Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

41

15.02.2007, 12:46

Alıntı sahibi ""bir_damla_nur""

şu hakikata, şu temsil dürbünüyle bak ki: Meselâ sen yolda gidiyorsun, görüyorsun ki; yol içinde bir han var. Bir büyük zât o hanı, kendine gelen misafirlerine yapmış. O misafirlerin bir gece tenezzüh ve ibretleri için, o hanın tezyinatına milyonlar altınlar sarfediyor. Hem o misafirler o tezyinattan pek azı ve az bir zamanda bakıp, o nimetlerden pek az bir vakitte, az bir şey tadıp, doymadan gidiyorlar. Fakat her misafir kendine mahsus fotoğrafıyla, o handaki şeylerin Sûretlerini alıyorlar. Hem o büyük Zâtın hizmetkârlârı da, misafirlerin sûret-i muamelelerini gâyet dikkat ile alıyorlar ve kaydediyorlar.


Kırmızı ile yazılı olan yeri açıklarmısınız inş.?

Allah razı olsun
'

Bağ-ı cennette ümidim bu durur kim Zatî'yi
Cümle müminlerle ol server ede hem sâyesi


_

42

16.02.2007, 10:32

yani her misafir kendi yaşantısıyla fotoğraf çektiriyor.
birde bu yaşantılarını melekler kayedediyorlar.

herkesin kendi hususi dünyası vardır.bu hussusi dünyası kendi suretidir.

hizmetkarlarıda meleklerdir.kiramen katibin.

ne yapsak o kaydediliyor.hem hafızamızda hemde,meleklerin defterlerinde..

yani bize çok dikkat ediliyor.
onun için çok dikkatli yaşayalım bu imtihan dünyasında.

en ufak şey bile boşa gitmiyor.
Bugün ne kadar risalei nur okudum acaba?

Okumamışsam karlımıyım acaba?

43

27.03.2007, 06:15

“Onuncu Söz’ün On Birinci Hakîkatında belirtilen; insanın, mahlûkâtın tarz-ı tesbîhât ve ibâdetine müdâhalesi ne demektir?”

Bilindiği gibi Onuncu Söz, Haşr’e dairdir. Haşir; yediden yetmişe, kadın-erkek, beyaz-siyah, mü’min-kâfir ayırt etmeksizin bütün insanları çok yakından, tâ can damarından ilgilendiren bir Ebediyet badiresidir. En çetin hesap, en girift sorgulama, en ince muhasebe, en âdil muhakeme oradadır! Günahkârlar için rahmetten yana tercih kullanan şefaat-i Resûl (asm) oradadır! Allah’ın adaleti, hâkimiyeti, mağfireti ve merhameti orada kâmilen tecellî edecek; Peygamber Efendimiz’in (asm) şefaati—inşallah—orada vaki olacak; insanların ebediyet yolculuklarına nerede devam edecekleri –dünyevî amellerine göre—orada belli olacaktır.

Bu insan ne talihsizdir ki, böyle bir çetin muhakemenin vukuuna inanıp inanmamayı sadece “tartışmakla” bir ömür tüketiyor! Oysa aslında Kur’ân’a ve Kur’ân Peygamberine (asm) itimatsızlığın faturasını çok ağır ödüyor! Çünkü yarın, haşir hakikatine başını vurunca her şey geçmiş olacak. Hâlbuki Kur’ân ne kadar açık bir habercidir! Resûlullah (asm) ne kadar net bir uyarıcı ve müjdecidir!

Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, Haşrin meydana geleceğini iki kere iki dört eder derecede ispat ettiği ve Mahkeme-i Kübra için On ıki basamaklı burhan gösterdiği Onuncu Söz’ü, yalnızca bir tek âyetin tefsiri olarak kaleme almıştır. Âyet, Rum Sûresi 50. âyetidir ve meâli şöyledir: “şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine. Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir!” Âyet, ehl-i aklı, ehl-i fikri, ehl-i tefekkürü, ehl-i şuuru düşünmeye ve akıl yürütmeye dâvet ediyor. Her kışta ölen yeryüzü canlılarının, her baharda nasıl diriltildiğini ısrarla nazara veren Kur’ân âyeti, bunu yapan Kudret için insanları diriltmenin hiç de zor olmayacağını, insanların dirilmeye daha lâyık bulunduklarını kaydediyor.

Fakat görüyoruz ki, en çok akıllarına güvenen felsefeciler de dâhil ulema, ekseriyetle bu konuda akıl yürütmekten kaçınmışlar; haşrin bir nakil meselesi olduğu, aklın bu yolda yürüyemeyeceği ve sadece iman etmekle yetinilmesi gerektiği kanaatini belirtmişlerdir.1 Halbuki Kur’ân, “Allah, ölüleri nasıl diriltiyor; rahmet eserlerine bir bakınız!”2 âyetiyle, öldükten sonraki dirilişi “anlamayı” akıldan istiyordu. Demek, “bu bir nakil meselesidir” diyerek “taklidî imana” razı olmak, Kur’ân’ın akıldan ve kalpten istediği şeyi anlamamak demektir!

ışte Risâle-i Nur, bin yıllık bir boşluğu doldurarak, Onuncu Söz’le Kur’ân’ın bu âyetine cevap vermekte; Öldükten Sonra Dirilmek, Haşir ve Mahkeme-i Kübra konularında Kur’ân’ın işaret ettiği veçhile, aklın ve kalbin de kavraması gereken ipuçları, deliller, burhanlar ve hakikatler olduğunu dünyaya ilân ve ispat etmektedir. Onuncu Söz; On ıki Sûret ve On ıki Hakikat ile dünyadan kabre, kabirden dirilişe, dirilişten Haşir Meydanına ve Mahkeme-i Kübra’ya, oradan da Cennet ve Cehenneme giden yolları akıl, mantık, idrak ve şuur sahiplerine çok net biçimde ispat etmektedir.

Bu ispattan sonra, Haşir Müellifi der ki: “Eğer, haşrin gelmesini, gelecek baharın gelmesi gibi, kat’î bir sûrette anlamak istersen; haşre dair ‘Onuncu Söz’ ile ‘Yirmi Dokuzuncu Söz’e dikkat ile bak; gör! Eğer baharın gelmesi gibi inanmaz isen, gel parmağını gözüme sok!”3 (Evet; bu söze biz de kefiliz!)

Onuncu Söz’ün On Birinci hakîkatı, “ınsaniyet bâb”ı ve “Hak” isminin cilvesidir. Her ismin ism-i azamlık mertebesine mazhar bir ulviyette yaratılan, yer ile gökler ve dağların yüklenmekten çekindiği Emanet-i Kübrâyı omuzuna alan, yeryüzündeki bütün bitkiler ve hayvanların düzen ve tanzimleri hakkında söz sahibi olan ve onların tesbîhat tarzlarına ve ibadetlerine müdahale eden, meleklere tercih edilerek hilâfet rütbesini giyen insana, saadet-i ebediyenin verilmemesinin hiçbir şekilde kabil ve mümkün olmadığını4 ispat ediyor. Burada geçen müdahale ile insanın, hilâfet rütbesi gereği, sair mahlûkat üzerindeki tasarruf yetkisi vurgulanmıştır. Yani ekseriyetle insan nerede isterse, bitki ve hayvan orada sergisini açmakta, orada zikrine devam etmektedir. Bu söz ile insanın, bitki ve hayvan üzerinde zarar verici olmamak kaydı ve şartı ile tasarruf etme yetkisine sahip olduğu vurgulanmıştır.

Dipnotlar:
1- Sözler, s. 89. 2- Rûm Sûresi, 30/50
3- Sözler, s. 106. 4- Sözler, s. 83, 84.

Kaynak: www.fikih.info
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

44

27.03.2007, 14:35

Sağol abdullah abi
'

Bağ-ı cennette ümidim bu durur kim Zatî'yi
Cümle müminlerle ol server ede hem sâyesi


_

45

27.03.2007, 14:37

Alıntı sahibi ""bir_damla_nur""

:oops: Bir soru daha;

Bir haşiye de ıMAN YOLU ıSLAMıYET CADDESı yazıyor.

Bu ne demek?
'

Bağ-ı cennette ümidim bu durur kim Zatî'yi
Cümle müminlerle ol server ede hem sâyesi


_

46

03.05.2007, 18:41

Hem, bir şeyin kuvvet ve zaafça merâtibi, o şeyin içine zıddının müdâhalesidir. Meselâ, hararetin derecâtı, soğuğun müdâhalesidir; güzelliğin merâtibi, çirkinliğin müdâhalesidir; ziyânın tabakâtı, karanlığın müdâhalesidir. Fakat, birşey zâtî olsa, ârızî olmazsa, onun zıddı ona müdâhale edemez. Çünkü, cem'-i zıddeyn lâzım gelir. Bu ise, muhâldir. Demek asıl, zâtî olan bir şeyde merâtib yoktur. Mâdem, Kadîr-i Mutlakın kudreti zâtîdir, mümkinât gibi ârızî değildir ve kemâl-i mutlaktadır. Onun zıddı olan acz ise, muhâldir ki, tedâhül etsin. Demek, bir baharı halk etmek, Zât-ı Zülcelâline bir çiçek kadar ehvendir. Eğer esbâba isnad edilse, bir çiçek, bir bahar kadar ağır olur. Hem, bütün insanları ihyâ edip haşretmek, bir nefsin ihyâsı gibi kolaydır.
'

Bağ-ı cennette ümidim bu durur kim Zatî'yi
Cümle müminlerle ol server ede hem sâyesi


_

47

03.05.2007, 18:41

Hem, muvâzene sırrıyla, cevv-i fezâda bir terazi ki, öyle hakiki hassas ve o derece büyük farz edelim ki, iki ceviz terazinin iki gözüne konulsa hisseder. Ve iki güneşi de istiâb edip tartar. O iki kefesinde bulunan iki cevizi birini semâvâta, birini yere indiren aynı kuvvetle, iki şems bulunsa, birini arşa, diğerini ferşe kaldırır, indirir.
'

Bağ-ı cennette ümidim bu durur kim Zatî'yi
Cümle müminlerle ol server ede hem sâyesi


_

48

03.05.2007, 18:43

Bu iki yeri açıklar mısnız?
'

Bağ-ı cennette ümidim bu durur kim Zatî'yi
Cümle müminlerle ol server ede hem sâyesi


_

49

04.05.2007, 11:06

Alıntı sahibi ""bir_damla_nur""

Hem, bir şeyin kuvvet ve zaafça merâtibi, o şeyin içine zıddının müdâhalesidir. Meselâ, hararetin derecâtı, soğuğun müdâhalesidir; güzelliğin merâtibi, çirkinliğin müdâhalesidir; ziyânın tabakâtı, karanlığın müdâhalesidir. Fakat, birşey zâtî olsa, ârızî olmazsa, onun zıddı ona müdâhale edemez. Çünkü, cem'-i zıddeyn lâzım gelir. Bu ise, muhâldir. Demek asıl, zâtî olan bir şeyde merâtib yoktur. Mâdem, Kadîr-i Mutlakın kudreti zâtîdir, mümkinât gibi ârızî değildir ve kemâl-i mutlaktadır. Onun zıddı olan acz ise, muhâldir ki, tedâhül etsin. Demek, bir baharı halk etmek, Zât-ı Zülcelâline bir çiçek kadar ehvendir. Eğer esbâba isnad edilse, bir çiçek, bir bahar kadar ağır olur. Hem, bütün insanları ihyâ edip haşretmek, bir nefsin ihyâsı gibi kolaydır.
Risale-i Nur Külliyatı'nda güneş misâli çokça geçer ve her defasında ayrı bir hakikati aydınlatır. Biz de aynı misâlden faydalanarak diyebiliriz ki:Güneş'in ışığı bir bakıma zatî, yani kendi zatından coşup kaynıyor; bir başka mahlûktan ona intikâl etmiş değil. Ay’ın ışığı ise arızî. Yani bir başkasından ona arız oluyor, hariçten veriliyor.

Güneş’in ışığı zâtî olduğu için, ona karanlık giremiyor, hulûl edemiyor. Ay ise öyle değil.

Ampûl de Ay gibi, onun da ışığı kendinden değil. Düğmeyi kapamakla ışığına son verebiliyoruz.

Güneş misaliyle hayalimize yeni kapılar açılır: Niçin ölüyoruz? Hayatımız zâtî olmadığı için. Niçin ihtiyarlıyoruz? Gençliğimiz zâtî olmadığı için. Niçin âciz kalıyoruz? Kudretimiz zâtî olmadığı için. Allah’ın kudreti zâtî. Onun zıddı olan âcizlik o kudrete yanaşamıyor, hulûl edemiyor, giremiyor.
Bugün ne kadar risalei nur okudum acaba?

Okumamışsam karlımıyım acaba?

50

04.05.2007, 11:08

Alıntı sahibi ""bir_damla_nur""

Hem, muvâzene sırrıyla, cevv-i fezâda bir terazi ki, öyle hakiki hassas ve o derece büyük farz edelim ki, iki ceviz terazinin iki gözüne konulsa hisseder. Ve iki güneşi de istiâb edip tartar. O iki kefesinde bulunan iki cevizi birini semâvâta, birini yere indiren aynı kuvvetle, iki şems bulunsa, birini arşa, diğerini ferşe kaldırır, indirir.
feza boşluğunda çok büyük terazi düşünelim.
ve bu terazi çok hassastır.

şimdi bu teraziye iki ceviz konulsa tartar..

iki güneş konulsa tartar..(çok büyük terazi demiştik ya..güneşlerden de büyük olsun)

sonra terazide eşit ceviz koysak...

dengeyi bozmak için çok az bir kuvvet yeterli değilmi?bir kefeyi aşağı ..diğerini yukarı kaldırır.

şimdi iki eşit güneş bile olsa ..dengeyi bozmak için cevizlere uygulanan az kuvvetin aynısı koysak ..yine bir kefesi aşağı diğerini yukarı kaldırır.

ha eşit ceviz olsun hada eşit güneş olsun tartıda..

ikisi için aynı kuvvet yeterlidir.fark etmez..

işte Allahın kudreti sonsuz olduğundan ha sineği yaratması hada gökleri yaratması arasında fark yoktur.

çünkü sonsuz kudretin yanında bunlar ne ki.. değil mi?
Bugün ne kadar risalei nur okudum acaba?

Okumamışsam karlımıyım acaba?

51

04.05.2007, 13:07

Allah razı olsun abi.

Galiba sitemizde sizin dışınızda artık açıklama yapan yok derslere.
'

Bağ-ı cennette ümidim bu durur kim Zatî'yi
Cümle müminlerle ol server ede hem sâyesi


_

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir