Mistar-ı kader üzerinde kudret kalemiyle yazılan mektubat-ı Rabbaniyeye” bir iki örnek vererek, “tefekkür ve istihsan” vazifelerinin nasıl ifa edildiğini biraz açar mısınız?
Nur Külliyatının birçok yerinde, bu kâinat “kudret kalemiyle yazılmış bir kitaba” benzetilir. “Bir harf bile kâtipsiz olamazken, şu muhteşem ve son derece hikmetler ve manalar taşıyan, her bir mahlûku Allah’ın tekvîni bir ayeti olarak O’nu bildiren, tanıttıran şu kâinat kitabı elbette ancak Allah’ın eseridir.” hakikati akıllara ve kalplere yerleştirilir.
Bu cümleden olarak, kâinattaki varlıklar için bazen “mektubat-ı Rabbaniye” tabiri kullanılır. Mektup “yazılan, yazılmış” demektir. Bu tabirle, akıllara çok ibretli bir tefekkür levhası sergilenir. Şöyle ki:
Biz bir meyvenin ismini yazsak, yahut resmini çizsek, ona bakanlar da o meyvenin ismini söylerler, ama ondan faydalanamazlar, çünkü o yazdığımız isim, yahut yaptığımız resim “meyve olma” terbiyesinden geçmemiştir. Sadece cansız bir yazı veya şekil olmaktan ileri gitmez.
Allah’ın yarattığı bir meyveye baktığımızda durum farklıdır. O meyve de kudret kâlemiyle yazılmış bir kelimedir, bir yazıdır. Şu var ki, biz o yazıdan faydalanabilir, yani onu yiyebilir, ondan istifade edebiliriz. Bir harf katipsiz olmazken, bir kelime, meselâ “elma” kelimesi elbette kâtipsiz olmaz. Sadece bir isim olmaktan öteye geçemeyen “elma” kelimesi kâtipsiz olmazsa, elbette bir mektûb-u Rabbanî olan gerçek elmalar da sahipsiz, sânisiz olmazlar.
Biz, yazdığımız “güneş” kelimesinden ışık beklemeyiz; deniz kelimesinde yüzemez, balık avlayamayız; tarla kelimesinden mahsul alamayız. Çünkü bunların hiçbiri rabbanî değildirler, yani bir terbiyeden geçmemişlerdir. Allah’ın bu kâinat kitabında yazdığı bütün harfler kelimeler, cümleler İlâhî bir terbiyeden geçmişlerdir, rabbanîdirler ve onların taşıdığı özelliklerden sürekli istifade edilir.
Malumdur ki, bir yazı önce zihinde planlanır, takdir edilir, daha sonra cümleler halinde kâğıda dökülürler. Şu mahlûkatın harika özellikleri, vazifeleri, şekilleri, taşıdıkları hikmetler gösteriyor ki, bunlar Allah’ın ilminde takdir edilmişler ve o takdire uygun olarak da yaratılmışlardır.
Bu yaratılış, “misdar-ı kader üstünde kâlem-i kaderle yazılan mektubat-ı Rabbaniye” ifadesinde bir temsil ile nazara verilir.
Misdar, cetvel demektir. Sadece doğru çizmeye yarayan cetveller olduğu gibi, değişik geometrik şekiller taşıyan cetveller de vardır. Bunlardan birini kullandığımızda, kalemimiz o düz hat, yahut o çizgiler üzerinde gezer. Cetveli kaldırdığımızda ondaki çizgiyi, yahut şekli kâğıda geçmiş olarak buluruz.
İşte eşyanın kaderde planlanması o cetveldeki şekillerin tespitine benzetilmiştir. Şekiller yahut çizgiler o misdara göre ortaya çıktığı gibi, mahlûkat da Allah’ın ilminde tayin edilen mahiyetlerine göre bu dünya yüzüne çıkarılır; “daire-i ilimden daire-i kudrete” geçirilirler.
“… Bu kâinat bütün mevcudatıyla beraber kaderin kalemiyle yazılmış, kudretin çekiciyle yapılmış manidar hadsiz kitablar, mektublar, nihayetsiz binalar ve saraylar hükmünde …” Şualar (Yedinci Şua)
"Hayatınızın makinasında dercedilen şu nazik letaif ve manevîyat, ve şu hassas aza ve alât, ve şu muntazam cevarih ve cihazat ve şu mütecessis havas ve hissiyat,.." Letaif, maneviyat, cevarih, cihazat, aza ve alât için birer örnek verir misiniz?
Bunlar arasında kesin hatlar çizmek zordur. Zira, bir şey bazen bunların ikisi yahut üçü için de kullanılabilmektedir. Meselâ “ayak” hem azadır, hem cevarihtir. Keza, hissiyat aynı zamanda letaiftir.
Göz azadır, görme ise bir histir, bir duygudur. Bununla birlikte şöyle bir açıklama getirilebilir:
Kalp, sır, akıl, vicdan,, hafıza, hayal,.., “nazik letaif ve manevîyat”;
El, ayak, ağız, mide, göz, kulak, dil,…, “hassas aza ve alât”,
Bunlardan ilk ikisi veya üçü “cevarih”; (Cevarih, “yaralayıcı ve kesici aletler” demek olup, daha çok , el, ayak ve ağız için kullanılır.) Bu kelime Nur Külliyatında, daha çok “dış organlar” manasında kullanılmaktadır.
Görme, işitme, koklama gibi duygular da “mütecessis havas ve hissiyat” olarak düşünülebilir.
Mütecessis; “ tecessüs eden, gizlileri araştıran” demektir. Meyvenin tadı ve kokusu sadece görme ile anlaşılmıyor. Tat alma duygusu, tecessüs ile, onu insana hissettiriyor.
"Cenâb-ı Hakk’ın kendi sanatının harikalarını ve antikalarını sergilemesine karşı, Maşallah diyerek takdir etmek, ne güzel yapılmış deyip istihsan ederek, Barekallah diyerek müşahade etmek, sonra amenna deyip şehadet etmek,.." izahı?
Bu âlem sarayını ve onda sergilenen İlâhî sanat eserlerini temaşa etme konusunda burada şöyle bir sıralama nazara veriliyor:
“Takdir (beğenmek, kıymetini bilmek)”,
“İstihsan (güzel bulmak)”,
“Müşahede”,
“İnanıp şahadet getirmek”,
“Başkalarını da şahit tutmak, (onlara da göstermek ve anlatmak)” ,
“İnkıyat ve mukabele”.
İlâhî eserleri takdir etmek ve beğenmekle başlayan yolculuk O’nun emirlerine inkıyat ve mukabele ile, yani ibadet ve taat ile son buluyor. Burada kişiyi ibadete götüren kademeler sıralanmış oluyor. Böylece, kâinatı bu manada seyretmeyenlerin ruhlarında ibadet arzu ve iştiyakının uyanmayacağı da ders verilmiş oluyor.
“Takdir (beğenmek, kıymetini bilmek)”, “istihsan (güzel bulmak)” ve “müşahede etmek (görmek, seyretmek)” bütün insanlarda bulunan ortak özelliklerdir. Ancak, bu mahlukatı Allah’ın eserleri olarak seyretmek gerekir. Aksi halde sadece eserlere hayran olmakla kalınır, bu ise ruha bir kemal vermez. Onun için, Üstad hazretleri; “maşallah diyerek takdir etmeyi”, “ne güzel yapılmış deyip istihsan etmeyi” ve “barekallah diyerek müşaade etmeyi” önemle nazara veriyor.
Ancak böylece “amenna deyip şehadet etme” makamına çıkılır.
Bu kemale eden ve bu zevki tadan kimse, başkalarını da bundan faydalandırmak üzere onları da ‘hayyealelfelah’ diyerek aynı yola, aynı çizgiyi çağırır.
Ezanda önce salata (namaza), sonra felaha (kurtuluşa) çağırmakta şöyle bir mana da vardır ki, kurtuluşa ancak namazla, ibadetle kavuşulur. Ancak böylece, insan bu kâinattaki harika eserleri, Allah’ın bir kulu ve en mükemmel eseri olarak hayretle seyreder.
“Rububiyetin saltanatı” üzerinde daha önce durulmuştu. Bütün alemleri Allah’ın terbiye etmiş olması bir rububiyet saltanatıdır. Bu saltanat vahdaniyeti gösterir. Yani Allah birdir ve bütün bu alemler Onun terbiyesinden geçmişlerdir. Bunu düşünen müminlere düşen vazife, “semi'nâ ve eta'na (işittik ve itaat ettik)” diyerek inkiyad ve mukabele etmektir. Yani, senin terbiye etmiş olduğun her âlem ve onların bütün fertleri senin bütün emirlerini harfiyen yerine getirdikleri gibi, biz de Kur’an-ı Keriminde inzal olunan ve Resul-ü Ekrem’in tebliğ ettiği bütün hükümlere iman ediyor ve hepsine uymaya söz veriyoruz.
__________________
iman insanı insan eder, belki sultan eder..