Hür irâde
Kader konusunun anlaşılmayan ve zihne takılan düğümü şöyle seslendirilir: Mâdem Allah her şeyi ezelden takdir etmiş ve yazmıştır; öyle ise, kötü yola düşen, günah işleyenin suçu ne?
Soruya önce soru ile cevap verelim, sonra açılımını yapalım: Eğer takdir tek belirleyici unsur olsaydı o zaman imtihana, peygambere, güzel ve çirkin
fiillere, sevap ve günaha, Cennet ve Cehenneme ne gerek vardı; neden insan yaptığı kötü işlerden, fiillerden dolayı sorumlu tutulsun ki? Bu meselenin püf noktasını yakalayabilmek için fiillerimizin iki türlü olduğunu kavramamız gerekir:
* ırademizin hiçbir müdahâlesinin olmadığı, mecburî olarak yaptığımız, kabullendiğimiz hususlar, fiiller, işler.
* Hür irâdemizle yaptıklarımız.
Dünyaya erkek veya kız, Türk veya Arap olarak gelmemiz; bizim irademiz dahilinde değildir. Dolayısıyla bunlar, “ızdırârî, mecbûri” hallerdir; irademiz dışında cereyan ederler. Ki, bu ve benzeri durumlardan zaten sorumlu değiliz. Yâni, “Niye sen Kürt doğdun, niye Türk oldun, neden şu ülkede dünyaya geldin?” diye hiç kimse herhangi bir suâle muhatap olmayacak; bundan herhangi bir sevap veya günah da almayacaktır. Allah, dilediğini, istediği millet ve ırktan yaratır.
Meseleyi görmek ve bakmak fiilerinden ele alalım: Görmek, mecburî (ızdırârî) bir fiildir. Bakmak ise, ihtiyâri, yâni, hür irâdemiz içinde olan bir fiildir. Gören bir insan, görme fiilinden dolayı değil, bakma fiilinden ve bakışının mahiyetinden sorumlu tutulacaktır.
Kezâ, bir insanın eğilip kalkma, elini kaldırıp indirme, istediği yere gidip gelebilme kabiliyetinde olması ızdırârî fiillerdendir. Ve bundan dolayı herhangi bir soru ile karşılaşmayacaktır. Ancak, “Belini namazda mı eğdi büktü, yoksa başka kötü işlerde mi, elini iyilik için mi uzattı, kötülük için mi?” gibi fiillerden hesaba çekilecektir. Allah, “sevap ve günaha” sebep olacak ve tercih edecek “cüz’î irâde” dediğimiz bir “hür irâde” bize vermiştir. Hür irâde, isteme, arzulama, düşünme, hareket edebilme, hayatımızı yönetebilme, yönlendirebilme serbestisi demektir. Ne istersek, ne arzularsak, neye inanırsak—derecesine göre—Allah onu yaratır, onu yazar, onu verir.
* Herkes, kendi tercihi ile yaptığı işte, herhangi bir baskıya mâruz kalmadığını bilir. Dolayısıyla, “hür irâdesi” ile yaptığı işlerden mes’üldür. Çünkü, onları yaparken, herhangi bir baskı altında kalmadığını gayet iyi bilmektedir. Meselâ, insan yoldan giderken, önüne büyük bir çukur çıksa, “Ne yapayım, kaderimde bu da varmış!” deyip içine atlamamakta; yolunu değiştirmektedir.
Aslında, kötü işler yapıp, günah işleyip, yoldan sapanlar, “Ben kaderin mahkûmuyum!” diyerek kendilerini mazur gösterirken; iyi işleri kendilerine mâl ediyorlar. Böylece kendilerini müdafaa etmekte ve mazur göstermek istemektedirler. Oysa, cinâyet işleyen, hırsızlık yapan ve bir başka suç ile günâh irtikâp edenler vicdânen bilirler ki, buna mahkûm değiller, zorlanmamakta, herhangi bir baskıya mâruz kalmamaktadırlar. Zîrâ, kendilerini öldürmeye teşebbüs edip, mallarını çalmaya çalıştıklarının “Biz kaderin mahkûmuyuz, ne yapalım, alnımıza yazılmış!” gibi saçma-sapan mazeretlerini kabul etmezler.
Meselâ okul kaderdir. Talebenin “okul” meselelerinde, yalnız “okumak” ve “hocalarla olan münâsebeti” dahilinde mesuliyeti vardır. Dersine çalışmayan, vazifesini yerine getirmeyen bir öğrenci, suçu öğretmene ve okula yükleyemez! Hayrettir ki, hiçbir insan, suratının ortasına yediği yumruk sahibine, “Ne yapalım, sen rüzgârın önüne kapılmış bir kuru yaprak gibisin!” demediği halde; işlediği günahları, kötülükleri kadere yükleme cehaletini gösterebilmektedir.
Ali Ferşadoğlu
Yeni Asya - 17.01.2006