ı mânevîsinin lemeâtı olan ve hakîkatlerinin tefsiri bulunan ve tılsımlarını açan Risâle-i Nur'un revâcını ve herkesin ona ihtiyacını hissetmesini ve pek yüksek kıymetini herkes takdir etmesini ve onun pek zâhir mânevî kerâmâtım ve îmân noktasında zındıkanın bütün dinsizliklerini mağlûp ettiklerini ve edeceklerini bildirmek, göstermek istiyoruz ve onu rahmet-i ılâhiyeden bekliyoruz.

Emirdağ Lâhikası-I, s.191-192.

2

01.05.2008, 17:22

şan-şöhret peşinde koşmamak

şeytan-ı ins, şeytan-ı cinnîden aldığı derse binâen, hizbü'l-Kur'ân'ın fedâkâr hâdimlerini hubb-u câh vasıtasıyla aldatmak ve o kudsî hizmetten ve o mânevî ulvî cihaddan vazgeçirmek istiyorlar. şöyle ki:

ınsanda, ekseriyet îtibâriyle hubb-u câh denilen hırs-ı şöhret ve hodfüruşluk ve şân ü şeref denilen riyâkârâne, halklara görünmek ve nazar-ı âmmede mevkî sahibi olmaya, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz'î-küllî arzu vardır. Hattâ o arzu için, hayatını fedâ eder derecesinde şöhretperestlik hissi onu sevk eder. Ehl-i âhiret için bu his gâyet tehlikelidir. Ehl-i dünya için de gâyet dağdağalıdır; çok ahlâk-ı seyyienin de menşeidir ve insanların da en zayıf damarıdır. Yani bir insanı yakalamak ve kendine çekmek; onun o hissini okşamakla kendine bağlar, hem onun ile onu mağlûp eder. Kardeşlerim hakkında en ziyâde korktuğum, bunların bu zayıf damarından ehl-i ilhâdın istifâde etmek ihtimâlidir. Bu hal beni çok düşündürüyor. Hakîki olmayan bâzı bîçare dostlarımı o sûretle çektiler, mânen onları tehlikeye attılar. Haşiye

Haşiye: O bîçareler, "Kalbimiz Üstad ile beraberdir" fıkriyle, kendilerini tehlikesiz zannederler. Halbuki ehl-i ilhâdın cereyânına kuvvet veren ve propagandalarına kapılan, belki bilmeyerek hafiyelikte istimâl edilmek, tehlikesi bulunan bir adamın, "Kalbim sâfidir, Üstâdımın mesleğine sâdıktır" demesi, bu misâle benzer ki: Birisi namaz kılarken karnındaki yeli tutamıyor, çıkıyor; hades vukû buluyor. Ona "Namazın bozuldu" denildiği vakit, o diyor: "Neden namazım bozulsun, kalbim sâfidir."

Ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur'ân'da arkadaşlarım!

Bu hubb-u câh cihetinden gelen dessas ehl-i dünyanın hafiyelerine veya ehl-i dalâletin propagandacılarına veya şeytanın şâkirtlerine deyiniz ki:

"Evvelâ, rızâ-yı ılâhî ve iltifât-ı Rahmânî ve kabul-ü Rabbânî öyle bir makamdır ki, insanların teveccühü ve istihsânı, ona nisbeten bir zerre hükmündedir. Eğer teveccüh-ü rahmet varsa, yeter. ınsanların teveccühü, o teveccüh-ü rahmetin in'ikâsı ve gölgesi olmak cihetiyle makbuldür, yoksa arzu edilecek birşey değildir. Çünkü kabir kapısında söner, beş para etmez."

Mektûbât, s. 401-402.

Ey kardeşlerim, sizler biliyorsunuz ki, bizim mesleğimizde, benlik, enâniyet, şân ü şeref perdesi altında makam sahibi olmaktan, öldürücü zehir gibi ondan kaçıyoruz. Onu ihsâs eden hâlâttan şiddetle içtinâb ediyoruz.

Kastamonu Lâhikası, s.104.

3

01.05.2008, 17:24

Enâniyeti büyük tehlikelerden biri olarak bilmek

Gaflet ve dünyaperestlikten çıkan dehşetli bir enâniyet, bu zamanda hükmediyor. Onun için ehl-i hakîkat (hattâ meşrû bir tarzda dahi olsa) enâniyetten, hodfüruşluktan vazgeçmeleri lâzım olduğundan, Risâle-i Nur'un hakîki şâkirtleri, buz parçası olan enâniyetlerini şahs-ı mânevîde ve havz-ı müşterekte erittiklerinden inşaallah bu fırtınada sarsılmayacaklar.

şûâlar, s. 267.

Ehl-i dalâletin tarafgirleri, enâniyetten istifâde edip, kardeşlerimi benden çekmek istiyorlar. Hakîkaten, insanda en tehlikeli damar, enâniyettir. Ve en zayıf damarı da odur. Onu okşamakla, Çok fena şeyleri yaptırabilirler.

Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz; sizi enâniyette vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar. Hem biliniz ki şu asırda, ehl-i dalâlet, ene'ye binmiş, dalâlet vâdilerinde koşuyor. Ehl-i hak bilmecburiye, eneyi terk etmekle hakka hizmet edebilir. Enenin istimâlinde haklı dahi olsa, mâdem ki ötekilere benzer ve onlar da onları kendileri gibi nefisperest zannederler, hakkın hizmetine karşı bir haksızlıktır. Bununla beraber etrâfına toplandığımız hizmet-i Kur'âniye eneyi kabul etmiyor, "nahnü" istiyor; "'Ben' demeyiniz, 'Biz' deyiniz" diyor.

Elbette kanaatiniz gelmiş ki, bu fakir kardeşiniz ene ile meydana çıkmamış. Sizi enesine hâdim yapmıyor. Belki, enesiz bir hâdim-i Kur'ânî olarak kendini size göstermiş. Ve kendini beğenmemeyi ve enesine taraftar olmamayı meslek ittihaz etmiş. Bununla beraber, katî deliller ile sizlere ispat etmiştir ki, meydan-ı istifâdeye vaz' edilen eserler mîrî malıdır, yani Kur'ân-ı Hakîmin tereşşuhâtıdır; hiç kimse enesiyle onlara temellük edemez. Haydi faız-ı muhâl olarak ben enemle o eserlere sahip çıkıyonım. Benim bir kardeşimin dediği gibi, mâdem bu Kur'ânî hakîkat kapısı açıldı, benim noksaniyetime ve ehemmiyetsizliğime bakılmayarak, ehl-i ilim ve kemâl, arkamda bulunmaktan çekinmemeli ve istiğnâ etmemelidirler. Selef-i sâlihînin ve muhakkikîn-i ulemânın âsarları, çendan her derde kâfı ve vâfi bir hazîne-i azîmedîr; fakat bâzı zaman olur ki, bir anahtar bir hazîneden ziyâde ehemmiyetli olur. Çünkü hazîne kapalıdır; fakat bir anahtar, çok hazîneleri açabilir. Zannederim ki, o enâniyet-i ilmiyeyi fazla taşıyan zâtlar da anladılar ki, neşrolunan Sözler, hakâik-ı Kur'âniyenin birer anahtarı ve o hakâikı inkâr etmeye çalışanların başlarına inen birer elmas kılıçtır. O ehl-i fazl ve kemâl ya kuvvetli enâniyet-i ilmiyeyi taşıyan zâtlar bilsinler ki, bana değil, Kur'ân-ı Hakîme talebe ve şâkirt oluyorlar. Ben de onların bir ders arkadaşıyım.

Haydi farz-ı muhâl olarak ben üstadlık dâvâ etsem, mâdem şimdi ehl-i îmânın tabakâtını, avâmdan havassa kadar, mâruz kaldıkları evham ve şübehâttan kurtarmak çaresini bulduk, o ulemâ, ya daha kolay bir çaresini bulsunlar veyahut bu çareyi iltizam edip ders versinler, taraftar olsunlar. Ulemâü's-sû' hakkında bir tehdid-i azîm var Bu zamanda ehl-i ilim ziyâde dikkat etmeli. Haydi farz etseniz ki, düşmanlarımızın zannı gibi, ben, benlik hesâbına böyle bir hizmette bulunuyorum. Acaba, dünyevî ve millî bir maksat için, çok zâtlar toplanıp, şiddetli bir tesanüdle iş gördükleri halde, acaba bu kardeşiniz, hakîkat-i Kur'âniye ve hakaik-ı îmâniye etrafında, kendi enâniyetini setretmekle beraber, o dünyevî komitenin onbaşıları gibi, terk-i enâniyetle hakaik-ı Kur'âniye etrafında bir tesanüdü sizden istemeye hakkı yok mudur? Sizin en büyük âlimleriniz de, ona "Lebbeyk!" dememesinde haksız değil midirler?

Kardeşlerim, enâniyetin içimizde en tehlikeli ciheti, kıskançlıktır. Eğer sırf Lillâh için olmazsa, kıskançlık müdahele eder, bozar. Nasıl ki bir insanın bir eli, bir elini kıskanmaz ve gözü kulağına hased etmez ve kalbi aklına rekabet etmez; öyle de, bu heyetimizin şahs-ı mânevîsinde herbiriniz bir duygu, bir âza hükmündesiniz. Birbirinize karşı rekabet değil, bilâkis birbirinizin meziyetiyle iftihar etmek, mütelezziz olmak bir vazife-i vicdaniyenizdir.

Birşey daha kaldı, en tehlikesi odur ki; içinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında, bir enâniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enâniyetlidir; çabuk enâniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da, nefsi o ilmî enâniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risâlelere karşı muâraza ister. Kalbi risâleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde, nefsi ise enâniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adavet besler gibi, Sözlerin kıymetlerinin tenzilini arzu eder. Tâ ki kendi mahsülât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın.

Halbuki, bilmecburiye bunu haber veriyonım ki: Bu dürûs-u Kur'âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar, vazifeleri (ulûm-u îmâniye cihetinde) yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve îzahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u îmâniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve îzah hâricinde birşey yazsa, soğuk bir muâraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risâle-i Nur eczaları Kur'ân'ın tereşşuhatıdır.

Bizler, taksimü'la'mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhte edip, o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz.

Mektubât, s. 412-413.

4

01.05.2008, 17:27

Tevâzu ve mahviyet sahibi olmak

Bu zamanda hizmet-i îmâniyede hazz-ı nefsini bırakıp ve mahviyet ile tesânüd ve ittihâdı muhâfaza eden bir hâlis kardeşimiz, bir velîden ziyâde mevkî alıyor.

şûâlar, s. 266.

Evet, bahtiyar (odur ki), kevser-i Kur'ânî'den süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nevindeki şahsiyetini ve enâniyetini o havuz içine atıp eritendir.

Lem'alar, s.159.

Dîne hizmet ettim diye gururlanmamak

Sen ey riyâkâr nefsim! Dîne hizmet ettim diye gururlanma.

"ınnallahe leyuayyide hazad'dîne min recülin facir." (Allah bu dini boğazlarına kadar günahlara batmış facir bir kuluyla da yüceltebilir)

sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recûl-i fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubûdiyetini, geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farîza-i hilkat ve netice-i sanat bil, ucb ve riyâdan kurtul.

Sözler, s. 436

Hem deme ki, "Halk içinde ben intihap edildim, bu meyveler benim ile gösteriliyor; demek bir meziyetim var." Hayır, hâşâ; belki, herkesten evvel sana verildi. Çünkü; herkesten ziyâde sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan, en evvel senin eline verildi.

Sözler, s. 210.

5

01.05.2008, 17:30

Tezellüle girmeden hizmet etmek

Nasıl ki, bir padişahın âdi bir hizmetkârı ve bîçare bir neferi; padişah nâmına feriklere, paşalara hedâyâyı şâhânesini ve nişanlarını veriyor, onları minnettar ediyor. Eğer ferikler ve müşirler, "Bu âdi nefere neden tenezzül edip elinden ihsan ve nişanları alıyonız?" deseler, mağrurâne bir dîvâneliktir. Eğer o nefer dahi, vazifesinin haricinde müşire kıyâm etmezse, kendini ondan yüksek görse, eblehcesine bir dîvâneliktir. Hem, eğer o memnun olan feriklerden birisi, müteşekkirâne o neferin kulübeciğine tenezzülen misâfir gitse; kuru ekmekten başka bulmayan o nefer mahcup kalmamak için, o hâli gören ve bilen padişah (elbette o neferini mahcup etmemek için) matbâh-ı şâhâneden, sâdık hizmetkârının muhterem misâfırine tabla gönderir. Öyle de, Kur'ân-ı Hakîmin sâdık bir hizmetkârı, ne kadar âdi olursa olsun, Kur'ân nâmına, en büyük insanlara emirlerim çekinmeyerek tebliğ eder ve en zengin ruhlu olanlara Kur'ân'ın âlî elmaslarını yalvararak mütezellilâne değil, belki müftehirâne ve müstağniyâne satar. Onlar ne kadar büyük olursa olsun, o âdi hizmetkâra, vazife başında iken tekebbür edemezler. Ve o hizmetkâr dahi, onların ona mürâcaatında, kendine medâr-ı gurur bulamaz ve haddinden tecâvüz etmez. Eğer o hazîne-i kudsiyenin müşterileri içinde bâzıları, o bîçare hizmetkâra velâyet nazarıyla baksalar, elbette hakîkat-i Kur'âniyenin merhamet-i kudsiyesi şânındandır ki, o hizmetkârını mahcup etmemek için, hazîne-i hâssa-i ılâhiyeden o hizmetkârın hiç haberi ve medhali olmadan, onlara medet versin ve himmet ederek feyizdar etsin.

Mektûbât, s. 338-339.

Uhuvvetkârâne tesânüd etmek ve kardeşleri tenkit etmemek

Hayat, vahdet ve ittihâdın neticesidir. ımtizaçkârâne ittihat gittiği vakit, mânevî hayat da gider.

ıhtilâfa düşmeyin; sonra cesâretiniz kırılır kuvvetiniz de elden gider. (Enfâl Sûresi: 46.) işaret ettiği gibi, tesânüd bozulsa, cemaatin tadı kaçar. Bilirsiniz ki, üç elif ayrı ayrı yazılsa, kıymeti üçtür, tesânüd-ü adedî ile içtimâ etse, yüz on bir kıymetinde olduğu gibi; sizin gibi üç dört hâdim-i Hak, ayrı ayrı ve taksimü'l-a'mâl olmamak cihetiyle hareket etse, kuvvetleri üç dört adam kadardır.

Eğer hakîki bir uhuvvetle, birbirinin fazîletleriyle iftihar edecek bir tesânüdle, birbirinin aynı olmak derecede bir tefânî sırrıyla hareket etseler, o dört adam, dört yüz adam kuvvetinin kıymetindedirler. Sizler koca Isparta'yı değil, belki büyük bir memleketi tenvir edecek elektriklerin makinistleri hükmündesiniz. Makinenin çarkları birbirine muâvenete mecburdur.Hem, birbirini kıskanmak değil, belki, bilâkis birbirinin fazla kuvvetinden memnun olurlar. şuurlu farz ettiğimiz bir çark, daha kuvvetli bir çarkı görse memnun olur. Çünkü, vazifesini tahfıf ediyor. Hak ve hakîkatin, Kur'ân ve îmânın hizmeti olan büyük bir hazîne-i âliyeyi omuzlarında taşıyan zâtlar, kuvvetli omuzlar altına girdikçe iftihar eder, minnettar olur, şükreder.

Sakın birbirinize tenkit kapısını açmayınız. Tenkit edilecek şeyler kardaşlarınızdan hariç dairelerde çok var. Ben nasıl sizin meziyetinizle iftihar ediyorum, o meziyetlerden ben mahrum kaldıkça, sizde bulunduğundan memnun oluyorum, kendimindir telâkkî ediyorum. Siz de üstâdınızın nazarıyla birbirinize bakmalısınız. Âdetâ, her biriniz ötekinin fazîletlerine nâşir olunuz.

Barla Lâhikası, s. 88.

6

01.05.2008, 17:33

ıhlâs kâideleriyle hareket etmek

Bizler imkân dairesinde bütün kuvvetimizle Lem'a-i ihlâsın düsturlarını ve hakîki ihlâsın sırrını mâbeynimizde ve birbirimize karşı istimâl etmek vücub derecesine gelmiş.

Bizler birbirimize (lüzûm olsa) rûhumuzu fedâ etmeye hizmet-i Kur'âniye ve îmâniyemiz iktizâ ettiği halde, sıkıntıdan veya başka şeylerden gelen titizlikle, hakîki fedakârlar birbirine karşı küsmeye değil, belki kemal-i mahviyet ve tevazu ve teslimiyetle kusuru kendine alır, muhabbetini, samimiyetini ziyadeleştirmeye çalışır. Yoksa habbe kubbe olup tâmir edilmeyecek bir zarar verebilir.

şûâlar, s. 422.

Tesânüdü en önemli bağ bilmek ve onu muhâfaza etmek

Evet, velâyetin kerâmeti olduğu gibi, niyet-i hâlisenin dahi kerâmeti vardır. Samîmiyetin dahi kerâmeti vardır. Bâhusus lillâh için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddî, samîmi tesânüdün çok kerâmetleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı mânevîsi bir velî-yi kâmil hükmüne geçebilir; inâyâta mazhar olur.

Barla Lâhikası, s.13.

şimdi en ziyâde bizi ve Nurları vurmak ve sarsmak için en fena plân, Nur Talebelerini birbirinden soğutmak ve usandırmak ve meşrep ve fıkir cihetinde birbirinden ayırmaktır.

şuâlar, s. 431.

Evvel âhir tavsiyemiz, tesânüdünüzü muhâfaza; enâniyet, benlik, rekâbetten tahaffüz ve îtidâl-i dem ve ihtiyattır.

şûâlar, s. 262.

Mesleğimizde zaman, mekân sohbetimize mâni olamaz. şarkta, garbda, hattâ âhirette, berzahta olsa da, beraberiz. Meselâ, berzahta Hâfız Ali (r.li.), hergün mânen yanımızdadır. Bu hakîkate binâen, sûrî ayrılmaya, hattâ ölüme ehemmiyet vermemeliyiz.

Emirdağ Lâhikası-I, s. 93.

Pekçok, ayrı ayrı tarzda Risâle-i Nur aleyhinde yaptıkları desîseler ve tedbirler ve şâkirtleri soğutmak ve sarsmak plânları, husûsan derd-i maîşet belâları, Risâle-i Nur'un inkişâfını durdurmuyor. Günden güne tevessü' ediyor. Hattâ en ziyâde hücum edenler dahi, perde altında istifâdeye çalışıyorlar. Cenâb-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, inâyet-i ılâhiye ve himâyet-i Rabbâniye devam ediyor. Fakat, yalnız ehemmiyetli bir plânla, ayrı bir cephede, mütemerrid münâfıklar tarafından bir hücum var. Çok ihtiyat ve dikkat ve sebat ve tesânüd lâzımdır ki, tâ onların bu plânı da akîm kalsın.

Plân budur: Risâle-i Nur talebeleri içinde tesânüdü bozmak. On sekiz seneden beri hakkımızda programları, has talebeleri bizden kaçınnak, soğutmak idi. Bu plânları akîm kaldı. şimdi, tesânüdü bozmak ve bâzı menfaatperest, fakat ehl-i ilim ve ehl-i dinden, Risâle-i Nur'un cereyânına karşı rakip çıkarmak süretiyle intişârına zarar vermeye çalışıyorlar.

Hem, Ramazan Risâlesinin âhirinde; nefs-i emmâreyi her nevî azaptan ziyâde açlık ile temerrüdünü terk ettiği gibi, şimdiki ehl-i nifâkın mütemeıridâne sefâhetinin cezâsı olârak, umûma ve mâsumlara da gelen bu açlık ve derd-i maîşet belâsından ehl-i dalâlet istifâde edip, Risâle-i Nur hizmetini her belâya, her derde bir çare, bir ilâç bulmuşlar. Biz her gün hizmet derecesinde, maîşette kolaylık, kalbde ferahlık, sıkıntılara genişlik hissediyoruz, görüyoruz. Elbette bu dehşetli yeni belâlara, musîbetlere karşı da, yine Risâle-i Nur'un hizmetiyle mukâbele etmemiz lâzımdır.

Kastamonu Lâhikası, s.177.

7

01.05.2008, 17:35

ıktisâdı esas tutmak

Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, en fakir adama en zengin adam gibi ve gedâya (yani fakire) pâdişah gibi, lezzet-i nîmetini ihsas ettiriyor. Evet, bir fakirin, kuru bir parça siyah ekmekten açlık ve iktisad vasıtasıyla aldığı lezzet, bir pâdişahın ve bir zenginin israftan gelen usanç ve iştahsızlık ile yediği en âlâ baklavadan aldığı lezzetten daha ziyâde lezzetlidir. Cây-ı hayrettir ki, bâzı müsrif ve mübezzir insanlar, böyle iktisadçıları, "hısset' ile ittiham ediyorlar. Hâşâ, iktisat, izzet ve cömeıtliktir; hısset ve zillet, ehl-i israf ve tebzîrin zâhirî merdâne keyfiyetlerinin iç yüzüdür.

Lem'alar, s. 133.

Tamâ göstermemek

Madem rızık mukadderdir ve ihsan ediliyor; ve veren de Cenâb-ı Haktır, O hem Rahîm, hem Kerîm'dir; Onun rahmetini ittiham etmek derecesinde ve keremini istihfaf eder bir sûrette gayr-i meşrû bir tarzda yüz suyu dökmekle, vicdânını, belki bâzı mukaddesâtını rüşvet verip, menhus, bereketsiz bir mâl-I haramı kabul eden düşünsün ki, ne kadar muzaaf bir dîvâneliktir.

Evet, ehl-i dünya, husûsan ehl-i dalâletin münâfıkları sizi insâniyetin şu zayıf damarı olan tamâ yüzünden yakalasalar, geçen hakîkati düşünüp, bu fakir kardeşinizi nümûne-i imtisâl ediniz. Sizi bütün kuvvetimle temin ederim ki, kanaat ve iktisat, maaştan ziyâde sizin hayatınızı idâme ve rızkınızı temin eder. Bâhusus size verilen o gayr-i meşrû para, sizden ona mukâbil bin kat fazla fıyat isteyecek. Hem, her saati size ebedî bir hazîneyi açabilir olan hizmet-i Kur'âniyeye sed çekebilir veya fütur verir. Bu böyle bir zarar ve boşluktur ki, her ay binler maaş verilse, yerini dolduramaz.

Mektûbât, s. 406-407.

8

01.05.2008, 17:38

Riyâdan sakınmak

Riyâya dâir Üç Nokta yazılacak.

Birincisi : Farz ve vâciplerde ve şeâir-i ıslâmiyede ve Sünnet-i Seniyyenin ittibâında ve haramların terkinde riyâ giremez, izhârı riyâ olamaz. Meğer, gâyet zaaf-ı îmanla beraber, fıtraten riyâkâr ola. Belki, şeâir-i ıslâmiyeye temas eden ibâdetlerin izharları, ihfâsından çok derece daha sevaplı olduğunu, Hüccetü' l-ıslâm ımâm-ı Gazâlî (r.a.) gibi zâtlar beyan ediyorlar. Sâir nevâfılin ihfâsı çok sevaplı olduğu halde, şeâire temas eden, husûsan böyle bid'alar zamanında ittibâ-ı sünnetin şerâfetini gösteren ve böyle büyük kebâir içinde haramların terkindeki takvâyı izhâr etmek, değil riyâ, belki ihfâsından pekçok derece daha sevaplı ve hâlisdir.

ıkinci Nokta :Riyâya, insanları sevk eden esbâbın birincisi zaaf-ı îmandır. Allah'ı düşünmeyen, esbâba perestiş eder, halklara hodfüruşlukla riyâkârâne vaziyet alır.

Risâle-i Nur şâkirtleri, Risâle-i Nur'dan aldıkları kuvvetli îmân-ı tahkîkî dersiyle esbâba ve nâsa ubûdiyet noktasında bir kıymet, bir ehemmiyet vermiyor ki, ubûdiyetlerinde onlara gösterişle riyâ etsinler.

ıkinci Sebep: Hırs ve tamâ, zaaf-ı fakr noktasında teveccüh-ü nâsı celbine medar riyâkârâne vaziyet almaya sevk ediyor.

Risâle-i Nur'un şâkirtleri iktisat ve kanaat ve tevekkül ve kısmetine rızâ gibi Risâle-i Nur'un dersinden aldıkları izzet-i îmâniye, inşâallah onları riyâdan ve dünya menfaatleri için hodfüruşluktan meneder.

Üçüncü Sebep: Hırs-ı şöhret, hubb-u câh, makam sahibi olmak, emsâline tefevvuk etmek gibi hisler ve insanlara iyi görünmek tasannukârâne (haddinden fazla kendine ehemmiyet verdirmek) ve tekellüfkârâne (lâyık olmadığı yüksek makamlarda görünmek) tarzını takınmakla riyâ eder.

Risâle-i Nur şâkirtleri, ene'yi nahnü'ye tebdil ettikleri, yani enâniyeti bırakıp, Risâle-i Nur dâiresinin şahs-ı mânevisînin hesâbına çalışması, ben yerine biz demeleri ve ehl-i tarîkatin fenâ f'iş-şeyh, fenâ fi'r-resûl ve nefs-i emmâreyi öldürmek gibi riyâdan kurtaran vâsıtaların bu zamanda birisi de fena fı'l-ihvan, yani şahsiyetini kardeşlerinin şahs-ı mâneviyesi içinde eritip öyle davrandığı için, inşâallah, ehl-i hakîkatın riyâdan kurtulmaları gibi, bu sır ile onlar da kurtulurlar.

Üçüncü Nokta : Vazife-i dîniye îtibâriyle nâsa hüsn-ü kabul ettirmek, o makâmın iktizâ ettiği yüksek tavırlar ve vaziyetler, hodfüruşluk ve riyâ sayılmaz ve sayılmamalı. Meğer, o adam, o vazifeyi kendi enâniyetine tâbî edip istimâl eder.

Evet, bir imam, imâmet vazifesinde tesbihâtları izhâr eder, ismâ eder; hiçbir cihette riyâ olamaz. Fakat, vazife haricinde o tesbihâtlârı âşikâre halklara işittirmeye riyâ girebildiği için, gizlisi daha sevaplıdır.

Risâle-i Nur'un hakîki şâkirtleri, neşriyât-ı dîniyelerinde ve ittibâ-ı sünnetteki ibâdetlerinde ve içtinâb-ı kebâirdeki takvâlarında, Kur'ân hesâbına vazifedar sayılırlar; inşâallah riyâ olmaz. Meğer ki; Risâle-i Nur'a başka bir maksad-ı dünyeviye için girmiş ola.

Kastamonu Lâhikası, s.134-135.

9

01.05.2008, 17:39

Tasannua girmemek

Eğer perde-i gayb açılsa, bu sebatsız zamanda böyle sebat gösteren ve bu yakıcı, ateşli hallerden sarsılmayan bu samîmi dindarlar ve ciddî Müslümanlar, eğer herbiri bir velî, hattâ bir kutub ğörünse, benim nazanmda şimdi verdiğim ehemmiyeti ve alâkayı pek az ziyâdeleştirecek; ve eğer birer âmî ve âdi görünse, şimdi verdiğim kıymeti hiç noksan etmeyecek diye karar verdim. Çünkü böyle pek ağır şerâit altında îman kurtarmak hizmeti, herşeyin fevkındedir. şahsî makamlar ve hüsn-ü zanların ilâve ettikleri meziyetler, böyle dağdağalı, sarsıntılı hallerde hüsn-ü zanlarını kırmakla muhabbetleri azalır ve meziyet sahibi dahi onların nazarlarında mevkiini muhâfaza etmek için tasannûya ve tekellüfe ve sıkıntılı vakara mecburiyet hisseder. ışte hadsiz şükür olsun ki, bizler böyle soğuk tekellüflere muhtaç olmuyoruz.

şûâlar, s. 258.

10

01.05.2008, 17:42

ıman hizmetinde korku duygusu taşımamak

ınsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havftır. Dessas zâlimler, bu korku damarından çok istifâde etmektedirler. Onunla, korkakları gemlendiriyorlar. Ehl-i dünyanın hafiyeleri ve ehl-i dalâletin propagandacıları, avâmın ve bilhassa ulemânın bu damarından çok istifâde ediyorlar; korkutuyorlar, evhamlarını tahrik ediyorlar. Meselâ, nasıl ki damda bir adamı tehlikeye atmak için, bir dessas adam, o evhamlının nazarında zararlı görünen birşeyi gösterip, vehmini tahrik edip kova kova tâ damın kenarına gelir, baş aşağı düşürür, boynu kırılır. Aynen onun gibi, çok ehemmiyetsiz evham ile, çok ehemmiyetli şeyleri fedâ ettiriyorlar. Hattâ, bir sinek beni ısırmasın diyerek, yılanın ağzına girer.
ışte ey kardeşlerim! Eğer ehl-i ilhadın dalkavukları, sizi korkutmak ile kudsî cihâd-ı mânevînizden vazgeçirmek için size hücum etseler; onlara deyiniz: "Biz hizbü'l-Kur'ân'ız, şüphesiz ki Kur'ân'ı Biz indirdik ve onu koruyacak olan da Biziz. (Hicr Sûresi: 9.) sırrıyla, Kur'ân'ın kal'asındayız. Allah bize yeter; O ne güzel vekildir. (Âl-i ımrân Sûresi: 173.) etrafımızda çevrilmiş muhkem bir surdur.

Binler ihtimâlden bir ihtimâl ile, şu kısa hayat-ı fâniyeye küçük bir zarar gelmesi korkusundan, hayat-ı ebediyemize yüzde yüz binler zarar verecek bir yola, bizi ihtiyârımızla sevk edemezsiniz." Ve deyiniz: "Acaba hizmeti Kur'âniyede arkadaşımız ve o hizmet-i kudsiyenin tedbîrinde üstâdımız ve ustabaşımız olan Said Nursî'nin yüzünden, bizim gibi hak yolunda ona dost olan ehl-i haktan kim zarar görmüş? Ve onun has talebelerinden kim belâ görmüş ki, biz de göreceğiz ve o görmek ihtimâli ile telâş edeceğiz.

Bu kardeşimizin, binler uhrevî dostları ve kardeşleri var. Yirmi otuz senedir dünya hayat-ı içtimâiyesine tesirli bir sûrette karıştığı halde, onun yüzünden bir kardeşinin zarar gördüğünü işitmedik. Husûsan, o zaman elinde siyâset topuzu vardı, şimdi o topuz yerine nur-u hakîkat var.

Eskiden, Otuz Bir Mart Hâdisesinde, çendan onu da karıştırdılar, bâzı dostlarını da ezdiler; fakat, sonra tebeyyün etti ki, mesele başkaları tarafından çıkmış. Onun dostları, onun yüzünden değil, onun düşmanları yüzünden belâ gördüler. Hem, o zaman çok dostlarını da kurtardı. Buna binâen, bin değil, binler ihtimâlden bir tek ihtimâl-i tehlike korkusuyla bir hazîne-i ebediyeyi elimizden kaçırmak, sizin gibi şeytanların hâtırına gelmemeli" deyip ehl-i dalâletin dalkavuklarının ağzına vurup tard etmelisiniz. Hem o dalkavuklara deyiniz ki:

"Yüz binler ihtimâlden bir ihtimâl değil, yüzden yüz ihtimâl ile bir helâket gelse, zerre kadar aklımız varsa, korkup, onu bırakıp kaçmayacağız." Çünkü mükerrer tecrübelerle görülmüş ve görülüyor ki, büyük kardeşine veyahut üstâdına tehlike zamanında ihânet edenlerin, gelen belâ, en evvel onların başında patlar; hem merhametsizcesine onlara ceza verilmiş ve alçak nazarıyla bakılmış, hem cesedi ölmüş, hem rûhu zillet içinde mânen ölmüş. Onlara ceza verenler, kâlblerinde bir merhamet hissetmezler. Çünkü derler,
"Bunlar mâdem kendilerine sâdık ve müşfık üstadlarına hâin çıktılar, elbette çok alçaktırlar, merhamete değil, tahkire lâyıktırlar."

Mâdem hakîkat budur. Hem mâdem bir zâlim ve vicdansız bir adam birisini yere atıp ayağıyla onun başını katî ezecek bir sûrette davransa, o yerdeki adam eğer o vahşî zâlimin ayağını öpse, o zillet vâsıtasıyla, kalbi başından evvel ezilir, rûhu cesedinden evvel ölür. Hem başı gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur. Hem, o. canavar vicdansız zâlime karşı zaaf göstermekle, kendisini ezdirmeye teşcî eder. Eğer ayağı altındaki mazlum adam, o zâlimin yüzüne tükürse, kalbini ve ruhunu kurtarır, cesedi bir şehid-i mazlum olur. Evet, tükürün zâlimlerin hayâsız yüzlerine!

Hem, ey kardeşlerim, çoğunuz askerlik etmişsiniz. Etmeyenler de elbette işitmişlerdir. ışitmeyenler de benden işitsinler ki, en ziyâde yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır; en az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir. De ki: Kaçtığınız ölüm mutlaka gelip sizi bulacaktır. (Cum'a Sûresi: 8.) mâna-i işârîsiyle gösteriyor ki, "Firar edenler, kaçmalarıyla ölümü daha ziyâde karşılıyorlar."

Mektûbât, s. 403-406.

11

01.05.2008, 17:43

Vazifegüzarlığa kalkmamak; tenbelliğe düşmemek

Altıncı desîse-i şeytâniye şudur ki: ınsandaki tenbellik ve tenperverlik ve vazifedarlık damarından istifâde eder. Evet, şeytan-ı ins ve cinnî her cihette hücum ederler. Arkadaşlarımızdan metîn kalbli, sadâkati kuvvetli, niyeti ihlâslı, himmeti âlî gördükleri vakit, başka noktalardan hücum ederler. şöyle ki:

ışimize sekte ve hizmetimize fütur vermek için, onların tenbelliklerinden ve tenperverliklerinden ve vazifedarlıklarından istifâde ederler. Onlar, öyle desîselerle onları hizmet-i Kur'âniyeden alıkoyuyorlar ki, haberleri olmadan bir kısmına fazla iş buluyorlar; tâ ki hizmet-i Kur'âniyeye vakit bulmasın. Bir kısmına da, dünyanın câzibedar şeylerini gösteriyorlar ki, hevesi uyanıp, hizmete karşı bir gaflet gelsin ve hâkezâ...

Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz. Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir. Herbir saatiniz, bir gün ibâdet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir; biliniz ki, elinizden kaçmasın.

Mektûbât, s. 414.

12

01.05.2008, 17:44

ınsânî zaafların îmân hizmetine mâni olmasına fırsat vermemek

Hem gizli düşmanlarım, hem nefsim, şeytanın telkiniyle zayıf bir damarımı arıyorlar ki, beni onunla yakalayıp Nurlara tam ihlâsla hizmetime zarar gelsin. En zayıf damar ve dehşetli mâni, hastalık damarıdır. Hastalığa ehemmiyet verdikçe, hiss-i nefs-i cisim galebe eder, "zarûrettir, mecburiyet var" der, ruh ve kalbi susturur, doktoru müstebit bir hâkim gibi yapar ve tavsiyelerine ve gösterdiği ilâçlara itaate mecbur ediyor. Bu ise, fedâkârâne, ihlâsla hizmete zarar verir.

Hem, gizli düşmanlarım da bu zayıf damarımdan istifâdeye çalışmışlar ve çalışıyorlar; nasıl ki korku ve tamâ ve şân ü şeref cihetinde çalışıyorlar. Çünkü, insanın en zayıf damarı olan korku cihetinde bir halt edemediler; îdamlarına beş para vermediğimizi anladılar.

Sonra, insanın bir zayıf damarı, derd-i maîşet ve tamâ cihetinde çok soruşturdular. Nihayetinde, o zayıf damardan birşey çıkaramadılar. Sonra, onlarca tahakkuk etti ki, onlar mukaddesâtını fedâ ettikleri dünya malı, nazarımızda hiç ehemmiyeti yok ve çok vukuâtlarla onlarca da tahakkuk etmiş. Hattâ bu on sene zarfında yüz defadan ziyâde resmen "Ne ile yaşıyor?" diye mahallî hükûmetlerden sormuşlar.

Sonra, en zayıf bir damar-ı insânî olan şân ü şeref ve rütbe noktasında bana çok elîm bir tarzda o zayıf damarımı tutmak için emredilmiş. ıhânetler, tahkirlerle, damara dokunduracak işkencelerle dahi hiçbir şeye muvaffak olamadılar ve katiyen anladılar ki, onların perestiş ettiği dünya şân ü şerefini bir riyâkârlık ve zararlı bir hodfüruşluk biliyoruz, onların fevkalâde ehemmiyet verdikleri hubb-u câh ve şân ü şeref-i dünyeviyeye beş para ehemmiyet vermiyoruz, belki onları bu cihette dîvâne biliyoruz.

Sonra, bizim hizmetimiz îtibâriyle bizde zayıf damar sayılan, fakat hakîkat noktasında herkesin makbulü ve her şahıs onu kazanmaya müştak olan mânevî makam sahibi olmak ve velâyet mertebelerinde terakkî etmek ve o nîmet-i ılâhiyeyi kendinde bilmektir ki, insanlara menfaatten başka hiçbir zararı yok. Fakat böyle benlik ve enaniyet ve menfaatperestlik ve nefsini kurtarmak hissi galebe çaldığı bir zamanda, elbette sırrı-ı ihlâsa ve hiçbir şeye âlet olmamaya binâ edilen hizmet-i îmâniye ile şahsî makâm-ı mâneviyeyi aramamak iktizâ ediyor. Harekâtında onları istememek ve düşünmemek lâzımdır ki, hakîki ihlâsın sırrı bozulmasın. ışte bunun içindir ki, herkesin aradığı keşf ü kerâmâtı ve kemâlât-ı ruhiyeyi Nur hizmetinin haricinde aramadığımı, zayıf damarlarımı tutmaya çalışanlar anladılar, bu noktada dahi mağlûp oldular.

Emirdağ Lâhikası-I, s. 239-240.

13

01.05.2008, 17:46

Risâle-i Nur' a perde olmamak

Risâle-i Nur Kur'ân'ın malıdır. Benim ne haddim var ki, sahip olayım; tâ ki, kusurlarım ona sirâyet etsin. Belki o Nur'un kusurlu bir hâdimi ve o elmas mücevherât dükkânının bir dellâlıyım. Benim karma karışık vaziyetim; ona sirâyet edemez, ona dokunamaz. Zâten Risâle-i Nur'un bize verdiği ders de, hakîkat-i ihlâs, ve terk-i enâniyet ve dâimâ kendini kusurlu bilmek ve hodfüruşluk etmemektir. Kendimizi değil, Risâle-i Nur'un şahs-ı mânevîsini ehl-i îmâna gösteriyoruz. Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene (fakat hakîkat olmak şartıyla) minnettar oluyoruz, Allah râzı olsun deriz. Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa, nasıl memnun oluruz; kusurumuzu (fakat garaz ve inat olmamak şartıyla ve bid'alara ve dalâlete yardım etmemek kaydı ile) kabul edip minnettar oluyoruz.

Emirdağ Lâhikası-I, s. 49.

Deniliyor ki : "Neden, Nur şâkirtlerinin kuvvetli hüsn-ü zanları ve katî kanaatleri, senin şahsın hakkında Nurlara daha ziyâde şevklerine medâr olan bir makâmı ve kemâlâtı şahsına kabul etmiyorsun? Yalnız Risâle-i Nur'a verip, kendini çok kusurlu bir hâdim gösteriyorsun?"

Elcevap : Hadsiz hamd ve şükür olsun ki, Risâle-i Nur'un öyle kuvvetli ve sarsılmaz istinad noktaları ve öyle parlak ve keskin hüccetleri var ki, benim şahsımda zannedilen meziyete, istidâda ihtiyacı yoktur. Başka eserler gibi, müellifin kâbiliyetine bakıp, makbuliyeti ve kuvveti ondan almıyor. ışte meydanda, yirmi senedir katî hüccetlerine dayanıp, şahsımın maddî ve mânevî düşmanlarını teslime mecbur ediyor. Eğer şahsiyetim ona ehemmiyetli bir nokta-i istinad olsaydı, dinsiz düşmanlarım ve insafsız muârızlarım kusurlu şahsımı çürütmekle, Nurlara büyük darbe vurabilirdiler. Halbuki o düşmanlar, dîvâneliklerinden, yine her nevî desîselerle beni çürütmeye ve hakkımda teveccüh-ü âmmeyi kırmaya çalıştıkları halde, Nurların fütûhâtına ve kıymetine zarar veremiyorlar. Yalnız bâzı zayıf ve yeni müştakları bulandırsa da, vazgeçiremiyorlar.

Bu hakîkat için, hem bu zamanda enâniyet ziyâde hükmettiği için, haddimden çok ziyâde olan hüsn-ü zanları kendime almıyorum ve ben, kardeşlerim gibi, kendi nefsime hüsn-ü zan etmiyorum. Hem, kardeşlerimin bu bîçare kardeşlerine verdiği makâm-ı uhrevî, hakîki, dînî makam ise, Mektubât'ta ıkinci Mektubun âhirindeki kâideye göre, "şahsıma verdikleri mânevî hediye olan kemâlâtı, eğer (hâşâ) ben kendimi öyle bilsem, olmamasına delildir; kendimi öyle bilmesem, onların o hediyesini kabul etmemek lâzım geliyor." Hem kendini makam sahibi bilmek cihetinde enâniyet müdâhale edebilir.

Birşey daha kaldı ki; dünya cihetinde, hakâik-ı îmâniyenin neşrindeki vazifedar, makam sahibi olsa daha iyi tesir eder, denilebilir. Bunda da iki mâni var:

Birisi: Farazâ velâyet olsa da, bilerek, isteyerek makam yapmak tarzında, velâyetin mâhiyetindeki ihlâs ve mahviyete münâfidir. Nübüvvetin vereseleri olan Sahabeler gibi izhâr ve dâvâ edemezler; onlara kıyas edilmez.

ıkinci Mâni: Pekçok cihetlerle çürütülebilir ve fânî ve cüz'î ve. muvakkat ve kusurlu bir şahıs sahip olsa, Nurlara ve hakâik-ı îmâniyenin fütûhâtına zarar gelir. Fakat bir nokta var ki, mûcib-i şükrandır. Ehl-i siyâsetteki düşmanlarım, mezkûr hakîkatleri bilmedikleri için, şerefli, izzetli eski Said'i düşünüp mütemâdiyen Nurlar bedeline benim şahsıma ihânet ve tenkîs etmekle meşgul oluyorlar. Bâzı mutaassıp enaniyetli hocaları da şahsımın aleyhine çeviriyorlar. Güyâ Nurları söndürmeye çalışıyorlar. Halbuki Nurları daha ziyâde parlattırmaya vesîle oluyorlar. Nurlar, âdi şahsımdan değil, Kur'ân güneşinin menbâından nurları alıyor.

Emirdağ Lâhikası-I, s. 223-224.

14

01.05.2008, 17:56

Kendi nefsini ittiham edip, meslektaşına taraftar olmak

Nefsini ittiham etmek ve nefsine değil, dâimâ karşısındaki meslektaşına taraftar olmak. Fenn-i âdâb ve ilm-i münâzaranın ulemâsı mâbeynindeki hakperestlik ve insaf düsturu olan şu: "Eğer bir mes'elenin münâzarasında kendisinin haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna ınemnun olsa, insafsızdır." Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit o münâzarada bilmediği birşeyi öğrenmiyor; belki gurur ihtimâliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa; zararsız, bilmediği bir mes'eleyi öğrenip, menfaattar olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek, insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rızâ ile kabul edip, taraftar çıkar, memnun olur.

ışte bu düsturu ehl-i din, ehl-i hakîkât, ehl-i tarîkat, ehl-i ilim kendilerine rehber ittihaz etseler, ihlâsı kazanırlar. Ve vazife-i uhreviyelerinde muvaffak olurlar. Ve bu fecî sukut ve musîbet-i hâzıradan rahmet-i ılâhiyye ile kurtulurlar.

Lem'alar, s. 152.

15

01.05.2008, 17:56

Kendisi haklı da olsa, kardeşine îtiraz ve tenkit etmemek
[ Birden rûhuma gelmiş bir endişeyi beyân ediyorum.]

Ehl-i dalâlet, Risâle-i Nur'un elmas kılınçlarına mukâbele edemedikleri için, şâkirtleri içinde, derd-i maîşet cihetinden ve bahar mevsimi gafletinden istifâde ederek (meşrepler veya hissiyâtları muhâlefetinden) zayıf damarları bulup, şâkirtler içindeki tesânüdü sarsmak istediklerini hissettim ve anladım. Sakın, çok dikkat ediniz! ıçinize bir mübâyenet düşmesin. ınsan, hatâdan hâlî olamaz. Fakat, tevbe kapısı açıktır.

Nefis ve şeytan, sizi kardeşinize karşı îtiraza ve haklı olarak tenkide sevk ettiği vakit, deyiniz ki, "Biz, değil böyle cüz'î hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi Risâle-i Nur'un en kuvvetli râbıtası olan tesânüde fedâ etmeye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice îtibâriyle, dünyaya, enâniyete âit herşeyi fedâ etmek vazifemizdir" deyip nefsinizi susturunuz. Medâr-ı nizâ birşey varsa, meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız; herkes bir meşrepte olmaz. Müsâmaha ile birbirine bakmak şimdi elzemdir.

Kastamonu Lâhikası, s.176.

16

01.05.2008, 18:05

Birbirine gücenmemek ve küsmemek

Bu şiddetli maddî ve mânevî kıştaki galâ ve varlık içinde kaht ve derd-i maîşet, fukarâlara ağır basması cihetinde, ekseri fakirü'l:hâl olan Risâle-i Nur şâkirtlerinin bu dehşetli hâle karşı sarsılmaları ve tesânüdleri bozulması ihtimâliyle ziyâde endişe ediyordum.

Sizler her zamandan ziyâde bu fırtınada tesânüdünüzü ve ittihâdınızı ve birbirinin kusuruna bakmaması, birbirini tenkit etmemesi, Risâle-i Nur'un vazife-i kudsiye-i îmâniyesi hesâbına mükellef ve muhtaçsınız.

Sakın birbirinizden gücenmeyiniz ve tenkit etmeyiniz. Yoksa az bir zaaf gösterseniz, ehl-i nifak istifâde edip, sizlere büyük zarar verebilirler. Derd-i maîşet zarûretine karşı, iktisat ve kanaatle mukâbele etmeye zarûret var. Menfaat-i dünyeviye, çok ehl-i hakîkati, ehl-i tarîkati dahi bir nevî rekâbete sevk ettiği için, endişe ederim. Risâle-i Nur şâkirtleri içinde şimdiye kadar bu cihet onları zedelememiş; inşaallah yine zedelemez. Fakat herkes bir ahlâkta olamaz. Bâzıları, meşrû dairede rahatını istese de, îtiraz edilmemeli. Zarûrete düşen bir şâkirt zekâtı kabul edebilir. Risâle-i Nur'un hizmetine hasr-ı vakit eden rükünlere ve çalışanlara zekâtla yardım etmek de Risâle-i Nur'a bir nevî hizmettir; hem, yardım edilmeli. Fakat hırs ve tamâ ve lisân-ı hâl ile istemek olmamalı. Yoksa; ehl-i dalâlet -ki, hırs ve tamâ yolunda dînini fedâ etmiş onlar nazarında, kıyâs-ı binnefs cihetiyle, "Risâle-i Nur'un bir kısım şâkirtleri dahi dînini dünyaya âlet ediyorlar" diye çirkin bir ittiham ile taarruzlarına meydan açar.

Sizler, ara sıra, ıhlâs ve ıktisat Lem'alarını ve bâzan Hücumât-ı Sitte Risâlesi'ni mâbeyninizde beraber okumalısınız. Sizin şimdiye kadar fevkalâde sebat ve metânet ve tesânüd ve ittifâkınız, bu memlekete medâr-ı iftihar olacak ve istikbâlini kurtaracak derecededir. Dikkat ediniz, bu yeni fırtına sizin tesânüdünüzü bozmasın.

Kastamonu Lâhikası, s. 1.67.

Kur'ân-ı Azîmüşşânın hürmetine ve alâka-i Kur'âniyenizin hakkına ve Nurlar ile yirmi sene zarfında îmâna hizmetinizin şerefine, çabuk bu dehşetli, zâhiren küçücük, fakat vaziyetimizin nezâketine binâen pek elîm ve fecî ve bizi mahva çalışan gizli münâfıklara büyük bir yardım olan birbirinden küsmekten ve baruta ateş atmak hükmündeki gücenmekten vazgeçiniz ve geçiriniz. Yoksa, bir dirhem şahsî hak yüzünden bizlere ve hizmet-i Kur'âniyeye ve îmâniyeye yüz batman zarar gelmesi (şimdilik) ihtimâli pek kavîdir. Sizi kasemle temin ederim ki, biriniz bana en büyük bir hakâret yapsa ve şahsımın haysiyetini bütün bütün kırsa, fakat hizmet-i Kur'âniye ve îmâniye ve Nuriyeden vazgeçmezse, ben onu helâl ederim, barışırım, gücenmemeye çalışırım. Mâdem cüz'î bir yabânîlikten düşmanlarımız istifâdeye çalıştıklarını biliyorsunuz, çabuk barışınız. Mânâsız, çok zararlı nazlanmaktan vazgeçiniz. Yoksa bir kısmımız şemsi, şefik, Tevfık gibi muârızlara sûreten iltihak edip hizmet-i îmâniyemize şimdiye kadar bir zâyiâta bedel çokları o sistemde vermiş. ınşaallah yine imdâdımıza yetişir.

şûâlar, s. 432.

Biribirine tarafgirâne bakmamak

Mâbeynimizdeki hakîki ve uhrevî uhuvvet, gücenmek ve tarafgirlik kaldırmaz. Mâdem ben size bütün kuvvetimle îtimat edip bel bağlamışım ve sizin için, değil yalnız istirahatimi ve haysiyetimi ve şerefimi, belki sevinçle rûhumu da fedâ etmeye karar verdiğimi bilirsiniz, belki de görüyorsunuz.

şûâlar, s. 420.

17

01.05.2008, 18:08

Birbirinin kusuruna bakmamak ve affedici davranmak

Baba ne kadar haksız da olsa, oğul, onun rızâsını tahsil etmeye mecburdur. Oğul da ne kadar serkeş de olsa, baba, şefkat-i fıtriyesini ona karşı esirgemez ve esirgememeli. Değil böyle baba ve evlât ve mümtaz seciyeli ve Risâle-i Nur'un baş şâkirtleri, belki birbirinden çok uzak ve düşman da olsalar, Risâle-i Nur'un hatırı için Risâle-i Nur şâkirtlerinin mâbeynindeki tefânî, birbirini tenkit etmemek, kusurunu affetmek düsturu ile, bu iki kardeşim dünyevî ve cüz'î ve hissî eyleri medâr-ı münâkaşa etmesinler. Pederlik ve veledliğin iktizâ ettiği hürmet ve şefkatle beraber, Nurun şâkirtliği iktizâ ettiği kusura bakmamak ve affetmek ve benim çok sevdiğim iki kardeşim (benim hatırım için) birbirini tenkit etmemek lâzım geliyor.

Emirdağ Lâhikası-I, s. 88.

Birbirinin kusurunu örtmeye çalışmak

Sizdeki ihlâs ve sadâkat ve metânet, şimdiki ağır sıkıntılarda birbirinizin kusuruna bakmamaya ve setretmeye kâfi bir sebeptir ve Risâle-i Nur zinciriyle kuvvetli uhuvvet öyle bir hasenedir ki, bin seyyieyi affettirir. Haşirde adâlet-i ılâhiye hasenelerin seyyielere râcih gelmesiyle affettiğine binâen, siz de hasenelerin rüçhânına göre muhabbet ve af muâmelesini yapmak lâzımdır. Yoksa bir seyyie ile hiddet etmek, sıkıntıdan gelen bir titizlik, bir asâbîlik ile zararlı bir hiddet, iki cihetle zulüm olur. ınşaallah, birbirinize sürurda ve tesellîde yardım edip, sıkıntıyı hiçe indirirsiniz.

şûâlar, s. 277.

Kendi kusurunu görmek

Bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, îmânını kurtarmaktır, başkaların îmânına kuvvet verecek bir sûrette çalışmaktır. Sakın, benlik ve gurura medâr şeylerden çekin. Tevâzu, mahviyet ve terk-i enâniyet, bu zamanda ehl-i hakîkate lâzım ve elzemdir. Çünkü bu asırda en büyük tehlike benlikten ve hodfüruşluktan ileri geldiğinden; ehl-i hak ve hakîkat, mahviyetkârâne dâimâ kusurunu görmek ve nefsini itham etmek gerektir. Sizin gibilerin ağır şerâit içinde kahramancasına îmânını ve ubûdiyetini muhâfaza etmesi, büyük bir makamdır.

Emirdağ Lâhikası, s. 62.

Biribirine sû-i zan etmemek

Risâle-i Nur şâkirtlerinin tesânüdlerine zarar vermek için, birbirinin hakkında sû-i zan verdiriyorlar; tâ birbirini ittiham etsin. Belki filân talebe bize câsusluk ediyor der, tâ bir inşikak düşsün. Dikkat ediniz. Gözünüzle görseniz dahi perdeyi yırtmayınız. Fenalığa karşı iyilikle mukâbele ediniz. Fakat çok ihtiyat ediniz. Sır vermeyiniz. Zâten sırrımız yok; fakat, vehhamlar çoktur. Eğer tahakkuk etse, bir talebe onlara hafiyelik ediyor, ıslâhına çalışınız.

Emirdağ Lâhikası-I, s. 107.

18

01.05.2008, 18:09

Birbiriyle münâkaşa etmemek

Sakın sakın münâkaşa etmeyiniz; câsus kulaklar istifâde ederler. Haklı olsa, haksız olsa, bu hâlimizde münâkaşa eden haksızdır; bir dirhem hakkı varsa, münâkaşa ile bin dirhem bizlere zararı dokunabilir.

Bir zaman Eskişehir hapsinde titiz kardeşlerime söylediğim bir hikâyeyi tekrar ediyorum: Eski Harb-i Umûmide Rusya'nın şimâlinde doksan zâbitimizle beraber bir uzun koğuşta esir olarak bulunuyorduk. O zâtların bana karşı haddimden çok ziyâde teveccühleri bulunmasından, nasihatla gürültülere meydan vermezdim. Fakat, birden asabiyet ve sıkıntıdan gelen bir titizlik, şiddetli münâkaşalara sebebiyet vermeye başladı. Ben de üç dört adama dedim: "Siz gürültü işitseniz, gidiniz, haksıza yardım ediniz." Onlar dahi öyle yaptılar, zararlı münâkaşalar kalktı. Benden sordular: "Neden bu haksız tedbiri yaptın?" Dedim:

"Haklı adam, insaflı olur; bir dirhem hakkını, istirahat-ı umûminin yüz dirhem menfaatine fedâ eder. Haksız ise ekseriyetle enâniyetli olur, fedâ etmez, gürültü çoğalır."

şûâlar, s. 269-270.

19

01.05.2008, 18:11

Birbirine güvenmek ve yardım etmek

Sizin tesânüdünüze benim ziyâde ehemmiyet verdiğimin sebebi yalnız bize ve Risâle-i Nur'a menfaati için değil, belki tahkîkî îmâmın dairesinde olmayan ve nokta-i istinâda ve sarsılmayan bir cemaatin katî buldukları bir hakîkate dayanmaya pekçok muhtaç bulunan avâm ehl-i îmân için dalâlet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir mercî, bir mürşid, bir hüccet olmak cihetiyle sizin kuvvetli tesânüdünüzü gören kanaat eder ki, "Bir hakîkat var; hiçbir şeye fedâ edilmez, ehl-i dalâlete başını eğmez, mağlûp olmaz" diye kuvve-i mâneviyesi ve îmânı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefâhete iltihaktan kurtulur.

şûâlar, s. 269.

Birbirine minnettarlık duyma yerine, duâ ve tebrik etmek

Risâle-i Nur'un şâkirtleri içinde Cenâb-ı Hakkın nîmetlerine mazhar bâzı zâtlar (Hüsrev, Re'fet gibi) iktirânı illetle iltibas etmişler, Üstâdına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur'ânîde verdiği nîmet-i istifâde ile, Üstadlarına ihsan ettiği nîmet-i ifâdeyi beraber kılmış, mukârenet vermiş. Onlar derler ki: "Eğer Üstâdımız buraya gelmeseydi biz bu dersi alamazdık. Öyle ise onun ifâdesi, istifâdemize illettir." Ben de derim:

"Ey kardeşlerim, Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nîmet beraber gelmiş. ıki nîmetin illeti de rahmet-i ılâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit Risâle-i Nur'un sizler gibi elmas kalemli yüzer şâkirtlerine çok minnettarlık hissediyordum ve diyordum ki: 'Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir bîçare nasıl hizmet edecekti?' Sonra anladım ki, sizlere kalem vâsıtasıyla olan kudsî nîmetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakıyet ihsan etmiş. Birbirine iktirân etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, duâ ve tebrik ediniz."

Mesnevî-i Nûriye, s. 147.

20

01.05.2008, 18:12

Birbirlerine ihlâsla muhabbet beslemek

Medâr-ı necât ve halâs, yalnız ihlâstır. ıhlâsı kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır. ıhlâsı kazandıran, harekâtındaki sebebi sırf bir emr-i ılâhî ve neticesi rızâ-yı ılâhî oldcığunu düşünmeli ve vazife-i ılâhiyeye karışmamalı.

Herşeyde bir ihlâs var. Hattâ muhabbetin de ihlâs ile bir zerresi, batmanlarla resmî ve ücretli muhabbete tereccüh eder. ışte bir zât bu ihlâslı muhabbeti böyle tâbir etmiş:

"Ben muhabbet üzerine bir rüşvet, bir ücret, bir mukâbele, bir mükâfat istemiyorum. Çünkü, mukâbilinde bir mükâfat, bir sevap istenilen muhabbet, zayıftır, devamsızdır." Hattâ hâlis muhabbete tam mânâsıyla vâlidelerin şefkatleri mazhardır. Vâlideler, o sırr-ı şefkat ile, evlâtlarına karşı muhabbetlerine bir mükâfat, bir rüşvet istemediklerine ve talep etmediklerine delil, rûhunu, belki saadet-i uhreviyesini de onlar için fedâ etmeleridir. Tavuğun bütün sermâyesi kendi hayatı iken, yavrusunu itin ağzından kurtarmak için (Hüsrev'in müşâhedesiyle) kafasını ite kaptırır.

Mesnevî-i Nûriye, s. 146.

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir