Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

21

11.09.2006, 15:07

Daha da hazin olan, bu vâkıanın, yaşanan yüksek fikir alçalışlarının ilk ve en hafif boyutunu teşkil edişiydi. Öyle vâkıalar vardı ki, beş vakit kılınıyor olmakla birlikte namazın zihin gündemimizde alt sıralara düşüşü, onların yanında çok hafif kalıyordu.

Ne yazık ki, bu ‘yüksek fikir’ler uğruna, zihnimizde alt sıralara düşüşünden öte, kaçıp gidebiliyordu nice namaz.

Eğri oturup doğru konuşalım; filan maç, falan açık oturum, feşmekan konuda ümmetin nasıl kurtulacağına dair arkadaş sohbeti derken geciken uykularımızın faturası, karşımıza kaçırılmış sabah namazları şeklinde çıkmıyor muydu?

Ruhumuzda bir kasvet ve kasavetten öte iz bırakmayan siyaset meydanlarını izler yahut bir kudret mucizesi olan ceviz kabuğunu doldurması asla mümkün olmayan tartışmaları seyrederken, kaç sabah namazına uyanamamıştık? ‘Frenk gecesinden Müslüman sabahına uyanma’nın zorluğunu yaşayan yalnız Yahya Kemal değildi artık. Bırakalım toplumun ortalama kesimini, çevresinde ‘dindar’lığıyla temayüz insanlar olarak, bizler de bu duruma zaman zaman düşebiliyorduk.

‘Yüksek fikir’ler ile meşguliyet uğruna, namazdan, bilhassa namazların şahı ve padişahı hükmünde olan, ısrâ sûresinde faziletçe üstünlüğü apaçık beyan olunan sabah namazından geri kalış; yüksek fikir alçalışlarının ikinci ve daha ağır bir boyutunu da bu teşkil ediyordu.

Bir üçüncü adımda ise, üstüne farz olmayan işler için üstüne farz olan namazı hepten boşlayanlar vardı. Bu gözler, ‘ümmetin kurtuluşu’ için yazılar yazan, ama o ümmeti ümmet yapan hakikatler arasında imandan hemen sonra gelen namazı kendi dünyasında beş vakit ihmal edebilen insanlar görmüştü. Bu gözler, “ıbadetler” başlıklı bir kitabın baskısını özenle takip eden, ama aynı özeni kendi ibadetine sarfetmeyen insanlar da görmüştü. Namaz üstümüze farzdı, ama üstümüze farz olmayan işler kimi dünyaları o kadar doldurmuştu ki, namaza yer ve vakit kalmamıştı.

Durum böyle olmasa, şu diyarda “Namazsız ıslâmcılık” başlıklı upuzun yazılar yazılır mıydı? Ve böyle bir yazıda, öncelikle, gündüz bir yana, geceyarılarına kadar ‘ümmeti kurtaran; ama bırakın sabah namazını, gündüzün tam göbeğindeki namazları dahi kaçıran insanlar muhatap alınır mıydı? Öyleleri vardı ki, bırakın beş vakit namazdan nasipsiz ıslâmcılığı, Cuma namazından dahi nasipsizdi. Eh, ne de olsa Türkiye ‘darü’l-harb’ oluyordu!

Bu namazsız ıslâmcılık durumuna duçar olanların, ehl-i din arasında ya ‘radikal’ diye tanımlanan kesimlerden, ya ‘entellektüel’ diye tanımlanan kesimlerden, yahut ehl-i dünyayla yakın temas halinde bulunan kesimlerden çıkıyor olması, üzerinde tahlil gerektiren bir durumdu ayrıca. Haydi, ehl-i dünyayla yakın ve sıkı temasın getirdiği aşınmayı anlayabilirdik rahatlıkla.

Ya diğer ikisi neden böyle oluyordu? ılkinde ‘kendisi’ olmaktan öte ‘birilerine karşı’ olmanın; ikincisinde ise felsefî meseleler ile ziyade meşguliyetin getirdiği bir enaniyetle gelen muhakeme kayması ve kalbî kasavetin mi izlerini aramalıydı yoksa?

Maamafih, bu durumda olanların çoğuna, gene de kızamıyordu insan. ıslâm’la kurtulmaya çalışmak yerine ıslâm’ı kurtarmaya çalışmak, üstüne farz olmayana uzanıp üstüne farz olanı bırakmak ciddi hatalar idi gerçi; ama bu hatayı sergiliyor olduğu vaziyette tanıdığım birçok insan vardı ki, özünde beş vakit namazı kılmak, bir gün muhakkak başlamak istiyor, mevcut durumunu yanlış görüyor, hayâ gibi bir ilahî nimetten aldığı nasiple bu durumundan utanıp sıkılıyorlardı. Hafif bir gayret kamçısı, yumuşak bir teşvik ve tergib ile namaza başlayabilir veya yeniden başlayabilir durumda olan birçok insan vardı.

Lâkin, yüksek fikir alçalışları sürecinin son kertesinde olup, namaz kılmıyor olduğunu bırakın saklamayı veya utana-sıkıla açıklamayı, rahatlıkla ilan edebilenler de zuhura başlamıştı.


ılk kez 90’lı yıllarda bütün çıplaklığıyla gördüğüm, lâkin gitgide ağırlaşan bir vâkıaydı karşıda duran. Bir mü’mini dünyaya dair ‘yüksek fikirler’ için çağıran dünyevîlik timsali ile namazı ‘imandan sonra en yüksek hakikat’ olarak müdafaa eden nuranî sima arasındaki gerilimin gözardı edilemez bir veçhesini ele veriyordu. O nuranî sima, yazdığı eserlerle, bu arada namaza dair şüpheler yayanlara cevaben yazılmış eserlerle normal şartlarda ‘namazsızlık’ cihetine düşmeye aday gözüken çoklarını iman ve namaz cihetine cezbettiği gibi, dünyevîlik timsali zihniyetin mümessilleri çok ‘ıslamcı’yı suretâ ta karşılarında ama yaşayışca kendilerine bir hayli yakın kılabilmişlerdi.

Bu yakınlığın, bu düşüşün, bu alçalışın özünde ise, bir mü’min ve bir müslim olarak, daha temelde bir insan olarak hayatın önemi ve önceliği konusundaki ciddi bir şaşılık vardı. Rabb-ı Rahîm, Kur’ân’ın hiçbir âyetinde, bizi ‘ıslâm’ı kurtarmaya’ çağırıyor değildi; Kur’ân’ı kurtarmaya emrediyor da değildi. “Allah nurunu tamamlayacaktır; kâfirler istemese de” gibi âyetler ilk yanılgının; “Kur’ân’ı Biz indirdik; onu koruyacak olan da Biziz” gibi âyetler ise ikinci yanılgının ilacı hükmündeydi. Ama, öte yanda, bizi namazla kurtulmaya, namazla temizlenmeye, en yükseği namaz olan salih amelle yükselmeye çağıran nice, nice, nice âyet vardı.


“Onbirinci Söz”deki denklem, bütün sahihliğiyle ortada duruyordu kısacası. Önümüzde bir kâinat vardı; dikkatle bakan her göz, bu kâinatın insan için yaratıldığını rahatla çözebilirdi. ınsanın ise namaz için yaratıldığı, namazın her bir rüknü, her bir edebi ve her bir kelimesi ile taşıdığı cevheri şu veya bu düzeyde kavramak suretinde rahatlıkla anlaşılabiliyordu.

O halde, ucu namazsızlığa veya namazları ihmale giden, yanlışlığı bu şekilde tezahür ve tebarüz eden bir çizgiyi netlikle görüp geri dönebilmek; nefsin veya kollektif nefs-i emmarenin ürettiği en hafif sarsıntı karşısında yıkılıp dağılan bir ‘ontolojik gecekondu’nun temelleri üzerine ‘dünyayı kurtaran’ yüksek fikirler üretmek yerine, en başta temelleri sağlam eylemek icap ediyordu. ıslâm, ne ilk asrında, ne de sonrasında, namazı hayatının merkezine almamış ellerde yükselmiş değildi; Asr-ı Saadet örneği başta olmak üzere, ıslâm’ın bahtının yükseldiği bütün zamanların temelinde bir iman çalışması ve de ‘namazı ikame’ vâkıası vardı.
Kendimizi kurtarmak istiyorsak, namazı ciddiye ve merkeze almak gerekiyordu açıkçası.

Başkaları kurtulsun istiyorsak, yine aynısını yapma durumundaydık. Dünya kurtulsun istiyorsak da bunu yapmamız gerekiyordu. Sahabiler, hem kendilerini, hem başkalarını, hem o gün ulaşabildikleri yarı dünyayı bu şekilde kurtarmamışlar mıydı?

Hem iman çalışmasını ve namazı geri plana atan ‘yüksek fikir’li hareket tarzının gelip dayandığı çelişki ve sonuçsuzluk da apaçık tezahür ettiğine göre, namazı yeniden keşfin ve varoluş anlamını namazla keşfin zamanı çoktan gelmiş değil miydi?
Bana kalırsa, şefkat ve hikmet sultanı kudsî nebînin vefatından hemen önce ısrarla ve tekrarla söylediği “Namaza devam edin! Namaza, namaza!” sözüne ittiba edip bu sözdeki sırrı keşfetmenin tam da zamanı...

Hayye ale’l-salâh, hayye ale’l-felah!


Yüksek Fikir Alçalışları


BıTTı :D

22

11.09.2006, 17:26

yazıları kopyaladım

Allah razı olsn
'

Bağ-ı cennette ümidim bu durur kim Zatî'yi
Cümle müminlerle ol server ede hem sâyesi


_

23

15.09.2006, 19:25

9.Sözden devam

Beşinci Nükte: ınsan fıtraten gayet zayıftır; halbuki herşey ona ilişir, onu müteessir ve müteellim eder. Hem gayet âcizdir; halbuki belâları ve düşmanları pekçoktur. Hem gayet fakirdir; halbuki ihtiyacâtı pek ziyâdedir. Hem tenbel ve iktidarsızdır; halbuki hayatın tekâlifi gayet ağırdır. Hem, insaniyet onu kâinatla alâkadar etmiştir; halbuki sevdiği, ünsiyet ettiği şeylerin zevâl ve firâkı mütemâdiyen onu incitiyor. Hem, akıl ona yüksek maksadlar ve bâkî meyveler gösteriyor; halbuki eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa, sabrı kısadır.

Bu paragraf konusunda kendimizi biraz sorgulayalım.

1- Bu zayıflık, sadece yaşlılıkta veya yetişkinlik öncesi dönemde midir, sadece fiziksel midir?

2- Bu belâ ve düşmanların başlıcaları nelerdir?

3- Neden fakirdir, bunu en ziyade bize anlatan ne? Peki bu kadar çok ihtiyacımız olan şeyler ne? Hem fakirlik sadece parayla mı, çölün ortasında susuzluktan ölmek üzereyken, bir dağ altının olsa ne kadar işine yarayacak?

4- Hayatın ağır tekalifi neler olabilir?

5- Kainatta olanlarla, kendisinin gayrıyla olan alakadarlığı nasıldır?

6- Aklın gösterdiği maksat ve meyveler neler olabilir?

24

15.09.2006, 23:51

Alıntı sahibi ""Abdulkadir Said""

9.Sözden devam

Beşinci Nükte: ınsan fıtraten gayet zayıftır; halbuki herşey ona ilişir, onu müteessir ve müteellim eder.

1- Bu zayıflık, sadece yaşlılıkta veya yetişkinlik öncesi dönemde midir, sadece fiziksel midir?


Evet insan yaratılış itibariyle zayıftır yani acizdir..Herşeye gücünün yettiğini zanneden insan dahi bazı olaylar karşısında acziyetinin farkına varır.Gücünün herşeye yetmediğini anlar..bu zayıflık doğuştan itibaren insanda vardır..

Çok güçlü olduğunu idda eden insan dahi bi noktada fiziki kuvvetinin yetersizliğini anlar.sadece fiziki değildir elbette bu.

ınsan kainattaki birçok olay karşısında acizliğini anlar.Çok zengindir maddi manevi herşeyinin yolunda gittiğini düşünür.Bir hastalık,bir ölüm karşısında anlarki kişi aslında çok acizdir.Hiç birşeye gücü kuvveti yetmez..

3.sözde geçiyor ya:''Evet, insan nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde, sermâyesi hiç hükmünde. Hem nihayetsiz musîbetlere mâruz olduğu halde, iktidarı hiç hükmünde birşey. Adetâ sermâye ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır. Fakat emelleri, arzuları ve elemleri ve belâları ise; dairesi, gözü, hayali nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir.'' Bu derece âciz ve zayıf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibâdet, tevekkül, tevhid, teslim ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir nimet olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder.

buradanda anlaşıldığı gibi insan bu zayıflık karşısında ancak ibâdet, tevekkül, tevhid, teslim ile baş edebilir.


bir sineğe mağlup olan ve bir sineğin kanadını bile icad edemeyen aciz bir insanın uluhiyet dava etmesi ne derece ahmakçasına bir maskaralık olduğu malumdur. Diyor ya Üstadım evet işte bir sineği dahi icad edemiyoruz ..Okadar zayıf aciziz..nerde görüyoruz acaba kendimizi! :cry:

25

16.09.2006, 00:12

Alıntı sahibi ""Abdulkadir Said""

9.Sözden devam

Beşinci Nükte: ınsan fıtraten gayet zayıftır; halbuki herşey ona ilişir, onu müteessir ve müteellim eder.

1- Bu zayıflık, sadece yaşlılıkta veya yetişkinlik öncesi dönemde midir, sadece fiziksel midir?


Kur'an' da; "ınsan zayıf yaratıldı" buyurulmaktadır. ınsanın belli başlı zayıflıkları nelerdir ?

ınsan, zaafları olan bir varlıktır. Kur’an, şu ayetiyle bu gerçeği bildirir: “ınsan zayıf yaratıldı” (Nisa Sûresi, 28.)

Bu zayıflık, daha dünyaya gelir gelmez kendini göstermeye başlar. Diğer canlıların yavruları kısa zamanda hayata uyum sağlayıp, kendi başlarına hayatlarını devam ettirebilecek seviyeye ulaşırlar. ınsan yavrusu ise, bir-iki yılda ancak ayağa kalkar. 15-20 yılda ancak bir kısım fayda ve zararları öğrenir. Ömrü boyunca da, hayat kanunlarını öğrenmeye muhtaçtır.

Ayrıca, insan çok hassas bir canlıdır. Ne fazla sıcağa gelebilir, ne fazla soğuğa... Ne açlığa dayanabilir, ne susuzluğa... Bir mikrop onu yere serer. Bir kuyruklu yıldız onu ürkütür. Geçmişi düşünür, üzülür. Geleceği düşünür, endişe eder. Emelleri ebede uzanır.

Bir de,” beşeri zaaflarımız” vardır. Bu zaaflar, birtakım huy ve karakterlerimizdir. Bunlardan bir kısmını şu şekilde ele alabiliriz:


1. Nisyan (Unutkanlık)

ınsan, nisyana müpteladır. Her insanın hayatında pek çok nisyan örnekleri vardır. ılk insan Hz. Adem de aynı nisyanı yaşamıştır. Ayet bunu şöyle anlatır: “Doğrusu daha önce Adem’den ahid almıştık da, unuttu...” (Taha Sûresi, 115.)

Hz. Adem’e, yasak ağaca yaklaşmaması emredilmiştir. şeytanın vesvesesiyle yaklaşır ve o ağaçtan yer. Bunun sonucunda dünyaya gönderilir. (Bakara Sûresi, 35-37.)

Hz. Adem’in tabiatı aynen Ademoğullarında da vardır. Nisyanın en kötüsü, insanın kendini unutması, ne için yaratıldığını aklına getirmemesidir. Buna, gaflet denir. Cenab-ı Hak, bazı musibetlerle insanı gaflet uykusundan uyandırır. Onu, yaratılış gayesine yöneltir. Fakat pek çok insan yine unutur. Kur’an, bu hali şöyle bildirir:

“ınsana zarar dokunduğunda gerek yatarken, gerek otururken, gerek ayakta iken bize dua eder durur. Fakat ondan zararı giderdiğimizde, daha önce o zarar için bize dua etmemiş gibi, geçer gider...”
(Yunus Sûresi, 12.)



2- Harislik ve cimrilik

Beşeri zaaflarımızdan biri de, mala düşkünlüktür. Kur’an, bu hususu şöyle haber verir:

“ınsan helu’ (haris ve cimri) yaratıldı. Kendisine bir zarar dokunduğunda feryadı basar. Bir hayır dokundu mu ( yoksullara) yardım etmez (sıkı sıkı tutar)...”
(Mearic Sûresi, 19-21)



“Ademoğlunun bir vadi dolusu altını olsa, ikinci bir vadi dolusu altını ister...” (Müslim, Zekat, 117.)
hadisi, bu beşeri zaafımıza dikkat çeker. Bebeklerde bile aynı tabiatı görmek mümkündür. Onun elindekini almak çok zordur, ama sizin verdiğinizi hemen alır.


3- Acelecilik

ınsan, aceleci bir varlıktır. Bir anda neticeye ulaşmak ister. Ahiret saadetini dünyada tatmaya çalışır. “Ya Rabbena! Bize dünyada ver’ der. Bu kimsenin ahirette bir nasibi yoktur.” (Bakara Sûresi, 200.)

Halbuki, bu dünya sabrı ve sebatı gerektirir. Asıl olan dünya mutluluğu değil, ahiret saadetidir. Ahiretin elmaslarını, bu dünyanın cam parçalarıyla değiştirmenin bir anlamı yoktur. Sonsuz hayata nispetle bu kısa hayat, bir an gibidir. Fakat insan, ahireti bilmediğinden bütün himmetini dünyaya sarf eder. “Hayat ancak bu hayattır” deyip, onun lezzetlerini elde etmeye çalışır. Kur’anın bildirdiği gibi, “ınsan çok acelecidir.” (ısra Sûresi, 11.)



4- Övülmek

Hemen her insan övülmeyi sever. Yaptığını sever, beğenir. Halbuki, övündüğü şeylerde kendisinin hissesi pek azdır. Mesela, sesinin güzelliğiyle iftihar eder. Halbuki, Allah ona böyle bir ses vermeseydi, elinden hiçbir şey gelmezdi.

Kur’an-ı Kerim, bu meselede şu hatırlatmayı yapar:

“Yaptıklarıyla gururlanan ve yapmadıklarıyla övülmeyi sevenlerin, azaptan emin bir yerde bulunduklarını zannetme!”
(Al-i ımran Sûresi, 188. )



Ayette reddedilen iki durum vardır:
1. Yaptığıyla gururlanmak.
2. Yapmadıklarıyla övülmekten hoşlanmak.
Halbuki insan, kendini methetmek için değil, Allah’a hamd etmek için yaratılmıştır.



5- Hizmette ihmal

ınsanın tabiatında hizmetten kaçmak, ücrete koşmak vardır. Bir iş yapılacağı zaman kimse ortalıkta görülmek istemez. Fakat ücret ve mükafat zamanında, herkes talip olur. Kur’anda zikredilen şu olay, buna güzel bir örnektir.

şöyle ki:

Peygamberimiz, 1400 sahabeyle umre niyetiyle Mekke’ye doğru yola çıkar. O zaman Mekke henüz müşriklerin idaresindedir. Bir savaş çıkabileceği endişesiyle, bir kısım bedevi insanlar sefere katılmazlar. Sudan bahanelerle geri kalırlar. Fakat aynı insanlar, Hayber ganimetleri için yola çıkıldığında orduya katılmak isterler. Cenab-ı Hak, onların bu sefere katılmalarını men eder. (Fetih Sûresi, 11-15 )



6- Bahanecilik

Müsbet alanlarda bir varlık gösteremeyenler, birtakım bahanelerle kendilerini avuturlar. Nedense kendi kusurlarını görmek istemezler. Mesela, Hudeybiye Seferine katılmayan bir kısım bedevilerin bahanelerine bakalım: “Mallarımız, ailelerimiz bizi alıkoydu. Bizim için mağfiret dile’ diyecekler. Onlar, ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlar...” (Fetih Sûresi, 11)

“Suçun sahibi olmaz” derler. Halbuki, “Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur” (Nursi, Lem’alar, 84.) Kusurunu gören o kusurdan kurtulmaya çalışır.

ışte, insanın mahiyetinde böyle nice zaaflar vardır. Bu zaaflar, aslında insanın manevi terakkisinde mühim birer esastırlar. Meleklerde böyle zaaflar olmadığından, onlarda mücadele de yoktur. Mücadele olmayınca, terakki de söz konusu değildir.

ınsanın meleklere üstünlüğünün mühim bir sırrı, bu zaaflarında gizlidir. Fıtraten cimri bir insanın, nefsini aşarak cömertlikte bulunması, elbette kolay bir şey değildir. Nefsini medhe meyilli bir kişinin, “Bütün medih ve muhabbet Allah’adır. Bütün iyilikler, güzellikler O’ndandır” diyebilmesi şüphesiz az bir hüner değildir.

Bu zaaflar aşılmayacak zaaflar değildir. Zira “Allah kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez” (Bakara Sûresi, 286)

Alaaddin Başar (Prof.Dr.)


Kaynak

26

16.09.2006, 01:15

Yazılanları okuyorum. Allah razı olsun nuraşığı ve abdulkadir kardeşlerimden benim bunları takrar tekrar okumam lazım. yazıcıdan çıkarıcam inş....

Selametle...
"Sevdir bize hep sevdiklerini, yerdir bize hep yerdiklerini, yâr et bize erdirdiklerini"

27

16.09.2006, 07:06

Allah razı olsun güzeldi. Zaaflık ve zayifet meselesi biraz daha vuzuha kavuştu. Demek zaaf, sadece fizikî değil, manevî de, bizi sadece dünyada değil, ahirette de yüzüstü bırakabilir.

28

16.09.2006, 09:59

Alıntı

Celâle karşı subhanallah,

cemale karşı elhamdulillah,

kemale karşı Allahuekber!

Bu nüansı farkedeli beri, namaz tesbihatlarında

“zülkudreti Allahuekber”in yerine “zülkemali Allahuekber” demeye,

boş söylemeyen ve boş konuşmayan üstadıma ittibaen, başlamıştım gerçi; lâkin, kudrete bedel kemalin niye tercih edildiği seneler senesi bir muamma olarak kalmıştı benim için. şimdi, bu ‘kemale karşı Allahuekber’ ifadesini, ‘Kebîr-i Kâmil’ ile birlikte düşünsek, kemal ile kibriyanın ne olduğunu, niye birbirine baktığını çözebilir miydik?


Peygamber Efendimiz s.a.v. zamanında tesbihatlarda Subhanallahu bukraten ve esila, velhamdülillahi kesira, Allahu Ekber tekbira diye tesbih çekildğini söylemişlerdi. Ben de o günden bu yana hep böyle tesbih çekiyorum. Bu konuda bir bilginiz var mı?



__________________

Gevşeklik göstermeyin. Tasalanmayın. Mü’minseniz üstünsünüz

29

16.09.2006, 10:11

Hiç duymadım malesef, ama manası sanırım, sabah akşam Allah'ı tesbih ederim, çokca hamd ederim, Allahu ekber kebira ne bilmiyorum ama Kur'an'da kebbirhu tekbira, onu tekbirle yücelt, şeklinde ayet var, (ısra 17/111), manası en yücece yüce midir, yücelik, üstünlük bakımından en yüce midir, nedir bilemiyorum şimdi, doğru hatırladığınıza emin misiniz bu duayı

30

16.09.2006, 10:26

Bu biz evlerde kalırken bildirilmişti. Bundan böyle hep böyle tesbihat yapılacak denmişti. Sünnet olduğu için. Allahu Ekber tekbira - kebira değil -

Bir de bu dua değil tesbih çekerken çekmeden önce söylenen Subhanallah, Elhamdülillah, Allahu Ekber yerine söyleniyordu.


__________________

Gevşeklik göstermeyin. Tasalanmayın. Mü’minseniz üstünsünüz

31

16.09.2006, 10:30

Diğer yaptığımız çok daha yaygın ve bilinir olduğu halde, daha önce niye hiç duymadığım bunu yapayım, kaynakları ne acaba, ben cahilliğimden bilemiyorum.

32

16.09.2006, 10:44

Diyeceğim şu, şu ankini bırakıp, farklı olanı yapacaksam bir sebep olmalı,
Üstad sünnettir diyerek bunu uygulamış mı?

Halbuki Üstad'ın yaptığı tesbihatlar kaydedilmiş, virdleri de HizbunNuriye diye elimizde. Bunlarda niye böyle değil? HizbunNuriyede birsürü tesbihler, dualar var, bunu içinde hiç görmedim.

33

16.09.2006, 10:54

Zannedersem Kur'an da da geçiyor bu tesbihler. Okurken farkettim. Fakat manasını bilmiyorum. Araştırmak lazım.

34

16.09.2006, 10:56

Sabah akşam tesbih edin,
bolca hamd edin,
tekbir ile yüceltin mealinde ayetler var.
Ama tam olarak bu ibareyi hatırlamıyorum.

35

16.09.2006, 11:38

Alıntı sahibi ""Abdulkadir Said""

Sabah akşam tesbih edin,
bolca hamd edin,
tekbir ile yüceltin mealinde ayetler var.
Ama tam olarak bu ibareyi hatırlamıyorum.


Allah razı olsun zahmet oldu


__________________

Gevşeklik göstermeyin. Tasalanmayın. Mü’minseniz üstünsünüz

36

16.09.2006, 11:59

Bırakmamıştı da. Karşısında nice devletlûların aksine fikir beyanından korktuğu kişiye, hem de başkaca insanların bulunduğu bir ortamda, “Paşa! ımandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü merduttur” gibi yenilir yutulur cinsten olmayan kesin ve keskin cümlelerle cevap vermişti nitekim.


Üstad bu sözden sonra da merdutun katli vacibtir diye bir söz etmiş mi. Dün sohbet sırasında söylenmişti de



__________________

Gevşeklik göstermeyin. Tasalanmayın. Mü’minseniz üstünsünüz

37

16.09.2006, 12:20

ırtidad edenin hükmü, vacib-i katlidir. Ancak her namaz kılmayana, mürted denilebilir mi?

38

16.09.2006, 12:25

Alıntı sahibi ""Abdulkadir Said""

ırtidad edenin hükmü, vacib-i katlidir. Ancak her namaz kılmayana, mürted denilebilir mi?


Yani mevkisine mi bakılır? Ve katletmekten kasıt da öldürmek mi?


__________________

Gevşeklik göstermeyin. Tasalanmayın. Mü’minseniz üstünsünüz

39

16.09.2006, 12:41

Merdut ve mürted iki ayrı kelimedir,


Dinden dönme, hak dini terk etme. Terim olarak bir müslümanın ıslâm dinini terketmesine veya başka bir dine dönmesine irtidad veya ridde denir. ırtidad eden kimseye de mürted (dinden dönen) adı verilir.


Merdut ise şeriat-ı ıslamiyece red edilmiş manasına gelir.


Merdutun katli vaciptir dememiş. Belki de ikisi birbirine benzeyen, kökleri de benzer görünen bu kelimeyi, bu sözü söyleyen bağdaştırmıştır.

Alıntı sahibi ""[url=http://www.risaleara.com/oku.asp?id=3590&a=merdut&t=2&b=2&k=0&sp=&ep=&s=10&l=2"

Bediüzzaman Emirdağ Lahikası sf 168'de[/url]"]ıkincisi : Belki tahattur edersin, Ankara da, divan-ı riyasetinde Mustafa Kemal le münakaşa zamanında, ona karşı dedim: "Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur." Yüzüne şiddetli mukabele ettiğim halde bana karşı ihanet ve hakarete cesaret edemediği halde, burada küçük bir zabit ve bir çavuş, o ihaneti ve hakareti yaptılar. Maksatları beni hiddete getirip bir mesele çıkarmak olmasından, hıfz ve inayet-i ılahiye bana sabır ve tahammül verdi.




Alıntı sahibi ""[url=http://www.risaleara.com/oku.asp?id=3688&a=merdut&t=2&b=2&k=0&sp=&ep=&s=10&l=2"

Bediüzzaman'ın talebeleri yine Emirdağ Lahikasında[/url]"]...ve Meclis-i Meb'usanda Mustafa Kemal'e karşı, "Namaz kılmayan hâindir, hâinin hükmü merduttur" söyleyen ve ıslâmî kıyafeti kat'iyen ve asla tebeddül etmeyen ve kıyafetine ilişmek isteyen ve sonra kendi kendini öldürmekle tokadını yiyen Nevzat isminde Ankara Valisine, "Bu sarık bu başla beraber çıkar" tarzında konuşarak boynunu göstermesiyle dokunulmayan bir zata,...

40

16.09.2006, 13:01

Re: ıbadetlerin fihristesi: Namaz

Alıntı sahibi ""nuyo""

Alıntı sahibi ""Üstad dördüncü sözde""


yirmi dörtten bir malını yüzde doksan dokuz ihtimâl ile kazancı musaddak bir hazîne-i ebediyeye vermemek, ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı?


burada niye yüzde yüz dememiş üstad?
bu yüzde birlik kısım namazı kılan ama düzgün kılmayan, kötülüklerden alıkoymayan ve bu yüzden kazandırmayan mı?


Üstad 4.Sözde piyango ile bir örnek veriyor “kazanma ihtimali binde bir” diyor. Ama “ahiret aleminde kazanma ihtimali yüzde doksan dokuz” diyor? Neden yüzde yüz değil de yüzde doksan dokuz?

Böyle bir ihtiyat kaydı konulması daha uygundur. Çünkü iyi bir insan son anda dinden dönse imtihanı kaybeder. Bu açıdan bir mümin kendini asla garantide görmemeli "havf ve reca dengesini" koruyarak yaşamalıdır.

Üstadın ifadesiyle "Çünki emn ü ye'sin vartasına düşmemek hikmetiyle havf u reca müvazenesinde, sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast haletleri, celal ve cemal tecellisinden intibah ehline gelmesi; ehl-i hakikatça medar-ı terakki bir düstur-u meşhurdur."

Yani insan zaman zaman ruhen daralır veya ferahlık duyar. Kabz hali celali, bast hali cemali bir tecellidir. Bunlar gece ve gündüz gibi birbirini takip eder durur. Bu, insanı korku ve ümit arasında dengede tutan bir durumdur. Kişi kabz halinde tevbe istiğfar ile Allaha yönelir, mertebe kateder. Bast halinde ise şükrederek derecesini artırır. Devamlı kabz hali yaşasa bütün bütün ümidini kaybedebilir. Devamlı bast halini yaşasa kendini garanti cennetlik görebilir.

Cenab-ı Hak şöyle bildirir: “Allah’a korku ve ümitle dua ediniz.” (A’raf, 56)

Yani, red olunmasından korkar, kabulünü ümit eder bir şekilde isteyiniz.
“Beyne’l-havf ve’r-reca” yani korku ve ümit arasında olmak kişinin manevî hayatı için son derece önemlidir. Hamdi Yazır’ın ifadesiyle, “bu iki hal, insanın seyr u sülukunda iki kanat gibidir.”

Tek kanatlı kuş uçamadığı gibi, sadece korku veya sadece ümit kanadıyla hareket edenler de, kemâlat semasına doğru uçamazlar.

Allah’ın celal ve azametini düşünmek, insana lezzetli bir korku verir. Annesinin merhametli tokadından korkup yine annesinin şefkatli sinesine sığınan çocuk gibi, Allahtan korkan insan O’na iltica eder. Allahın cemâl ve rahmetini düşünmek ise, insanı ümit içinde yaşatır

kaynak

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir