Âişe Vâlidemizin Edebî Yönü
Âişe Validemiz’in müthiş bir tasvir gücü vardı; anlatacağı konuyu mücerret ifade ile yetinmez, iyice anlaşılabilmesi için dilin inceliklerini kullanmayı tercih ederdi. Kelime seçiminde titizlik gösterir ve aynı hassasiyeti göstermeyenleri ikâzı da bir vazîfe olarak görürdü.
İçinde yaşadığı toplum tarafından bir dil üstadı olarak kabullenilen ve Mekke idaresinde söz sahibi bir babanın kızı olarak dünyaya gelen Âişe Validemiz, gözünü İslâm’ın aydınlığında açmış ve sonraki yıllarını da risâlet mektebinin en has talebesi olarak devam ettirmiştir. Bu yönüyle o, Habîb-i Kibriyâ Hazretleri’nin yanında bir vezîr-i has gibidir; kadınlık âlemine ait hemen her meselenin çözümü onun vesilesiyle gerçekleşmiş, aile hayatına dâir problemler onun üzerinden çözüme kavuşmuş ve hemen her mü’mine yön veren Allah Resûlü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) en mahrem bilgileri de hep onun kanalıyla ümmete mâl olmuştur.
Âişe Validemiz, müthiş ve sorgulayıcı bir zekâya sahipti; duyup gördüğü her şeyi hemen kabullenmez, mutlaka işin aslını öğrenmek isterdi. En son ulaştığı bilgi ile öncekiler arasında kıyaslar yapar ve bunların, Kur’ân ve Sünnet’e uygunluğunu test eder, farklılık arz edenleri mutlaka ayıklar ve böylelikle insanların, doğru bilgiden istifadelerine zemin hazırlardı. Her şeyden önce o, vahyin inişine birinci dereceden tanıklık etmekteydi; hangi âyetin nerede ve ne münasebetle indiğini çok iyi bilirdi. Aynı zamanda o, risâlet mektebinin en has talebesiydi; adım adım Allah Resûlü’nü takip eder ve duyup gördüklerini bir ibadet neşvesi içinde başkalarıyla da paylaşırdı. İşte bütün bu husûsiyetler onu, Tefsîr, Hadîs, Fıkıh ve Kelâm gibi ilimlerde zirveye taşımıştı. ‘Müksirûn’ denilen ve Resûlullah’tan (sallallahü aleyhi ve sellem) en çok Hadîs rivayet eden yedi kişiden birisi de o idi. Diğerlerinden farklı olarak onun rivayet ettiği hadîslerin çoğu, tek başına ve bizzat kendisinin müşâhedesine dayanmaktaydı.
Âişe Validemiz’in ilmi elbette sadece Kur’ân ve Sünnet’le sınırlı değildi; o gün için çok ehemmiyet izâfe edilen Ensâb ilmini en iyi bilenlerden birisi şüphesiz o idi. Ayrıca derin bir tarih bilgisi vardı ve gerek İslâm öncesi gerekse risâlet günleriyle daha sonraki dönemlerle ilgili en temel bilgiler hep onun kanalıyla bize ulaştırılmıştır. Aynı şekilde tıp ilmindeki derinliği, başkalarını hayran bırakacak mahiyetteydi.
Yirmi üç yıllık bu birikimini dilindeki zenginlikle birleştirip insanlığa sunan Annemiz, aynı zamanda bir dil üstadıydı; hangi konunun nerede ve hangi ölçüde konuşulacağını çok iyi bilir ve sadece gerektiği kadar konuşurdu.
Müthiş bir tasvir gücü vardı; anlatacağı konuyu mücerret ifade ile yetinmez, iyice anlaşılabilmesi için dilin inceliklerini kullanmayı tercih ederdi. Kelime seçiminde titizlik gösterir ve aynı hassasiyeti göstermeyenleri ikazı da bir vazife olarak görürdü. Konuşmalarını zaman zaman şiirle süsler, şiirin gücünü de kullanarak maksadını daha kestirmeden ifade etmek isterdi. Gerek Câhiliyye dönemi gerekse daha sonraki yılların şairlerini bilir, yeri ve zamanı geldiğinde onlardan örnekler verirdi. Hafızasında müthiş bir şiir birikimi vardı. A
ynı zamanda Annemiz, müthiş bir hatipti; konuştuğu zaman kitleleri huzuruna toplar, kin ve nefretle cepheye akın edenleri bile hilm ü silm ile geri çevirir, onları da birer mûnis kardeş hâline getirmesini bilirdi.
Ensâb ve tarih gibi ilimleri, babası Hazreti Ebû Bekir’den tahsil ettiği gibi şiir, belâğat, fesâhat, beyân ve bedîiyât gibi edebî alandaki maharet ve husûsiyetlerini de yine aynı kaynaktan almıştı.1 Hazreti Ebû Bekir (radıyallahü anh), o günün en önemli dil üstadlarının bile kendisine müracaat ettiği bir bilgi kaynağıydı.2 Hattâ Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem), ensâb ve şiir söz konusu olduğu bir yerde, Hassân İbn-i Sâbit gibi büyük bir şairi ona gönderecek ve gerekli bilgiyi ondan aldıktan sonra müşriklere söz söyleme izni verecekti. O gün Hazreti Hassân’ın îrâd ettiği şiirlerle şaşkına dönecek olan Kureyşlilerin tepkisi, bunun açık bir tasdiki gibidir. Zîrâ o gün onlar, “Bu şiirler, ancak İbn-i Ebî Kuhâfe’nin bilebileceği muhtevada şiirlerdir veya doğrudan bunlar, İbn-i Ebî Kuhâfe’nin şiirleridir.”3 demiş ve bu kadar sağlam bilgilerle karşılarına çıkan Hazreti Hassân’ın bilgi kaynağının ancak Hazreti Ebû Bekir olabileceğini ifade etmişlerdir.
Annemiz’in şiir bilgisinin kaynağını ifade ederken Ebû Müleyke’nin kullandığı şu cümle oldukça manidardır:
“Şiire hâkim olduğunu ortaya koyuyorsun; çünkü Sıddîk-i Ekber’in kızısın!”4
Babasının bu husûsiyeti yanında o günkü toplumun genel durumu ve özellikle de beyâna gerçek rengini verecek olan bir risâlet hânesinde bulunuyor olması, Âişe Validemiz’in bu birikimin zeminini hazırlayan temel unsurlardı. Onun hakkında araştırma yapan herkes bugün, Ezvâc-ı Tâhirât arasında en fasîh olarak Annemiz’i göstermişlerdir.5 Tâbiîn’in önde gelenlerinden ve aynı zamanda Annemiz’in de talebesi olan Mûsa İbn-i Talha, “Belâğat ve fesâhatta, Âişe’den daha iyi kimse görmedim.”6 ifadesini kullanmakta, yaşadığı dönemdeki dört dâhiden birisi olarak gösterilen Hazreti Muâviye de, “Vallahi de ben, Resûlullah hariç Âişe’den daha fasih, daha belîğ başka birisini görmedim!”7 demektedir. Ona göre Annemiz’in, beyân gücüyle açamayacağı kapı yoktur.8
Meseleye daha geniş bir zaviyeden bakan Hişâm İbn-i Urve de, onun bu yönünü anlatırken şu ifâdeleri kullanacaktır:
“Helâl ve haramı, her türlü ilmi, şiir ve tıbbı, mü’minlerin annesi Âişe’den daha iyi bilen birisini görmedim.”9
Sadece Câhiliyye şairi Lebîd’den ardı ardına bin beyit okuduğunu duyunca Annemiz’in dinî ilimlere vukûfiyeti yanında bu alandaki birikiminden duyduğu taaccübü dile getiren büyük imam Şa’bî, “Siz, nübüvvet edebini ne zannediyorsunuz.”10 demiş ve böylelikle Âişe Validemiz’in bilgi kaynağına dikkatlerimizi çekmiştir.
Konuşma Üslûbu ve Tasvîr Gücü
Tane tane ve anlaşılır bir tonda konuşulmasından hoşlanırdı. Zîrâ Resûlullah’tan (sallallahü aleyhi ve sellem) öyle görmüştü. Özellikle kitlelere hitabın söz konusu olduğu yerde bunun ayrı bir önemi vardı. Bilhassa zihinlerin dağınık ve başka başka malumatla dolu olduğu demlerde dikkat çekerek konuşmaya, hatta bu konuşulanların anlaşılması için zaman zaman da aynı sözün tekrarlanmasına ihtiyaç vardı. Cümleleri peşi peşine ve alelacele sıralayanlara karşı çıkar ve bu hususta, “Resûlullah’ın sözleri arasında fâsılalar vardı ve O’nun beyanları, ehl-i kalbin anlayacağı ölçüde netti.”11 ve “O (sallallahü aleyhi ve sellem), öyle âheste ve tane tane konuşurdu ki oturup konuştuklarını saymak isteyen bunu rahatlıkla sayabilirdi.”12 gibi ifadeleriyle Resûlullah’ın uygulamalarını nazara verir, insanların da öyle konuşmasını isterdi.
Muktezâ-yı hâle mutâbık hareket eder, nerede hangi sözün söylenmesi gerektiğini de bilir ve ona göre konuşurdu. Aynı zamanda bu, Resûlullah’ın da dikkatini çeken bir husustu.13 Çoğu zaman maksadını, mecaz kullanarak ifade ederdi. Bir gün Allah Resûlü’ne:
—Yâ Resûlallah, demişti. “Farzedelim ki siz, ağaçlı ve meyveleri bol bir vadiye girdiniz. Ancak o ağaçlardan bazılarının meyveleri daha önce toplanıp birileri tarafından derilmiş. Fakat siz, orada meyvesine hiç el sürülmeyen bir ağaç gördünüz; hangisinin gölgesinde ârâm eyler ve hangisinin meyvelerinden yemek istersiniz?”14
Aynı zamanda bu, kelimelerin delâletini çok iyi bilen iki kişinin hasbihâli gibiydi ve elbette bu ifâdeleriyle Annemiz, Allah Resûlü’ne bekâr olarak eş olma hususiyetinin Ezvâc-ı Tâhirât arasında sadece kendisine ait olduğunu hatırlatmak istiyordu.15
Çok iyi bir tasvîr gücü vardı; Efendimiz’e vahyin ilk geliş sürecini anlatırken, “O’nun gördüğü her rüya, sabahın aydınlığı gibi kendini gösterirdi.”16 demiş ve daha yalın bir ifade yerine beyanını bir teşbihle süsleyerek anlatmayı tercih etmişti. Vahiy esnasında Allah Resûlü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) yaşadığı sıkıntıyı ifade ederken de aynı tasvîr gücünü kullandığına şâhit olmaktayız: “Derken vahiy gelişindeki hâller görülür oldu ve O’na vahiy gelmeye başladı. O kadar ki üzerine indirilen sözün ağırlığından terliyor, aylardan kış olmasına rağmen inci tanesi gibi ter döküyordu.”17
Münâfıkların iftirasına muhatap olduğunu öğrendiği günlerde bizzat kendi yaşadığı sıkıntıyı ifade etmek için kullandığı, “O gün öyle ağladım öyle ağladım ki artık gözümde yaş kalmadı ve âdeta göz pınarlarım kurudu. Ayrıca o günlerde ben, sürme çekecek kadar bile göz kapaklarımı kapatma imkânı bulup uyuyamadım!”18 şeklindeki ta’birler de oldukça dikkat çekicidir ki burada o, göze sürme sürülürken kirpiklerin kapanması kadar bile o günlerde uyku uyumadığını böylelikle veciz bir şekilde ifade etmiştir.
Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem), özellikle Ramazan ayı girince edâ ettiği ibadet hayatını anlatırken O’nu, telâştan ve daha hızlı yürüyebilme niyetiyle eteklerini toplayıp hedefine doğru yol alan birisine benzetecek,19 namazlarındaki titizlik ve güzelliği anlatırken de, “Onun güzellik ve uzunluğunu ne sen bana sor ne de ben sana söyleyeyim!” ifadesini kullanarak bunu birkaç kez tekrarlayacaktı.20 Yine O’nun cömertliğindeki ulaşılmazlığı ifade ederken de Resûlullah’ı, önüne kattığı her şeyi alıp götüren kesintisiz bir rüzgâra benzetecekti.21
Elbette onun tasvirleri sadece Resûlullah’la ilgili değildi; Allah’ın emri karşısındaki titizliğini anlatırken Muhâcire sahabîleri, “Allah (celle celâlühü), ilk Muhâcire kadınlara merhamet buyursun! Allah (celle celâlühü), ‘Başörtülerini yakalarının üzerini kapatacak şekilde örtsünler!’22 emrini gönderir göndermez hemen izarlarını kesip onunla başlarını örttüler.”23 cümleleriyle methetmekte, Hazreti Osmân’ın şehid edildiği haberini alınca üzüntüsünü dile getirirken de, “Onu, kirlerinden arınmış tertemiz bir elbise hâline getirdiniz ve sonra da şehid ettiniz!”24 cümleleriyle maksadını ifade etmektedir. Aynı zamanda sitem dolu bu cümle ile o, şehâdete kadar yaşanan süreçte Hazreti Osmân aleyhindeki konuşmaların ve Halîfe’nin icraatlarını tenkit edip onun hayatına son vermeye kadar giden şiddet yanlısı tutumların, Hazreti Osmân’ı tertemiz hâle getirdiğini ve Resûlullah’ın halîfesinin Allah ve Resûlü’ne yürürken kirlerinden arınmış bembeyaz bir elbise gibi dupduru gittiğini kastetmektedir.
Cemel Günü yanına yaklaşıp da kardeşin kardeşle karşı karşıya geldiği bu zeminde nasıl hareket etmesi gerektiğini soran birisine Annemiz, “Şayet Âdem’in iki oğlundan en hayırlısının yaptığını yapmaya gücün yetiyorsa hiç bekleme onu yap!”25 demek suretiyle yeryüzünde yaşanan ilk acı hâdiseyi hatırlatmış ve öldürmek üzere üzerine yürüyen Kâbil’e mukabil, her şeye rağmen elini kaldırmayacağına dâir söz veren Hâbil’in yolundan gitmeyi tavsiye etmiştir.
Nasihatleri
Aynı zamanda
Annemiz, hayatın içindedir; nasihatleriyle insanları yönlendirir ve hemen her kesime bir rehberliği söz konusudur. Meselâ özellikle fitnelerin kol gezdiği dönemde bazı insanların kenara çekilmelerini tenkit ederken, “Ne yazık ki bugün bazı insanların kalbi, kuş kalbi gibi tedirgin; rüzgâr ne tarafa esiyorsa o da o yöne meylediyor! Yazıklar olsun o korkaklara!”26 diyen Annemiz’in, “Şüphesiz ki nikâh, kulluk gibidir; öyleyse sizler, kerimesini kiminle nikahladığına çok dikkat etsin!”27 “Ey Temîm ehli! Bu kadar et düşkünü olmaktan uzak durun; zira içkide olduğu gibi etin de tiryâkiliği söz konusudur!”28 ve
“Kadının elindeki kirman, Allah yolunda mücâhede eden erkeğin elindeki mızraktan daha güzeldir!”29 gibi tavsiyelerini de aynı çerçevede değerlendirmek mümkündür.
Beyân alanındaki aynı hassasiyet ve titizliğini kelime seçiminde de görmekteyiz. Derûnuna muttali olmadan rastgele konuşmaktan hoşlanmaz30 ve özellikle Kur’ân’ın kullandığı kelimeleri kullanmayı tercih eder, onun dışına çıkanları da ikaz etmekten çekinmezdi. Kendisine hüküm sorarken başka bir kelime telaffuz eden birisini ikaz etmiş ve onu, Kur’ânî olan kelimeyi kullanmaya davet etmişti.31 Zaten o, Kur’ân’dan sarf-ı nazar edenleri uyarır, Allah kelâmı dışında kendilerini meşgul eden konuşmalarında insanları intibaha davet ederdi. Bir gün yanına gelen İbn-i Ebî Sâib’e, “Üç şey var ki bunlar konusunda ya sen bana tabi olursun veya bu hususlarda sonuna kadar seninle mücadele ederim!” demiş, onların ne olduğunu sorunca ona, “Safveti bozacak şekilde duada ölçülü ol; çünkü ben, gerek Resûlullah gerekse ashabın öyle yaptıklarına şâhit olmadım! Her gün yerine sadece Cuma günü ve bir kez insanlara nasihatte bulun! İlla daha fazla istiyorsan iki; olmadı üç kez olsun! İnsanları bu kitaptan soğutma. Aynı zamanda seni, kendi aralarında konuşurken yanına gittiğin insanların sözünü keserken görmeyeyim! Eğer böyle bir durumla karşı karşıya kalırsan onları kendi hâllerine bırak. Şayet sana teveccüh ederler ve kendilerine nasihatte bulunma talebinde bulunurlarsa, işte o zaman onlarla oturup konuş!”32 tavsiyelerinde bulunmuştu.