Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

nevfel

Profesyonel

  • Konuyu başlatan "nevfel"

Mesajlar: 411

Hobiler: müzik,kitap,radyo,bilgisayar

  • Özel mesaj gönder

1

04.10.2008, 15:56

Arkadaş peygamber(yorumlarınızı bekliyorum)

Kardeşler Aşağıdaki yazıda katılmadım noktalar var sizinde okuyup,inceleyip yorumlarınızı yazmanızı bekliyorum
------------------------------------------------

Arkadaş peygamber

Kur’an’da peygamber isimlerinin “ıbrahim”, “Musa”, “Nuh” “Muhammed” şeklinde “mahalleden arkadaşıymış gibi” alabildiğine tek ve yalın kullanılması öteden beri çok dikkatimi çekmiştir. Bu konuda nicedir bir şey yazmak istiyordum…


Acaba bu tür isimler Kur’an’da neden yalın geçiyor?


Ben bunun bilinçli bir kullanım ve mesaj olduğunu düşünmekteyim.


Oysa dini kültürümüzde bunun tam tersi bir durum var. “Mazhar-i mevcudât, seyyid-i kâinât, server-i fahr-i âlem” vb. bir dizi ünvan ve lakaplar sıralanmadan ve özellikle de “sallallahu aleyhi ve sellem” (s.a.v) demeden peygamber ismini anmak saygısızlık sayılıyor.


Halbuki bu türden abartılı ifadeler Bizans ve Sasani imparatorluk geleneğinin modasıydı. Emevi, Abbasi ve Osmanlı imparatorluklarına da olduğu gibi geçti. Padişahların ve sultanların adı “Halife-i rûy-i zemin, devletlû, haşmetlû, azametlû padişahımız efendimiz hazretleri…” vs. denilmeden telaffuz edilemezdi.


Keza Yahudi dini kültüründe de örneğin “Davut” diyemezsiniz; “Davut ameleh” demek zorundasınızdır. Aksi halde hakaret damgası yersiniz.


şii kültüründe de masum imamların adı anılınca üstelik ayağa kalkarak salavât getirmek zorundasınız. Aksi halde imamlara hakaretten dava açılabilir.


Tasavvufta da velilerin ismi anılınca “kaddasellahu sırruhu” diyeceksiniz. Aksi halde çarpılabilirsiniz.


Bir arkadaşım şöyle espiri yapmıştı: Senin ismin sıradan duruyor. şöyle dini karizma sağlayacak bir isim bulmamız lazım: Hoca Muhyiddin ıbn Muammer el-ıhsani el-Kayserî gibi… Aman kalsın, meraklısına ver onlardan demiştim. (Dedemin adı Hoca Muhyiddin, babamın adı Muammer)


Dikkat ederseniz büyüklüğü ve erdemi böyle cafcaflı ve tumturaklı isim, ünvan ve imajlarda arayanlar, kendilerine doğrudan isimleriyle hitap edilmesine bozulurlar.


Oysa Kur’an, kendi peygamberlerinin isimlerini anarken çarpıcı bir yalınlıkla “ıbrahim, Musa, Süleyman, Davut, Nuh, Muhammed” vb. şeklinde anarak, işbu cafcaflı ve tumturaklı unvan ve imaj edebiyatını dümdüz ediyor!


Kur’an’da “Muhammed” ismi dört yerde geçiyor. Dördünde de onun elçi (resül) olduğu vurgulanıyor. Daha bir çok yerde haber getiren (nebi), elçi (resul), arkadaşınız (sahibikum), o (huve), onunla birlikte olanlar (meahu), sen (ente), kulunu (abdihi) diye bahsediliyor. Diğer peygamberlerden de kardeşleri (ehakum) şeklinde bahsedildiğini görüyoruz. Hepsini birden anmak gerektiği yerde de elçilere selam olsun (selâmun ale’l-mürselîn) deniyor.


Kur’an’ın hiçbir yerinde “Muhammed” ismi geçtiğinde özel bir hitap, unvan ve lakap zikredilmediğini görüyoruz. Sadece Resulullah (Allah’ın elçisi) şeklinde hatırlatma yapılıyor. Peygamberimizin tabiri caizse “resmi” adı ve ünvanı kelime-i şehadette geçtiği gibi “Âllah’ın kulu ve elçisi”dir. Bu bile mesajla yüklüdür.


***


Peki dini kültürümüzde çok yaygın olan “salavât getirmek” nereden geliyor? Yani peygamberimizin ismi anıldığında “sallallahu aleyhi ve’ssellem” demek zorunda olmak…


Bunun Kur’an’da emredildiğini söylüyorlar.


Madem öyle biz de “Dur hele” diyelim ve buraya bir mim koyalım. Çünkü bunun Müslüman milletlerce üretilmiş tarihsel bir “örf” olduğunu söylemek başka, “Kur’an’da Allah böyle emrediyor” demek başkadır…


Kanımca “salavât ayeti” diye bilinen ayetin doğru çevirisi şöyledir:


“Hiç kuşkusuz Allah ve melekleri peygamberi destekliyor. Ey iman edenler! Siz de onu içtenlikle destekleyin.” (Ahzap; 33/56).


Bu ayeti şöyle anlıyorlar: Allah ve melekleri peygambere salavât getiriyor, ey iman edenler siz de salavât getirin…


Bu anlayışa göre sanki Allah melekleriyle halka oluşturmuş, tarikat meclislerindeki “hatm-i hacegân” veya teravih namazlarındaki salavâtlar gibi “Allahümme salli ala..” diye salavât getiriyor! Ve bizim de öyle yapmamızı istiyor, öyle mi?


Burada “salavât getirmek” veya “salâtu selâm okumak” şeklinde bir dizi seremonik (törensel, önceden belirlenmiş) ifadelerin anlaşıldığını, ayette geçen “salât” kelimesinin esaslı bir anlam kaymasına uğradığını görüyoruz.


Bakın nasıl.


***

“Salât” kelimesi insan için kullanıldığında “ateşe odun atmak” fiilinden gelir. Bu ise bir destekleme eylemidir. Ateş sönmesin, ocak tütsün diye ateşe odun veya kömür atarsınız, böylece ateşi desteklemiş olursunuz. “Salât”ı kime yapıyorsanız onu destekliyor veya desteğini istiyorsunuz demektir. Allah’a salât etmek yani dua edip namaz kılmak onun desteğini ve yardımını talep etmek demektir. Nitekim “Allah’tan sabır ve salât ile yardım isteyin” (2/152) ayeti bunu gösterir. Keza “Kıpkızıl bir ateşe salât edilecek (atılacak)” -seyeslâ naren zate lehebin- (111/3) ayetinde de bu manadadır.


Bu kökten türeyen kelimelerde de bu mananın olduğunu görüyoruz: Ateşte yanmak, ateşe maruz kalmak (sallâ), bir şeyi yakmak için ateşte bırakmak (tasliyeh), ateşte ısınmak (ıstılâ), ateşte yanma, ateşte kalma (es-sıllî), destek isteme yeri, namaz yeri, seccade (musallî), atın yarışta kazananı desteklercesine ardınca gitmesi (tasliyete’l-feres), destek talebi, yardım isteği, dua etmek (tasliye) kelimeleri bu köktendir…


Görüldüğü gibi salavât birine destek veya birinden destek ve yardım isteme manasında kullanılmaktadır. Zamanla Allah’ın sevdiği kullarını desteklemesinden mülhem olarak Müslümanların ıbrahim ve Muhammed gibi peygamberleri desteklediklerini, yollarında yürüdüklerini ifade için kullanılır olmuştur.


Kelime kökünden hareketle Allah’ın ve meleklerin nebiye salât etmesi ve bizim de öyle yapmamızın istenmesi şu demek oluyor: Ey iman edenler! Peygamberin tutuşturduğu iyilik, güzellik, doğruluk, hak ve adalet ateşinin sönmemesi için onu destekleyin. Destekleyin ki daha bir gür yansın. Alev alev yükselsin. Bunun için onun getirdiği dini yaşayın ve yaşatın. Kendi çağınıza, mekanınıza ve zamanınıza taşıyın ki onu desteklemiş (ona salât etmiş) olasınız. Aksi halde bu ocak söner. Allah ve melekleri bunun sönmemesini istiyor ve onu destekliyor; siz de öyle yapın…


Kanımca ayette bizden istenen de budur.


“Muhammed” ismi her geçtiğinde “salavât getirmek” diye tabir ettiğimiz, önceden belirlenmiş bir takım Arapça ezberleri otomatikman tekrar edip durmakla alakası olmadığı kanaatindeyim.


Ayeti “otomatik salavât” emri olarak anlayanların çoğu bile (şafiî hariç) namazda teşehhüd oturuşundaki salavâtı okumanın müstahap olduğunu, okumayanın namazını iade etmesinin gerekmeyeceğini söylerler. Yine ayeti böyle anlayanlar arasında bile, “Muhammed” isminin geçtiği her yerde otomatik salavâtın vacip olduğunu söyleyenler olduğu gibi, defalarca geçse bile bir defanın yeterli olacağını, hatta ömürde bir defanın bile yeterli olacağını söyleyenler vardır. (Kurtubi, Razi).


Fakat ben salât etmeyi böyle anlamamaktayım. Anlasaydım bile ömürde bir defa salavât getirmenin veya yazıyla (s.a.v) yazmanın yeterli olacağı görüşünü tercih ederdim.


Demek ki “salavât getirmek” dini bir vecibe değil; Müslümanların ürettiği bir kültür... Hem edebiyat, hem musiki değeri var, doğru… Söylenişi gayet güzel, doğru… Itri’nin camilerde söylenen salavât bestesi dini müzik açısından da son derece orijinal, tamam…


Camilerde kitle halinde söylenmesi çocukluğumdan beridir çok hoşuma gider. ıran’da buna benzer salavât bestesi dinlemiştim. Onlar da kitle halinde söylüyorlardı ve sonunda özellikle “Al-i Muhammed” vurgusu yapıyorlardı. Hatta bizdekinden güfte ve beste olarak daha etkileyiciydi ve kulağa hoş geliyordu.


Ama bunlar sonuçta üretilmiş kültür ve örftürler. Hatta Müslüman duyarlılığın edebiyat ve musiki yaratıcılığıdır, yeniliktir. Kanımca Mevlid de öyledir. Hatta yenileri bestelenmeli ve yapılmalıdır. Ben bunlara karşı değilim…


Benim itirazım “otomatik salavâtın” Kur’an’ın bir emri olduğu iddiasıdır. Hadi kimileri de öyle anlıyor diyelim -ki farklı anlayışlar zenginliktir- ona da saygılıyım. Fakat böyle anlamayanların sanki Kur’an’ın bir emri inkar ediliyormuş, peygambere saygısızlık ve küstahlık yapılıyormuş gibi yaftalanmasına, hele de “salavât terörüne” varan üste çıkmalarla “O senin mahalle arkadaşın mı? Hadi çabuk salavat getir bakim, görecem!” pozlarına girilmesine dur diyorum.


Allah’ın resulünün saygınlığını koruma hassasiyetine bütün kalbimle katılırım. Hatta bu hassasiyetin kaybolmamasını içtenlikle dilerim. Fakat bu biraz hassasiyet değil; hassasiyet gösterisi oluyor. Böyle yapmakla Allah’ın resulünü yakınımıza getirmiyoruz, iyi düşünürseniz uzaklaştırıyoruz…


Demek ki toplumun yaygın, makul ve genel kıyafetinden ayrıca ve özel bir din adamı kıyafeti olamayacağı gibi, ayrıca ve özel bir din adamı dili de olamaz. Çünkü din dili diye bir meslek dili yoktur. Çünkü din bir meslek değildir. Bu nedenle de din dilinin yaşayan dille bütünleşmesi; araziye çıkması, sokağa inmesi, saray ve molla dili olmaktan kurtulması, eski çağlar söylemi olmaktan çıkması, ağdalı ifadelerden arınması, alabildiğine sadeleşmesi, ulaşılamaz ve yakınımıza gelemez halden kurtulması gerekmektedir.



***


Yukarıdaki ayette geçen salât etmekten ayrı olarak “selâm” etmek, söz konusu desteği (salâtı) içtenlikle yapmak veya Türkçe’de kullandığımız o bildiğimiz selam etmektir. Örneğin sevdiğimiz ve saydığımız birinden bahsederken cümle arasında “Ki kendisini burada saygıyla anıyorum ve selamlarımı gönderiyorum.” vs. deriz. Ve bunu otomatik olarak her defasında yapmayız, yeri gelir söyleriz. Söylenmediği zamanda kimse “Niye söylemiyor saygısıza bak” demez. Peygamberin ismi geçtiğinde de olması gereken budur. Kur’an’daki kullanım da böyledir, yeri gelir peygamberine selam gönderir. Fakat bu otomatiğe bağlanmış değildir. Doğal olan bu değil mi?


Bahis konusu ayet hicri altıncı yılda nazil olan Ahzap suresinde geçer. Ahzap suresi bu açıdan ilginçtir. Peygamberin evlatlığı, eşleri, ehl-i beytinin kim olduğu, onlara nasıl bakılması gerektiği konuları işlenir. Bu cümleden olarak söz peygambere getirilir ve “Allah ve melekleri onu destekliyor, siz de destekleyin” yani onun yanında olun, onunla beraber hareket edin, şanını şerefini koruyun, evlatlığı, eşleri vs. ile ilişkileri hakkında kötü şeyler aklınıza gelmesin, o üzerinize titreyen, çok müşfik, sevgi ve merhametle dopdolu can yoldaşınız, arkadaşınız denmek istenir…


Peki, peygamberimizin arkadaşları (sahabeler) ona nasıl “salât” etmişlerdir? Yani onu nasıl desteklemişlerdir?


ısmi anıldığında salavât çekerek mi?


Yoksa onu malıyla ve canıyla destekleyerek, onun yanında yer alarak, getirdiklerini uygulayarak, savaş meydanlarında omuz omuza savaşarak, vuruşarak mı?


Peygambere “salât” etmenin ne demek olduğunu, en iyi, savaş meydanında etrafında etten duvar örerek koruyan genç sahabeler veya süikast yapılacağını bile bile yatağına yatan “Ali” veya Taif’den taşlanarak kovulduğu sırada önüne atlayarak taşlar ona değmesin diye kafası gözü yarılan “Zeyd” açıklar.


Çünkü onlar peygamberle birlikte vuruşanlardır. Hepsi yan yana, omuz omuza ona “arkadaş” (sahebe) olmuşlardır. Yani onlar sırtlarını peygambere, peygamber de onlara dayamıştır. Aralarında sarsılmaz bir güven, dostluk ve kardeşlik oluşmuştur.


Kur’an bu durumu şöyle açıklar: Sevgi ve merhamet yumağı haline gelenler (ve tavasav bi’r-rahme). Bu tabir bir de asr suresinde “hakk” ve “sabr” eklenerek kullanılır: Hak ve adalet için omuz omuza verenler (ve tavasav bi’l-hakk), dertleri ve acıları paylaşanlar (ve tavasav bi’s-sabr)…


Bütün bunlarda ortak olan arka çıkmak, omuz vermek, elbirlik olmak yani desteklemek, yanında yer almaktır


Ayette Cenab-ı Hakk’ın bizden istediği budur. Çünkü kendisi de melekleriyle birlikte peygamberine öyle yapmaktadır. Yoksa Allah melekleriyle birlikte oturmuş da bizim yaptığımız gibi salavât çekiyor değildir.


***


Peki, Peygamber öleli on dört asır olduğuna göre ona “salât etmek” bugün ne anlama geliyor?


Mabetleri Itri’nin salât-ı münciyesi ile çınlatmak mı? Ki o mabetlerin arka sokaklarında kızlar diri diri gömülür, insanlar birbirini aldatır, yalan, dolan, haksızlık, hırsızlık, yolsuzluk, yoksulluk, açlık, zina, fuhuş uyyuka çıkar.


Ezan-ı Muhammedi’nin susmaması ve böylece “Muhammed” isminin semalarda inlemesi mi? Ki o semaların altında insanlar da zulümden inler.


Bu durumda Muhammed’e salat etmek yani destek vermek ne demektir?


şu demektir: Yalanı, dolanı, haksızlığı, hırsızlığı, yolsuzluğu, yoksulluğu, açlığı, baskıyı, zorbalığı velhasıl bütün bir zulmü ortadan kaldırmak için meydana atılmak, gerçek ve adalet (hakk) uğruna savaşmak, vuruşmak… Bu uğurda gelen belalara göğüs germek, direnmek, dertleri ve acıları paylaşmak (sabr)… sevgi ve merhamet (rahmet) yumağı haline gelmek… Bunları yapanlara arka çıkmak, onlara arkadaş ve yoldaş olmak, elele vermek, omuz omuza mücadele etmek…


Allah, melekleriyle tıpkı peygambere yaptığı “salât” gibi, bunları yapanlara da “salât” edeceğini; destekleyeceğini, yardım edeceğini ve yanlarında olacağını söylüyor. Hakkı, sabrı ve rahmeti tavsiyeleşmek de, bunu yapanlara Allah’ın melekleriyle birlikte “salât” etmesi de bu olmak icap eder.


Aksi halde, biliniz ki, “Kim bana şu kadar salavât getirirse bu kadar günahı affolur” türünden hadislerin aslı yoktur, uydurmadır. Günahları affettirmenin yolu yaptığı kötülükten dünyadayken dönüş yapmak (tövbe), helallik dilemek ve onu bir daha yapmamaktır. Bunu yapmadıkça insanlara haksızlık yapanlara ve yeryüzünde zorbalık yapanlara (şura; 42) isterseler yüz bin salavât çeksinler af yolu kapalıdır. Dikkat edin! Sadece Müslümanlara değil; “insanlara” zulmedenlere ve sadece Ortadoğu’da değil; “yeryüzünde” zorbalık yapanlara…


***


Ali şeriati’yi ilk okuduğumuz yıllarda peygamber ve sahabe isimlerinden (Kur’an’ın uslübuna paralel) Muhammed, Musa, ıbrahim, Ali, Ömer, Ebubekir, Zeyd vs. diyerek konuşmasını çok yadırgar ve öğrenci evlerinde “Mahalleden arkadaşı gibi konuşuyor, bu adam Müslüman mı?” tartışması yapardık. Onun sade, yaşayan, çağa dönük dinamik dili, bizim zihinlerimizi sarmış ağdalı tapınak ve vaiz diline çok yabancı gelirdi.


Sonradan anladım ki asıl onun yaptığı doğru. Kur’an’ın bu hususta vermek istediği mesajı bütün riskleri göze alarak asıl o sürdürüyor.


Dini kitaplara bakın başta peygamber isimleri olmak üzere “mübarek” şahısların ismi, hazretleri (Hz.), sallallahu aleyhi ve’ssellem (s.a.v), radıyallahu anha (r.a), kaddasallahu ve sirruhu (k.s) ifadelerinden geçilmez. Bunları okuyan birisi, kendisini ulaşamayacağı başka bir dünyaya; kutsi ruhlar, evliyalar alemine girmiş gibi hisseder ve sürekli acaba günah mı işliyorum endişesi taşır. Bir an evvel buradan çıkarak hayata, yaşama dönmek ister. Dönünce de “Oh be hayat varmış” duygusu taşır. Çünkü bu dil hayatın dili değildir. Anlaşılmaz ifadelerle örülü, kendine özgü Arapça dini terimler yığınından ibaret bir tapınak dilidir. O mesleği bilenlerce açıklanıp yorumlanması gerekir. Biliyorum, böyle söylememe “meslek erbabı” çok kızıyor. Hazırladığım meale “Ruhanilik kaybolmuş, Kur’an sanki sokağa sesleniyor gibi olmuş” diyorlar. Tam isabet! Notre Dema’nın Kamburu filmini seyrederken papazın “Peder, ıncili tercüme edeceğiz, herkes anlayacak” teklifine öfkeyle “Hayır olmaz! o zaman ben ne olacağım.” Demesi gibi…


Bunların peygamberin bize arkadaş olmasıyla ne alakası var demeyin. Bilin ki iş buralardan başlayacak…


***


Önce din dili yaşamın dili olarak yeniden ifade edilecek. Yaşamın dilinden ayrı bir din dili olmadığı gösterilecek. Bize yakın ve sıcak gelen, yaşayan, canlı bir dil… Çünkü ilk doğduğunda öyleydi.


Peygamber, bize çok uzaklarda, örnek alınamayan, hiçbir zaman bize arkadaş olamayacak bir rüyalar, ruhaniler, mucizeler alemi figürü olmaktan çıkarılacak. Yanınızda yürüyen, evinize misafir olan, borç isteyen, düşmanı şehrin dışında mı karşılasak diye soran, bak bu iyi fikir hiç öyle düşünmemiştim diyen, nasıl gidiyor evlilik diye hal hatır soran, hoş geldin gözüm gel buyur otur diye yer gösteren “arkadaş” bir peygamber olacak.


Evet, arkadaş!


“Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” demişiz değil mi?


Neden?


Çünkü arkadaş olursa ancak örnek alabilirsiniz. Aksi halde “dini lider” veya “ruhani rehber” örnek alınmaz. Sırlı rüyaların beyazlar içindeki ruhani dedesi gibi size buhurlar içinden nazarla bakar ve kaybolur. Ona salavât getirilir, tesbih çekilir. Yanınızda yürüyen, yaşayan bir örnek olamaz. “Bu da bizim gibi çarşılarda yürüyor, yemek yiyor, su içiyor. Bu nasıl peygamber?” dersiniz. Onu hayatın içinde görürseniz salavât çektiğim bu muydu diye itiraz edersiniz. “Git, bana buhurlar içinde tekrar görün” dersiniz. Ali, Ahmet, Hasan diye anılırsa basbayağı bizden birisi olacağı için kabullenemezsiniz.


Bu nedenle şu an çıksa evinize veya işyerinize gelse “Ben Muhammed, merhaba” dese küstaha bak diye üzerine yürürsünüz.


Bu nedenle Ali şeriati “Muhammed kimdir” diye kitap yazınca, din bekçisi kesilip yazarı hizaya sokma havasında ve gayet takva numunesi edasıyla “O senin mahalle arkadaşın mı?” diye zılgıt çekersiniz.


Bu nedenle “salavât çekmek” artık peygamberi bize arkadaş kılmıyor. Bizden uzaklaştırıyor. Öyle bir saygı anlayışı ki ismini anamıyorsunuz. Yanınızda, yörenizde göremiyorsunuz. ınsan arkadaşının ismini kırk türlü salavât seremonisi ile anar mı? Bir çırpıda ve direk ismini söyleyemiyorsanız arada resmiyet var demektir ve o sizin arkadaşınız olamaz. Arkadaşınız olamazsa örnek de olamaz.


Kaldı ki “Allah’ın Resulü” dışında bir isimle anılacaksa ona en yakışan ve tamamen gerçeğin ta kendisi olan ifade Muhammedu’l-Emin (Dürüst Muhammed) olabilir. Bundan daha büyük bir unvan ne olabilir? Zaten o önce bu olduğu için Allah’ın Resulü olmuştur: “Sana olan nimeti sayesinde Rabbin ile konuşuyorsun, cinlerle değil. Bu sana lütuf ve ikram dışında hak ettiğin bir karşılıktır. Çünkü senin muazzam bir ahlakın var; hiç kuşkusuz!” (Kalem; 68/2-4).


Bana sorarsanız Ali şeriati’nin tarzı daha doğru. Hem uslup olarak Kur’an kullanımına uygun, hem de gayet sade bir dil. Hayattan kopuk, ağır ve ağdalı bir tapınak dili yaratmıyor. Peygamberleri ulaşılmaz, yaşanan hayatta karşılığı olmayan, kendileriyle “arkadaş” olunamayacak, uzaklarda piri fani varlıklar olarak resmetmiyor. Kendi hayatımıza, içimize, yanı başımıza getiriyor. Ben bu dili daha çok seviyorum.


***


Ne yani peygambere “arkadaşımız” gözüyle mi bakacağız derseniz, “Evet, o sizin arkadaşınız” derim. Çünkü hem Kur’an, hem de kendisi öyle diyor.


Kur’an, onun için “arkadaş” kelimesini bizzat kullanır:


“Arkadaşınızı cin çarpmış değildir.” (34/46), “Arkadaşınız yoldan çıkmış ve sapıtmış değildir.” (53/2), “Arkadaşınız bir mecnun değildir.” (81/22), “Arkadaşı ona ‘üzülme Allah bizimle beraberdir’ dediği zaman…” (9/40).


Onun öğrencileri, tebası, muridleri, hayranları, fan kulubü vs. değil; sahabeleri yani “arkadaşları” vardı. Veda hutbesinde de onlara böyle hitabetti: Ashabım! (Arkadaşlarım!)


Ne asil ve klas bir hitap!


Ne demek arkadaş? Arkanda duran, sırtını güvenle yasladığın demek…


Ne demek sahabe? Sohbet ettiğin, konuştuğun, dertleştiğin, hemhal olabildiğin demek…


Hep en iyi arkadaşın ne olduğunu annelerimiz öğretir diye düşünmüşümdür. Öyle ya eve gelince ilk “Karnın aç mı?” diye sorarlar. Bunu ancak senli benli olabildiğin gerçek bir arkadaş sorar, değil mi?


Böyle bir arkadaşınız olmasını istemez misiniz?


ışte peygamberin sahabeleriyle arkadaşlığı böyleydi.


Hangi fil dişi kulesine çekilmiş lider halkla dertleşir? Hangi şeyh muridlerini arkadaşı olarak görür? Hangi yıldız hayranlarının arasına karışır? Hangi din adamı kendini “avamla” aynı kefeye koyar? Hangi efendi meclisindekilere su dağıtır?


Bunları ancak etrafındakilerle “arkadaş” gözüyle bakan yapabilir.


Peygamberimiz kesinlikle böyle birisiydi. Yanındakileri, kendisiyle beraber olanları “arkadaşı” olarak görüyordu onun için onlara sahabe (arkadaş, derttaş, yoldaş) denildi.


Karşısında titreyen bir adama “Kuru hurma yiyen bir kadının oğluyum ben ne titriyorsun be adam” dedi.


Yemen’den gelen Muaz bin Cebel yanına gelince secde edip eteklerine kapandı. Yakasından tutup kaldırdı ve sordu: “Ne yapıyorsun, bu yaptığın nedir?” Muaz “Ey Allah’ın Resulü, Yemen’de Yahudi ve Hristıyan alimlerinden gördüm. Birbirlerini böyle selamlıyorlar, peygamberlerin selamlaması böyleymiş” dedi. şöyle cevap verdi: “Dik dur ve Allah’ın selamı, sevgisi ve merhameti (rahmeti) seninle olsun” de. Bizim selamlamamız budur, onlar peygamberlerine iftira atmış” dedi…


Kimseyi önünde eğdirmedi. Kimseye elini öptürmedi. Kendisi içeri girince kimseyi ayağa kaldırmadı. Sürekli “Ben de sizin gibi bir insanım” derdi. Peşinden gelenleri değil; yanında olanları hep “arkadaşları” olarak gördü. Nitekim Kur’an da öyle demiyor mu: “Muhammed ve onunla beraber olanlar (meahu)…”


Bu çok farklı bir ilişkidir. Patron-işçi, amir-memur, şeyh-murid, hoca-talebe, efendi-köle ilişkisine alışık olanlar bunu anlayamaz. Ve de gayet rahatsız olurlar.


Dünyada gerçek anlamda arkadaş gibisi var mıdır?


Karşısında dik durulmasını isteyen, gülenle gülen, ağlayanla ağlayan, arkadaşlarının üzerine titreyen, mazlumlar için meydana atılan, belaların içine dalan öksüz bir vicdana destek vermek… Onunla Allah’ın günlerini yaşamak, destanlar yazmak, tarih yapmak, davasını kendi davan, yolunu kendi yolun bilmek, ona arkadaş olmak, ekmeğini aşını onunla paylaşmak ve yeni bir dünya için onunla omuz omuza savaşmak, çarpışmak, vuruşmak…


Onun zamanında yaşasaydım benim için en büyük bahtiyarlık herhalde bu olurdu.


Siz siz olun peygamberi arkadaşınız gibi görün. Ben öyle görüyorum. ısmini arkadaşınızı anar gibi anın. Korkmayın kızmayacaktır.


Ve peygambere arkadaş olmak istiyorsanız, çevrenizde onun yaptığı gibi arkadaşlık destanları yazın. O zaman “yaşayan sahabe” olursunuz.


Bir kıvılcım düşer önce büyür yavaş yavaş

Bir bakarsın volkan olmuş yanmışsın arkadaş


Doldurmaz boşluğunu ne ana ne kardaş

Bu en güzel bu en sıcak duygudur; arkadaş

ihsan eliaçık
http://www.haber10.com/makale/12940
Ne zaman bir hicran bestesi duysam
Gözlerim mechule dalıyor Anne...

2

04.10.2008, 16:38

Bu akılla ve kafayla, bu zat Allah muhafaza, bırak arkadaş, markadaş olmayı, belki ümmet bile olamaz, Hafizanallah.Kuranı Kerim deki hitap, Rabbul Aleminin amiside olsa, Nebiside, kuluna hitabı tarzıdır.Biz o imiş gibi, hiç mümkünmü o şekilde okurken, as. veya asm. ibaresinde bulunmadan zikredebilelim,.. yazık ..ya enelerini kaf dağlarında görüyorlar, yada kasıtlı bu işlere bakan, provakatör bunlar.Allah hidayet etsin daha başka ne denilebilirki..
Allahın selamı rahmeti ve bereketi müminlerin üzerine olsun.

3

04.10.2008, 17:01

Re: Arkadaş peygamber(yorumlarınızı bekliyorum)

Alıntı sahibi ""nevfel""



Oysa Kur’an, kendi peygamberlerinin isimlerini anarken çarpıcı bir yalınlıkla “ıbrahim, Musa, Süleyman, Davut, Nuh, Muhammed” vb. şeklinde anarak, işbu cafcaflı ve tumturaklı unvan ve imaj edebiyatını dümdüz ediyor!



Biir kere Kuran-ı Kerim Allah 'ın kelamıdır. Peygamber efendimiz (s.a.v) e vahiy yoluyla indiriliyor ...

Yani Kuran kendi kendine isimleri anmıyor . Uçuk bi cümle bu ...

Alıntı

“Hiç kuşkusuz Allah ve melekleri peygamberi destekliyor. Ey iman edenler! Siz de onu içtenlikle destekleyin.” (Ahzap; 33/56).


şimdi diyanet'in mealinde

Azhap-56. şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin, selam edin.

Böyle geçiyor.
Bu ayetle Allah- u Teala Efendimize salat eediyor manası çıkıyor . Öyle mi ???
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir.
Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün.
Gerisi zaten kendiliğinden gelir...

( ŞEMS-İ TEBRİZİ )


4

04.10.2008, 17:33

Re: Arkadaş peygamber(yorumlarınızı bekliyorum)

Alıntı sahibi ""zamane_gençlik""

Alıntı sahibi ""nevfel""



Oysa Kur’an, kendi peygamberlerinin isimlerini anarken çarpıcı bir yalınlıkla “ıbrahim, Musa, Süleyman, Davut, Nuh, Muhammed” vb. şeklinde anarak, işbu cafcaflı ve tumturaklı unvan ve imaj edebiyatını dümdüz ediyor!



Biir kere Kuran-ı Kerim Allah 'ın kelamıdır. Peygamber efendimiz (s.a.v) e vahiy yoluyla indiriliyor ...

Yani Kuran kendi kendine isimleri anmıyor . Uçuk bi cümle bu ...

Alıntı

“Hiç kuşkusuz Allah ve melekleri peygamberi destekliyor. Ey iman edenler! Siz de onu içtenlikle destekleyin.” (Ahzap; 33/56).


şimdi diyanet'in mealinde

Azhap-56. şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin, selam edin.

Böyle geçiyor.
Bu ayetle Allah- u Teala Efendimize salat eediyor manası çıkıyor . Öyle mi ???


Benim bildiğim o konuda şiadada ehli sünnetdede icma vardır bir iki çatlak ses olabilir onu bilmem ama bizim ehli sünnet alimlerinin bu ayette hükmü kesinlikle aynıdır hepsinden öte Bediüzzaman Hazretleride buyrun 28. Lemada nasıl ifade ediyor bakalım.


Sekizinci Nükte

Bu da güzeldir


اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ عَلَيْكَ يَارَسُولَ اللهِ cümlesi namaz tesbihatında okunurken inkişaf eden lâtif bir nükteyi uzaktan uzağa gördüm. Tamamını tutamadım, fakat işaret nev’inden bir iki cümlesini söyleyeceğim.

Gördüm ki, gece âlemi, dünyanın yeni açılmış bir menzili gibidir. Yatsı namazında o âleme girdim. Hayalin fevkalâde inbisatından ve mahiyet-i insaniyenin bütün dünya ile alâkadarlığından, koca dünyayı, o gecede bir menzil gibi gördüm. Zîhayatlar ve insanlar o derece küçüldüler, görünmeyecek derecede küçüldüler. Yalnız o menzili şenlendiren ve ünsiyetlendiren ve nurlandıran tek şahsiyet-i mâneviye-i Muhammediyeyi (a.s.m.) hayalen müşahede ettim. Bir adam yeni bir menzile girdiği zaman menzildeki zatlara selâm ettiği gibi, “Binler selâm (HAşıYE) sana, yâ Resulallah” demeye bir arzuyu içimde coşar buldum. Güya bütün ins ve cinnin adedince selâm ediyorum. Yani, sana tecdid-i biat edip, memuriyetini kabul ve getirdiğin kanunlarına itaat ve evâmirine teslim ve taarruzumuzdan selâmet bulacağını selâmla ifade edip, benim dünyamın eczaları ve zîşuur
: Sana milyonlar salât ve milyonlar selâm olsun, ey Allah’ın Resulü.
(HAşıYE) : HAşıYE Zât-ı Ahmediyeye (a.s.m.) gelen rahmet, umum ümmetin ebedî zamandaki ihtiyâcâtına bakıyor. Onun için, gayr-ı mütenâhi salât yerindedir. Acaba, dünya gibi koca, büyük ve gafletle karanlıklı, vahşetli ve hâlî bir haneye birisi girse, ne kadar tedehhüş, tevahhuş, telâş eder, Ve birden o haneyi tenvir ederek enîs, mûnis, habib, mahbub bir yaver-i ekrem, sadırda görünüp, o hanenin mâlik-i rahîm-i kerîmini, o hanenin her eşyasıyla tarif edip tanıttırsa, ne kadar sevinç, ünsiyet, sürur, ışık, ferah verdiğini kıyas ediniz, Zât-ı Risaletteki salâvatın kıymetini ve lezzetini takdir ediniz.mahlûkları olan umum cin ve insi konuşturup, herbirerlerinin namına bir selâmı, mezkûr mânâlarla takdim ettim.

Hem o getirdiği nur ve hediye ile benim bu dünyamı tenvir ettiği gibi, herkesin bu dünyadaki dünyalarını tenvir ediyor, nimetlendiriyor diye o hediyesine şâkirâne bir mukabele nev’inden, “Binler salâvat sana insin” dedim. Yani, “Senin bu iyiliğine karşı biz mukabele edemiyoruz. Belki Hâlıkımızın hazine-i rahmetinden gelen ve semâvat ehlinin adedince rahmetler sana gelmesini niyaz ile şükranımızı izhar ediyoruz” mânâsını hayalen hissettim.

O zât-ı Ahmediye (a.s.m.), ubudiyeti cihetiyle, halktan Hakka teveccühü hasebiyle, rahmet mânâsındaki salâtı ister. Risaleti cihetiyle, Haktan halka elçiliği haysiyetiyle selâm ister. Nasıl ki cin ve ins adedince selâma lâyık ve cin ve ins adedince umumî tecdid-i bîatı takdim ediyoruz. Öyle de, semâvat ehli adedince, hazine-i rahmetten, herbirinin namına bir salâta lâyıktır. Çünkü getirdiği nurla herbir şeyin kemâli görünür ve herbir mevcudun kıymeti tezahür eder ve herbir mahlûkun vazife-i Rabbâniyesi müşahede olunur ve herbir masnudaki makasıd-ı ılâhiye tecellî eder. Onun için, herbir şey, lisan-ı hal ile olduğu gibi, lisan-ı kàli de olsaydı, “Essalâtü vesselâmü aleyke yâ Resulallah” diyecekleri kat’î olduğundan, biz umum onların namına,

اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللهِ بِعَدَدِ الْجِنِّ وَاْلاِنْس&#161 6; وَبِعَدَدِ الْمَلَكِ وَالنُّجُو&#160 5;ِ



mânen deriz. فَيَكْفِيك&#161 4; اَنَّ اللهَ صَلّٰى بِنَفْسِهِ وَ اَمْلاَكَه&#161 5; صَلَّتْ عَلَيْهِ وَسَلَّمَت&#161 8;


: Cinler ve insanlar sayısınca, melekler ve yıldızlar adedince milyonlar salât insin sana, ey Allahın Resûlü.
: Allahın bizzat sana salât etmesi yeter. Onun melekleri de Peygambere salât ve selâm ederler.

Said Nursî

5

04.10.2008, 20:46

Rabbim istifadenizi ve istifademi arttırsın inşallah.

Allah razı olsun kjviespe abi .

Dua ile...
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir.
Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün.
Gerisi zaten kendiliğinden gelir...

( ŞEMS-İ TEBRİZİ )


6

04.10.2008, 21:08

Re: Arkadaş peygamber(yorumlarınızı bekliyorum)

Bu hususta başka bir forumda münakaşa olmuş ve bir kardeşi kendime hedef alıp onun üzerinden bir kaç yazı yazmıştım. Paylaşmak istifadeli olur kanatindeyim.
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

7

04.10.2008, 21:08

Muhammed(a.s.m) Alemlere rahmet olarak gönderilmiş ve Ahlakı bizzat Kur'an tarafından övülmüş seciyesi mükemmel bir Zat(a.s.m)dir. ısmi ile hitab etmek yakışık almaz. Edipler edepli olmalı. Allah edepli olanları sever.

Esas insanlara ismi ile hitab edenler sefih Avrupalılardır. Küçük birçocuk amacasına "corç" der. Peygamberine sıradan bir insana hitab eder gibi "ısa" der.

Oysa üstünlük emir ile verilmiş. Kur'an kimi insanların kimilerinden üstün olduğunu beyan etmiş. Hatta kimi Peygamberlerin kiminden üstün olduğunu emretmiş.

Elbette emir ile üstün olana adı ile hitab etmek edebsizliktir.
...

Övgü meselesine gelirsek.

Allah kainatı insan için yarattı. Meleklerede secde ettirdi. Secde övgü manasındadır. Abd olma manasında değildir.

ınsan ise Allah'ın cemal ve celalini en güzel bir biçimde gösterir. Kur'anın beyan ettiği gibi insanın dereceleri vardır. Bu dereceler, insanın Allah'ın cemal ve celaline ayna olma kabiliyeti nisbetindedir. Hem Allah insanı Abd olaması için yarattı. Emir ve yasakları ile imtihan etti.

Elbette insanlar içinde Allah'ın isimlerine, sıfatlarına en güzel ayna olan Muhammed Arabi (a.s.m) dir. Bunu şeksiz şüphesiz kabul etmeyen Kur'anın ruhunu inkar eder.

Madem Muhammed Arabi(a.s.m) insanların ekmel, ecmelidir, elbette Allah'ın esmalarının tecellilerini(isimlerinin manalarını) en güzel göstermesi sebebi ile hiç olmasa Ona(a.s.m) değil Allah'ın esmasının Onun üstündeki cilvelerine maaşallah demiyelim mi?

Ayrıca "duamız olmasa ne ehemmiyetimiz var" Demek insan aczini, fakrini görüp sonsuz Kudret ve Rahmet sahibi bir zata hür iradesi ile dua etmek için halk edilmiş. Sıradan insanlar dualarında "nefsi nefsi" derken Alemlere rahmet olan Muhammed (a.s.m) "Ümmeti, ümmeti" demiş, ümetinin necati ve günahlarının affı için münacatta bulunmuş. Elbette bir dua ne kadar büyük bir abdten gelse o kadar makbuldür. Bizler için yaptığı bu duaya teşekkür etmeyelim mi? Nefsine dua etmek hakkı iken "ümmetine" yaptığı bu makbul dua için Onu övüp ve teşekkür mahiyetinde salavat etmeyelim mi?
Ayrıca,o duaya iştirak etmeyelim mi? Kaldıki cennetin yaratılması için başka bir sebep olmasa Allah o büyük ve yüksek Ahlaka sahip kulunun duasını makbul görüp cenneti halk ederdi. Hem kainatın halkı için başka bir sebebi olmasa, Ezel ve Ebed Sultanı; olmuş ve olacak herşeyi bilir mucibince, şu yüksek ahlaklı kulunu aleme göstermek ve esmasına ayine olması için kainatı yaratmaz mıydı?

Ayrıca Allah Muhibbtir. Yani, yarattıklarını sever. Elbette yarattıklarını kendi esmasına ayine olması için yarattı. Elbette ayine olmak hür irade ile olsa en güzeldir. Demek , insanın Allah'ın esmasına hür iradesi ile ayine olma kabiliyetinden melekler dahi secde etmiş ve Muhibb olan Allah'tarafından sevilmiş. Ahsen-i Takvimile taltif edilmiş. Ancak insan isyanı, vazife-i asliyesini yapmama nisbetinde esfele-i safilinlere kadar sukut ettirilmiş. ışte Allah ahsen-i takvimde yarattığı insanı emir ve yasaklarına riayeti nibetinde sever, dereceler verir, taki yaratılışın başındaki Ahsen-i takvime varan mertebeleri geri alsın.

Demek Allah kendisine hür iradesi ile en çok itaat edeni sever. Madem Muhammed Arabi(a.s.m) hür iradesi ile tam itaat etmiş. Demek en çok onu sever. Allah'ın en çok sevdiği bir mahlukunu, abdini, kulunu sevip, övmeyelim mi, Allah'ın o sevdiği kulu hürmetine affa nail olmaya dua makamında salat ve selamı çok etmeyelim mi?

Demek bir hata var. Bizler Muhammed (a.s.m)'ı hakkı ile övemiyoruz. Keşke dediğin gibi çok övüyor olsa idik. Malesef beceremiyoruz.

Muhabbetle
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

8

04.10.2008, 21:11

Sıradan bir insana yaptığı iyiliklere, söylediği ona ait olmayan isabetli sözlere bu kadar övgü yağdıran varken, hatta bir kısım insanları "zafer Allah'ındır" ayetine muhallif olarak kurtarıcı görüp hak etmediği övgülerle şirke düşen bu kadar insan varken, Padişahın bir tablacı hizmetkarı ile gönderdiği hediye için Padişaha değil o tablacıya bu kadar minnet eden varken, onlara değil de Allemlere Rahmet olan bir Zat(a.s.m) ne kadar müfritane olsa ifrat ve şirk olmayacak övgülerden şikayet etmeye aklım almıyor.
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

9

04.10.2008, 21:12

.... kardeşim, samimiyetinden şüphemiz yoktur. Hakikatin peşine düşmüş bir kardeşimizsin. Lakin, Muhammed Mustafa(a.s.m) çok övgü yapılmasını şirk görmenin akıl dışı olduğunu aklen ıspat ettim.

Aslında bu hususta nakli deliller var. Ama tevil ve ihtimali darb ederek hakikati bütün bütün kaybetmemen için akli delil yolunu seçtim. Dikkatli okursan, Peygamberimiz övmenin şirk olmadığı, aklın ve edebin bunu iktiza ettiğini anlardın.

Evet biz Peygamberimizi överken aslında Allah'ın cemal ve celaline ayine olması hasebi ile o Cemal ve Celali övmüş oluyoruz. Cemal ve Celali ne kadar övsen ifrat olmaz.

Keşke bizleri suçladığın gibi Onu gerçekten övüyor olsak. Heyhat hangi övgü varki onu hakkı ile övmüş olsun, kafi gelsin.

Evet biz sözlerimizle aslında Muhammed(a.s.m)i hakkı ile övmüyoruz. Onunla(a.s.m) sözlerimizi güzelleştiryoruz. Bir bak bakalım Peygamberimizi öven bir söz nasıl o övgü ile güzelleşiyor ve tatlı bir nağme gibi kulağa hoş geliyor.
...
Bahçemizin en güzel yerinde duran şu gülü Allah'ın cemalini göstermesi mucibince övüyoruz. Maaşallah diyoruz ne güzel yaratmış.

Allah aşkına, Gül-ü Mhammedi(a.s.M) övmek, "Maaşallah ne güzel yaratmış" demek şirk olabilir mi?

devam edeceğim inşaallah
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

10

04.10.2008, 21:23

Abi kusura bakma yazı bir hezeyan. Allah aşkına, Kur'an Allah'ın insanla konuşmasıdır. Bir Padişah raiyetine büyük manasında "Hazreti " der mi?

Ayrıca geçmişte böyle şeylerin olması o sıfatların batıl olduğuna delalet etmez. Bilakis olduğuna delildir.

Bu hususta sözüm şimdilik bu kadardır.

Muhabbetle
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

11

04.10.2008, 21:23

Çok güzel gidiyor abi maşallah ...
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir.
Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün.
Gerisi zaten kendiliğinden gelir...

( ŞEMS-İ TEBRİZİ )


12

04.10.2008, 21:24

Okumaya vaktin olursa istifade edeceğini umuyorum. Rabbimin fazlı olarak hayırlı neticeler verdi.

Muhabbetle
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

13

04.10.2008, 21:26

Değerli kardeşim, bazı peygamberlerin bazısından üstün olduğu ve derecesinin yüksek olduğunu emreden Kur'an'dır. Bakara Suresi 253. ayete apaçık görünür. Hem tevil ve ihtimalin dahi mecali yoktur.

Hem bazı insanların bazısından üstün kılındığını yine Kur'an'da görebiliriz.

Elbette Allah sebebsiz üstünlük verir , ama elbette Adaleti gereği hikmete binaen sebesiz üstünlük vermez. Mesela, yüksek ahlak sahibi ile edebsiz bir olmaz. Adil ile adaletsiz, bilenle bilmeyen, takva sahibi ile takvası noksan bir olmaz.

Biz hangi insanın imanı fazla, kim daha adil, kim yüksek ahlak sahibi sebebsiz bilemediğimizden kimseye sebebsiz üstünlük veremeyiz. Dalalet olur.

Ama ilme'l yakin biliriz ki, Peygamberler taşıdıkları vazife itibari ile insani kusurlardan hali olmamak şartı ile ismet sahibi zatlardır.
ınsani kusur noktasında sair insanlardan ayırmayız. Elbette onlar da üşür, aç kalır ve hakeza. Ancak, iman, ahlak, ilim takva gibi Kur'an'ın üstünlük olarak bahsettiği vasıflara kamal derecsinde sahip olduklarını biliriz. Emir olmasa dahi onların üstün olduğunu aklen bulabiliriz.

Evet bütün insanların en güzel surette yaratıldığı Tin Suresi ayetince biliriz. Lakin, aynı sure ile bazı insanların derecelerinin esfele-i safiline kadar sukut ettiğini de biliriz. Demek, insan ahsen-i takvim ile esfele-i safilin arasında mertebe ve derecelere sahiptir. Üstünlük bu derecelerdedir. Biz kimin kimden üstün olduğunu bilmeyiz. Ama Kur'an ölçüsü vardır. Üstünlüğü emir ile belirtilmiş Zatları inkar edemeyiz. Ayeti inkar olur. Allah muhafaza. Bu hal yarıştırmak değildir.

Takvası aşikar olmuş bir mü'min ile sefih bir adamı aynı göremeyiz. Aynı derece sevemeyiz. Aynı övgüyü veremeyiz. Zira, sefih adam Allah'ın ona emaneti olan ,Cemalin ve Celalin ayinesi ve ma'kesi olan beden ve ruhunu yasaklara karşı gelerek karartmış, o Celal ve Cemalin gözükmesine engel olmuştur.

Demek bir Zata övgü, onun Allah'ın Cemal ve Celalini göstermesi, ve yaratılış gayesine uygun tavrına göre değerlendiririz.

Bir temsil ile bu hakikati daha iyi anlarız, hem temsilde hata olmaz. Hakkatine bakılı. şöyle ki; bir su damlası ve sarı bir çiçek bize güzel bir öğretmen olabilir:Güneşin yedi rengi vardır. Ancak sarı çiçek kabiliyetsizliğinden sadece sarı rengi gösterir. Ama su damlası ona bahşedilen kabiliyet ile yedi rengi gösterir.

ışte , güneşi tanımak isteyen sarı çiçeğe mi baksın, su damlasına mı? Güneşin Cemalini görmek için çiçeğe mi baksın, damlaya mı?

Güneşin cemalini övmek için sarı çiçeği mi övsün, su damlasını mı?

Elbette her aklı başında olan diyecek "Su damlası Güneşin cemalini tam göstermesi nisbetinde maaşallah ve övgüyü en çok hak edendir"

Muhabbetle
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

14

04.10.2008, 21:30

Allah asıl sizlerden razı olsun.ınşaallah kitaplarınızla kıyamete kadar var olun.Sizler ve kitaplarınız kainatta var oldukça ne Risaleti Ahmed asm. a ilişebilirler, nede Kuranı Azimüşşana Allahın izniyle ınşaallah.
Allahın selamı rahmeti ve bereketi müminlerin üzerine olsun.

15

04.10.2008, 21:40

Allah'ın(c.c) Peygamber Efendimiz için "Habibim" dediğini söylemek şirk olarak iddia eden birine verdiğim cevaplardır.

Abi bu sevgiliyi nasıl gördüğüne bağlıdır. Abim sen sevgiliyi insanlar arasındaki ilişkilerden ibaret sayarak yorumluyorsun. Mecazi olana bakıyorsun.

Abi, Allah'ın sevgilisi olmadığını iddia etmek onun Mahbub ve Muhibb esmasını yok saymaktır. Mahbub kelime manası ile "sevilen, sevgili" demektir. Muhibb seven demektir.

Hiç mümkün mü ki, insanlar Mahbub olan Allah'ı sevsin, O sevgiye ve sevgiliye sevmesi ile karşılık vermesin. Muhibb olmasın. O, o sevme derecelerine göre sevenlere Habibim demesin. şanına yakışır mı?

Kainatta en büyük hakikat Muhabbetullahtır. Söylediğin söz en büyük hakikati kesmektedir.

Abim,ışte sana ayet
fe innellahe yühıbbül müttekıyn Al-i ımran 76 (Allah sakınanları sever)
vallahü yühıbbül muhsinın Al-i ımran 134 (Allah iyilik edenleri sever)
innellahe yühıbbül muksitıyn Maide Suresi 42 (Allah adil davrananları sever)

Madem Allah emirlerine uyan ve yasaklarına karşı gelmekten sakınanları seviyor. Sevilen ise Sevgilidir. Yani Habibtir. Elbette Muhibb sevdiğine "habibim" dese şirk olmaz.
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

16

04.10.2008, 21:43

...devam
Abi ayet ne diyor? Allah iyilik yapanları sever.

Sevmek fiildir. Madem fiil var , o zaman fail var. Demek sevmek fiilinin faili Sevendir. Arapça "Muhibb"tir. Muhibbin sevdiği, yani, muhabbet ettiği kişi münfaildir; sevilen, yani, sevgili ,yani, "habib" olmuş olur. (Habibin sevdiği ise Mahbub'tur)

Yani, bizlerin bir isim taktığı filan yok. Sadece fiilin gereği söyleniyor. Yani, "Allah filanı falan sebepten sever" dendiği zaman, O sevenin ,yani, Muhibb olanın Habibi olmuş oluyor.

Evet Mü'min Allah'ın Habibidir. Elbette Mü'min-i ekmel olan Muhammed (a.s.m) en Habibidir. "Habibim" nidasına layıktır.

Hem, oğul, kız; evlat edinme ile alakası yok. "Allah'ın filanı doğurmuştur" fiili Kur'an'da yok ki, ona evlat isnad etmek hak olsun. Bir fail ve münfail de olmaz.

Ama "Allah filanı sever" fiili vardır. Madem fiil var hem fail hem münfail var. Demek "sevgilisi" de vardır. Seven sevdiğine Habibim diye hitab etse niye şirk olsun?
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

Zehracan

Süper Moderatör

Mesajlar: 8,190

Hobiler: Risale-i Nur, DUA...

  • Özel mesaj gönder

17

07.10.2008, 12:37

masaAllah abi, cok güzel aciklamalar, istifade ettik. Allah razi olsun...
"İnsan vardır fark edilmez süsünden.
Kimi farksızdırkoyun sürüsünden.
Her gördüğün şekle kapılma,
insan anlaşılmaz görüntüsünden...(!)"

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir