Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

06.05.2005, 09:48

16.Söz 4.şua >zeyl

YENı ASYA NEşRıYAT SAYFA 182 - 183 - 184

Alıntı sahibi ""[url=http://www.risaleinurenstitusu.com/index.asp?Section=Kulliyat&Book=Sozler&Page=182"

ONALTINCI SÖZ / DÖRDÜNCÜ şUA[/url]"]Dördüncü şua: ışte ey tembel nefsim! Bir nevi Mi’rac hükmünde olan namazın hakikati, sâbık temsilde bir nefer, mahz-ı lûtuf olarak huzur-u şâhâneye kabulü gibi, mahz-ı rahmet olarak Zât-ı Celîl-i Zülcemâl ve Ma’bud-u Cemîl-i Zülcelâlin huzuruna kabulündür. ALLAH-U EKBER deyip, mânen ve hayalen veya niyeten iki cihandan geçip, kayd-ı maddiyâttan tecerrüd edip bir mertebe-i külliye-i ubûdiyete veya küllînin bir gölgesine veya bir sûretine çıkıp, bir nevi huzura müşerref olup, ıYYAKE NAğBUDU hitâbına, herkesin kabiliyeti nisbetinde bir mazhariyet-i azîmedir. Âdetâ, harekât-ı salâtiyede tekrarla ALLAH-U EKBER ALLAH-U EKBER demekle kat-ı merâtib ve terakkiyât-ı mâneviyeye ve cüz’iyâttan devâir-i külliyeye çıkmasına bir işarettir ve mârifetimiz haricindeki kemâlât-ı kibriyâsının mücmel bir ünvânıdır. Güyâ herbir bir basamak-ı mi’raciyeyi kat’ına işarettir. ışte şu hakikat-i salâttan mânen veya niyeten veya tasavvuren veya hayalen bir gölgesine, bir şuâına mazhariyet dahi büyük bir saadettir.

ışte hacda pek kesretli denilmesi, şu sırdandır. Çünkü, hacc-ı şerif, bilasâle herkes için, bir mertebe-i külliyede bir ubûdiyettir. Nasıl ki bir nefer, bayram gibi bir yevm-i mahsusta, ferik dairesinde, bir ferik gibi padişahın bayramına gider ve lûtfuna mazhar olur. Öyle de, bir hacı, ne kadar âmî de olsa, kat-ı merâtib etmiş bir velî gibi, umum aktâr-ı arzın Rabb-i Azîmi ünvânıyla Rabbine müteveccihtir, bir ubûdiyet-i külliye ile müşerreftir. Elbette, hac miftâhıyla açılan merâtib-i külliye-i Rubûbiyet ve dürbünüyle nazarına görünen âfâk-ı azamet-i Ulûhiyet ve şeâiriyle kalbine ve hayaline gittikçe genişlenen devâir-i ubûdiyet ve merâtib-i kibriyâ ve ufk-u tecelliyâtın verdiği hararet, hayret ve dehşet ve heybet-i Rubûbiyet ALLAH-U EKBER ALLAH-U EKBER ile teskin edilebilir ve onunla o merâtib-i münkeşife-i meşhude veya mutasavvere ilân edilebilir.



Alıntı sahibi ""ONLATINCI SÖZÜN ZEYLı""

doğrudan doğruya Cenâb-ı Mün’im-i Muhyî ve Rahmân ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, perdesiz, elinde tutacak; tâ her vakit duâ ve şükür kapılarını açık bırakacak.
Hem meselâ, rızık vermek ve muayyen bir sîmâ vermek, birer ihsan-ı mahsus eseri gibi, ummadığı tarzda olması ne kadar güzel bir sûrette meşîet ve ihtiyâr-ı Rabbâniyeyi gösteriyor. Daha, tasrif-i hava ve teshîr-i sehâb gibi şuûnât-ı ılâhiyeyi bunlara kıyas et.

2

06.05.2005, 09:56

yukarıdadaki mesajda renkli yazılan yerlere izahat ihtiyacım var. konuya vakıf olan arkaşlarım rıza-i ilahi için bir izahat verebilirler mi?

1. bir nevi huzura müşerref olup, ıYYAKE NAğBUDU hitâbına, herkesin kabiliyeti nisbetinde bir mazhariyet-i azîmedir.

"herkesin kabiliyeti nisbetinde" bunu nasıl anlamak daha uygun olur.

2. Âdetâ, harekât-ı salâtiyede tekrarla ALLAH-U EKBER ALLAH-U EKBER demekle kat-ı merâtib ve terakkiyât-ı mâneviyeye ve cüz’iyâttan devâir-i külliyeye çıkmasına bir işarettir ve mârifetimiz haricindeki kemâlât-ı kibriyâsının mücmel bir ünvânıdır.

buradaki "cüz’iyâttan devâir-i külliyeye çıkmasına" ve "mârifetimiz haricindeki kemâlât-ı kibriyâsının mücmel bir ünvânıdır" burasını nazıl anlamak iktiza eder.

3. ferik dairesinde, bir ferik gibi padişahın bayramına gider ve lûtfuna mazhar olur.

bunu biraz açabilirmisiniz.

4. kat-ı merâtib etmiş bir velî gibi, umum aktâr-ı arzın Rabb-i Azîmi ünvânıyla Rabbine müteveccihtir, bir ubûdiyet-i külliye ile müşerreftir.

bu kısmı anlamak için himmetinize ihtiyaç vardır.

3

06.05.2005, 11:50

yokmu arkadaşlar bi cevap verebilecek.

mihmandar

Orta Düzey

Mesajlar: 260

Konum: ANKARA

Hobiler: Risale-i Nur

  • Özel mesaj gönder

4

06.05.2005, 14:38

Alıntı

1. bir nevi huzura müşerref olup, ıYYAKE NAğBUDU hitâbına, herkesin kabiliyeti nisbetinde bir mazhariyet-i azîmedir.

"herkesin kabiliyeti nisbetinde" bunu nasıl anlamak daha uygun olur.

Kul, Namazda bir nev huzur-u ilahiye çıkıp "iyyake na'budu ve iyyake nesteîn" der. "Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz". Görüldüğü gibi burada kul, sadece kendi namına konuşmaz. başkaları adına da konuşur. Başkalarının ibadet ve istianelerini (yardım istemelerini) de Allaha takdim eder. ışte kabiliyet burada kendini gösteriyor.

Sıradan bir kul şöyle düşünür: Yaratıcı ve yardım edici yanlız Allahtır. Öyleyse kendisi ve bütün müminler yalnız Allaha ibadet eder ve yalnız Allahtan yardım diler.

Manen inkişaf etmiş bir veli (mesela üstad) şöyle düşünür: Ben ve bütün müminler, hatta bütün canlılar , hatta bütün kainat, hatta bütün zerrat-ı vücudum vs. her haliyle Allaha ibadet eder. ve kainatta küçük büyük ne varsa hepsi lisan-ı hal lisan-ı kal, ihtiyaç lisanı, ıztırar lisanı ,istidat lisanıyla Allahtan yardım diler ve dua eder. vs..

ışte sıradan bir kulun, Allah hakkında ve ibadet hakkında icmali,hulasa bir bilgisi vardır. Kabiliyeti o kadarını idrak eder.
Büyük veli ise Tefekkürüyle öyle mertebeye varmıştırki yukarıda söylediğimiz gibi geniş bir müşahedesi vardır.

Dolayısıyla iki kul da "iyyake na'budu" derken aslında farklı şeyleri kastediyorlar. biri icmali ve o kulun dar bilgisi sınırı içinde ki ibadet, diğeri ise külli bir nazarla ve külli bir malumatla idrak edilen ibadet.
Elhasıl kabiliyetler ne kadar inkişaf etmiş ise söylenen söz o kadar fazla mana ve hakikat ihtiva eder. ve namazdaki o makamda yani "iyyake na'budu" dediği makamda bu kelamın geniş mertebesinden o kadar hissesi fazla olur. ve o kadar da sevabı fazla olur.

Biraz karışık oldu .. Bu külli nazara örnek olarak risalelerden bir alıntı veriyorum

mihmandar

Orta Düzey

Mesajlar: 260

Konum: ANKARA

Hobiler: Risale-i Nur

  • Özel mesaj gönder

5

06.05.2005, 14:43

Bir vakit "iyyake na'budu ve iyyake nesteîn" deki nun-u mütekellim-i maalgayr düşündüm ve mütekellim-i vahde sıygasından na'büdü sıygasına intikalin sebebini kalbim aradı. Birden, namazdaki cemaatin fazileti ve sırrı, o nun'dan inkişaf etti.

Gördüm ki, namaz kıldığım o Bayezid Camiindeki cemaatle iştirakimi ve herbiri benim bir nevi şefaatçim hükmüne ve kıraatimde izhar ettiğim hükümlere ve dâvâlara birer şahit ve birer müeyyid gördüm. Nâkıs ubudiyetimi, o cemaatin büyük ve kesretli ibâdâtı içinde dergâh-ı ılâhiyeye takdime cesaret geldi.

Birden, bir perde daha inkişaf etti. Yani, ıstanbul'un bütün mescidleri ittisal peydâ etti. O şehir, o Bayezid Camii hükmüne geçti. Birden, onların dualarına ve tasdiklerine mânen bir nevi mazhariyet hissettim.

Onda dahi, rû-yi zemin mescidinde, Kâbe-i Mükerreme etrafında dairevî saflar içinde kendimi gördüm. Elhamdü lillâhi Rabbi'l-Âlemîn dedim, benim bu kadar şefaatçilerim var, benim namazda söylediğim herbir sözü aynen söylüyorlar, tasdik ediyorlar.

Madem hayalen bu perde açıldı, Kâbe-i Mükerreme mihrap hükmüne geçti. Ben bu fırsattan istifade ederek, o safları işhad edip, tahiyyatta getirdiğim Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden resulullah olan imanın tercümanını mübarek Hacerü'l-Esvede tevdi edip emanet bırakıyorum derken, birden bir vaziyet daha açıldı. Gördüm ki, dahil olduğum cemaat üç daireye ayrıldı.

Birinci daire: Rû-yi zeminde mü'minler ve muvahhidîndeki cemaat-i uzmâ.

ıkinci daire: Baktım, umum mevcudat, bir salât-ı kübrâda, bir tesbihât-ı uzmâda, her taife kendine mahsus salâvat ve tesbihatla meşgul bir cemaat içindeyim. "Vezâif-i eşya" tabir edilen hidemât-ı meşhude, onların ubudiyetlerinin ünvanlarıdır. O halde Allahu ekber deyip hayretten başımı eğdim, nefsime baktım:

Üçüncü bir daire içinde, hayret-engiz, zâhiren ve keyfiyeten küçük, hakikaten ve vazifeten ve kemiyeten büyük, bir küçük âlemi gördüm ki, zerrât-ı vücudiyemden tâ havâss-ı zâhiriyeme kadar, taife taife vazife-i ubudiyetle ve şükrâniye ile meşgul bir cemaat gördüm. Bu dairede, kalbimdeki lâtife-i Rabbâniyem, o cemaat namına diyor. Nasıl, evvelki iki cemaatte de lisanım o iki cemaat-i uzmâyı niyet ederek demişti.

Elhasıl, "na'büdü" nun'u şu üç cemaate işaret ediyor. ışte bu halette iken, birden Kur'ân-ı Hakîmin tercümanı ve mübelliği olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın, Medine-i Münevvere denilen mânevî minberinde, şahsiyet-i mâneviyesi haşmetiyle temessül ederek,

"Ey insanlar, Rabbinize kulluk edin." Bakara Sûresi, 2:21. hitabını, mânen herkes gibi ben de işitip, o üç cemaatte herkes benim gibi iyyâke na'büdü ile mukabele ediyor tahayyül ettim. "Birşey sabit olduğunda, bütün levazımatıyla birlikte sabit olur." kaidesince, şöyle bir hakikat fikre göründü ki:

Madem bütün âlemlerin Rabbi, insanları muhatap ittihaz edip umum mevcudatla konuşur; ve şu Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o hitab-ı izzeti, nev-i beşere, belki umum zîruha ve zîşuura tebliğ ediyor. ışte, bütün mazi ve müstakbel, zaman-ı hazır hükmüne geçti; bütün nev-i beşer bir mecliste, safları muhtelif bir cemaat şeklinde olarak, o hitap, o suretle onlara ediliyor.

O vakit, herbir âyât-ı Kur'âniye, gayet haşmetli ve vüs'atli bir makamdan, gayet kesretli ve muhtelif ve ehemmiyetli muhatabından, nihayetsiz azamet ve celâl sahibi Mütekellim-i Ezelîden ve makam-ı mahbubiyet-i uzmâ sahibi tercüman-ı âlişanından aldığı bir kuvvet-i ulviyet, cezâlet ve belâgat içinde, parlak, hem pek parlak bir nur-u i'câzı içinde gördüm. O vakit, değil umum Kur'ân, ya bir sûre, yahut bir âyet, belki herbir kelimesi birer mucize hükmüne geçti. "Elhamdü lillâhi alâ nûri'l-îmâni ve'l-Kur'ân" dedim; o ayn-ı hakikat olan hayalden, "na'büdü" nun'una girdiğim gibi çıktım ve anladım ki, Kur'ân'ın değil âyetleri, kelimeleri, belki nun-u na'büdü gibi bazı harfleri dahi mühim hakikatlerin nurlu anahtarlarıdır.

Kalb ve hayal, o nun-u na'büdü'den çıktıktan sonra, akıl karşılarına çıktı, dedi: "Ben de hisse isterim. Sizin gibi uçamam. Ayaklarım delildir, hüccettir. Ayn-ı na'büdü ve nesteîn'de, Mâbud ve Müsteân olan Hâlıka giden yolu göstermek lâzımdır ki, sizinle gelebileyim."

O vakit kalbe şöyle geldi ki:

O mütehayyir akla de: Bak, kâinattaki bütün mevcudata: Zîhayat olsun, câmid olsun, kemâl-i itaat ve intizamla vazife suretinde ubudiyetleri var. Bir kısmı, şuursuz, hissiz oldukları halde, gayet şuurkârâne, intizamperverâne ve ubudiyetkârâne vazife görüyorlar. Demek bir Mâbud-u Bilhak ve bir Âmir-i Mutlak vardır ki, bunları ibadete sevk edip istihdam ediyor.
Hem bak, bütün mevcudata, hususan zîhayat olanlara: Herbirinin gayet kesretli ve gayet mütenevvi ihtiyacatı var ve vücut ve bekasına lâzım pek kesretli, muhtelif matlupları var; en küçüğüne elleri ulaşmaz, kudretleri yetişmez. Halbuki o hadsiz matlapları, ummadığı yerden, vakt-i münasipte, muntazaman onların ellerine veriliyor ve bilmüşahede görünüyor.

ışte, şu mevcudatın bu hadsiz fakr ve ihtiyacatı ve bu fevkalâde iânât-ı gaybiye ve imdâdât-ı Rahmâniye bilbedâhe gösterir ki, bir Ganiyy-i Mutlak ve Kerîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan bir hâmi ve râzıkları vardır ki, herşey ve her zîhayat Ondan istiâne eder, medet bekliyor, mânen iyyâke nesteîn der.
O vakit akıl,"Âmmennâ ve saddaknâ" dedi.


ışte kabiliyet farkı

6

06.05.2005, 23:36

Allah razı olsun, yerinde bir alıntı.

mihmandar

Orta Düzey

Mesajlar: 260

Konum: ANKARA

Hobiler: Risale-i Nur

  • Özel mesaj gönder

8

07.05.2005, 18:22

Alıntı sahibi ""Alperdini""

2. Âdetâ, harekât-ı salâtiyede tekrarla ALLAH-U EKBER ALLAH-U EKBER demekle kat-ı merâtib ve terakkiyât-ı mâneviyeye ve cüz’iyâttan devâir-i külliyeye çıkmasına bir işarettir ve mârifetimiz haricindeki kemâlât-ı kibriyâsının mücmel bir ünvânıdır.
buradaki "cüz’iyâttan devâir-i külliyeye çıkmasına" ve "mârifetimiz haricindeki kemâlât-ı kibriyâsının mücmel bir ünvânıdır" burasını nazıl anlamak iktiza eder.


ınsan Cenab-ı hakkın tecellilerini farklı mertebelerde görür temaşa eder. örneğin bir insanda tezahür eden kudreti müşahede etmek ile bütün kainatı idare eden kudreti müşahede etmek farklı şeylerdir. biri cüzi diğeri külli ve umumidir. Arada çok mertebeler vardır. işte bu cüzi mertebeden külli mertebeye çıkmaya işaret ediyor.

"Allah-u Ekber" kelimesi " Allah daha büyüktür, en büyüktür" manasına geliyor. Fakat biz bunu "Allah ne kadar büyükmüş" manasında da kullanırız.

şimdi biz, Cenab-ı Hakkın rububiyetini kendi üzerimizde gördüğümüz ve müşahede ettiğimiz zaman Cüzî bir tecelliye mazhar olmuş oluruz. Bir insanın üzerindeki rububiyet tecellisi bize inkişaf ederse, o tecellinin verdiği hayretle " Allah ne büyüktür" manasında "Allah-u Ekber" deriz. Fakat bu kelamın asıl manası şunu gerektirir: "Allah benim müşahede ettiğimden daha büyüktür." Çünkü Allahın tecellileri bir insan ile sınırlı değil. Hadsiz tecellileri var.

Daha sonra insan nevine tecelli eden rububiyet bizde inkişaf ettiğini farzedelim. Burda da Cenab-ı Hakkın büyüklüğü göründüğü için "Allah-u Ekber" deriz. Hem Allahın büyüklüğünü zikrederiz, hem de bizim müşahede ettiğimizden daha büyük olduğunu ifade ederiz. Bu şekilde ne kadar tefekkürümüzle inkişaf edip Rububiyeti ne kadar daha fazla idrak edersek Cenab-ı Hakkın büyüklüğünü o kadar fazla anlarız. fakat her mertebede şunu bilirizki "Allah bizim bildiğimizden daha büyüktür".
Faraza ısterse insan Cenab-ı Hakkın kainatta tecelli eden bütün sıfatlarını bilsin idrak etsin., yine "Allah-u Ekber" diyecektir. Çünkü Allah hakkında bilmedikleri , bildiklerinden sonsuz derece fazladır. Allahın zatını hakkıyla bilmek sadece Allaha mahsustur. ışte Üstad, "mârifetimiz haricindeki kemâlât-ı kibriyâsının mücmel bir ünvânıdır" derken bunu kastediyor. Yani Allah hakkında bilmedikleri kastedilerek; " Allah bizim bildiğimizden daha büyüktür" manasına gelen "Allah-u Ekber" denilir.

Elhasıl: ınsan Allahı tanıdıkça, onun karşısında alçalır. Çünkü her mertebe inkişafında Allahın büyüklüğü ona daha fazla açılır. Dolayısıyla kendisinin ve bütün mahlukatın küçüklüğü daha fazla ortaya çıkar. Her mertebede gördüğü Allahın büyüklüğü, daha sonraki mertebede göreceği büyüklük yanında küçük kalır. Onun için her mertebede "Allah-u Ekber" denilir.

Namazın hareketlerinde de bu mana kodlanmıştır. Kul Allahın büyüklüğü karşısında ona ibadet vaziyeti almak için "Allah-u Ekber" deyip kıyam eder. Allahın büyük olduğunu fakat onun bildiğinden de daha büyük olduğunu ifade için "Allah-u Ekber" der.
Daha sonraki mertebe "rüku'" mertebesidir. Sanki kula Allahın büyüklüğü daha fazla inkişaf etmiş gibi , kul bir önceki bildiğinden daha fazlasını bildiğinden bu sefer o kudret karşısında "Allah-u Ekber" deyip eğilir. (yani Öyle bir zatki onun önünde eğilmek gerekir. Fakat o benim bildiğimden daha büyüktür.)
Kul yine terakki ede ede öyle mertebeye varırki Allahın azameti kemalatı karşısında tam bir mahviyet ve zillet içerisine düşer . bu yüzden mahviyetini hiçliğini gösteren "secde" ye kapanır. ınsan varacağı son noktaya varmıştır. fakat yine "Allah-u Ekber".. Allah benim bu mertebede bildiğimden de büyüktür.

ışte namaz bu şekilde; insanın cüziyattan külliyata manen inkişafıyla daha fazla tecellilere mazhar olmasına ve mazhariyet arttıkça Allah önünde daha fazla mahv ve zelil düştüğüne işaret ediyor. Kıyam- rüku-secde silsilesiyle "Allahın büyüklüğünün ve kulun küçüklüğünün" daha fazla tezahürünü gösteriyor. ve her mertebede "Allahın onun bildiğinden daha büyük" olduğunu ifade için "Allah-u ekber" kelamı Namaza bu şekilde yerleştirilmiş.

9

10.05.2005, 09:09

Alıntı

kat-ı merâtib etmiş bir velî gibi, umum aktâr-ı arzın Rabb-i Azîmi ünvânıyla Rabbine müteveccihtir, bir ubûdiyet-i külliye ile müşerreftir.


abiler buradaki rabb-i azimi ünvanı nedir. burasını aşamadım. said özdemir abiyle telefon(0312 345 45 13) görüşmesi yaptım ama telefonda istediğimi soramadım. bu ünvanı nasıl anlamak lazım.

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir