Azîm bir Mâlik-ül Mülk, büyük bir şehri veya muhteşem bir sarayı bina
ettiği vakit, o Zât dört nevi ameleyi onun binasında istihdam ve
istîmal eder:
Birinci nevi: Onun memlûk ve köleleridir. Bu nev'in,
ne maaşı var ve ne de ücreti var. Belki onlar seyyidlerinin emriyle
işledikleri her amelde, onların gâyet lâtif bir zevk ve hoş bir
şevkleri vardır. Seyyidlerinin medhinden ve vasfından ne deseler,
onların zevkini ve şevkini ziyade eder. Onlar o mukaddes seyyidlerine
intisablarını büyük bir şeref bilerek onunla iktifa ediyorlar. Hem o
seyyidin nâmıyla, hesabıyla, nazarıyla işlere bakmalarından da mânevî
lezzet buluyorlar. Ücret ve rütbeye ve maaşa muhtaç olmuyorlar.
İkinci kısım ki, Bâzı âmi hizmetkârlardır. Bilmiyorlar niçin
işliyorlar. Belki o Mâlik-i Zîşan onları istimal ediyor, kendi fikriyle
ve ilmiyle onları çalıştırıyor. Onlara lâyık bir cüz'î ücret dahi
veriyor. O hizmetkârlar bilmiyorlar ki; amellerine ne çeşit küllî
gayeler, âlî maslahatlar terettüb ediyor. Hattâ bazıları tevehhüm
ediyorlar ki, onların amelleri yalnız kendilerine ait o ücret ve
maaşından başka gayesi yoktur.
Üçüncü kısım: O Mâlik-ül Mülk'ün bir kısım hayvanatı var. Onları o
şehrin, o sarayın binasında Bâzı işlerde istihdam ediyor. Onlara yalnız
bir yem veriyor. Onların da istidadlarına muvafık işlerde çalışmaları
onlara bir telezzüz veriyor. Çünki Bilkuvve bir kabiliyet ve bir
istidad, fiil ve amel Sûretine girse; inbisat ile teneffüs eder, bir
lezzet verir ve bütün faaliyetlerdeki lezzet bu sırdandır. Şu kısım
hizmetkârların ücret ve maaşları, yalnız yem ve şu lezzet-i
mâneviyyedir. Onunla iktifa ederler.
(Orjinal Sayfa:368 )
Dördüncü kısım: Öyle
amelelerdir ki; biliyorlar ne işliyorlar ve ne için işliyorlar ve kimin
için işliyorlar ve sâir ameleler ne için işliyorlar ve o Mâlik-ül
Mülk'ün maksadı nedir, ne için işlettiriyor. İşte bu nevi amelelerin
sâir amelelere bir riyâ set ve nezaretleri var. Onların derecât ve
rütbelerine göre derece derece maaşları var.
Aynen bunun gibi, Semâvat ve Arzın Mâlik-i Zülcelâli ve dünya ve
âhiretin Bâni-i Zülcemâli olan Rabb-ül Âlemîn; -değil ihtiyaç için..
çünki herşeyin Hâlıkı Odur- belki izzet ve âzamet ve rubûbiyetin
şuunatı gibi Bâzı hikmetler için, şu kâinat sarayında şu dâire-i esbab
içinde hem melâikeyi, hem hayvanatı, hem cemadât ve nebatâtı, hem
insanları istihdam ediyor. Onlara ibâdet ettiriyor. Şu dört nev'i ayrı
ayrı vezaif-i ubûdiyetle mükellef etmiştir.
Birinci Kısım: Temsilde memlûklere misâl, melâikelerdir. Melâikeler ise, onlarda mücâhede ile terakkiyât
yoktur, belki her birinin sabit bir makamı, muayyen bir rütbesi vardır.
Fakat, onların, nefs-i amellerinde bir zevk-i mahsusaları var, nefs-i
ibâdetlerinde derecâtlarına göre tefeyyüzleri var. Demek o
hizmetkârlarının mükâfatı hizmetlerinin içindedir. Nasıl insan mâ, hava
ve ziyâ ve gıdâ ile tegaddî edip telezzüz eder; öyle de, melekler zikir
ve tesbih ve hamd ve ibâdet ve mârifet ve muhabbetin envarıyla tegaddî
edip, telezzüz ediyorlar. Çünkü, onlar nurdan mahlûk oldukları için
gıdâlarına nur kâfidir. Hattâ nura yakın olan râyiha-i tayyibe dahi
onların bir nevi gıdâlarıdır ki, ondan hoşlanıyorlar. Evet, ervâh-ı
tayyibe, revâyih-i tayyibeyi sever. Hem
melekler Ma'budlarının emriyle işledikleri işlerde ve Onun hesâbiyle
işledikleri amellerde ve Onun nâmiyle ettikleri hizmette ve Onun
nazarıyla yaptıkları nezârette ve Onun intisabıyla kazandıkları şerefte
ve Onun mülk ve melekûtunun mütâlâasıyla aldıkları tenezzühte ve Onun
tecelliyât-ı cemâliye ve celâliyesinin müşâhedesiyle kazandıkları
tenâumda öyle bir saadet-i azîme vardır ki, akl-ı beşer anlamaz, melek
olmayan bilemez.
Meleklerin bir kısmı
âbiddirler, diğer bir kısmının ubûdiyetleri ameldedir. Melâike-i
arzıyenin amele kısmı bir nevi insan gibidir. Tâbir câiz ise, bir nevi
çobanlık ederler, bir nevi de çiftçilik ederler. Yani, rûy-i zemin
umumi bir mezraadır; içindeki bütün hayvanâtın tâifelerine Halık-ı
Zülcelâlin emriyle, izniyle, hesâbiyle, havl ve kudretiyle bir melek-i
müekkel nezâret eder. Ondan daha küçük herbir nevi hayvanâta mahsus,
bir nevi çobanlık edecek bir melâike-i müekkel var.
Hem
de, rûy-i zemin bir tarladır; umum nebâtât onun içinde ekilir. Umumuna
Cenâb-ı Hakkın nâmiyle, kuvvetiyle nezâret edecek müekkel bir melek
vardır. Ondan daha aşağı, bir melek bir tâife-i mahsusaya nezâret
etmekle Cenâb-ı Hakka ibâdet ve tesbih eden melekler var. Rezzâkıyet
arşının hamelesinden olan Hazret-i Mîkâil Aleyhisselâm şunların en
büyük nâzırlarıdır.
Meleklerin çoban ve
çiftçiler mesâbesinde olanlarının insanlara müşâbehetleri yoktur.
Çünkü, onların nezâretleri sırf Cenâb-ı Hakkın hesâbiyledir ve Onun
nâmiyle ve kuvvetiyle ve emriyledir. Belki nezâretleri, yalnız
Rubûbiyetin tecelliyâtını, memur olduğu nevide müşâhede etmek ve kudret
ve rahmetin cilvelerini o nevide mütâlâa etmek ve evâmir-i İlâhiyeyi o
nev'e bir nevi ilham etmek ve o nevin ef'âl-i ihtiyâriyesini bir nevi
tanzim etmekten ibârettir. Ve bilhassa zeminin tarlasındaki nebâtâta
nezâretleri, onların tesbihât-ı mâneviyelerini melek lisâniyle temsil
etmek ve onların hayatlarıyla
Fâtır-ı Zülcelâle karşı
takdim ettiği tahiyyât-ı mâneviyelerini melek lisâniyle ilân etmek; hem
onlara verilen cihazâtı hüsn-ü istimâl etmek ve bâzı gâyelere tevcih
etmek ve bir nevi tanzim etmekten ibârettir.
Melâikelerin şu hizmetleri, cüz-i ihtiyârîleriyle bir nevi kisbdir,
belki bir nevi ubûdiyet ve ibâdettir; tasarruf-u hakikileri yoktur.
Çünkü, herşeyde Halık-ı Küll-i Şeye has bir sikke vardır; başkaları
parmağını icada karıştıramaz. Demek, melâikelerin şu nevi amelleri ise,
onların ibâdetidir; insan gibi, âdetleri değildir.
Ve bu saray-ı kâinatta ikinci kısım amele,
hayvanâttır. Hayvanât dahi, iştihâ sahibi ve bir nefis ve bir cüz-i
ihtiyârîleri olduğundan, amelleri "hâlisen livechillâh" olmuyor. Bir
derece nefislerine de bir hisse çıkarıyorlar. Onun için Mâlikü'l-Mülk-ü
Zülcelâli ve'l-İkram, Kerîm olduğundan onların nefislerine bir hisse
vermek için amellerinin zımnında onlara bir maaş ihsan ediyor. Meselâ,
meşhur bülbül kuşu; Haşiye gülün aşkıyla mâruf o hayvancığı, Fâtır-ı Hakîm istihdam ediyor. Beş gâye için onu istimâl ediyor:
Birincisi: Hayvanât kabîleleri nâmına, nebâtât tâifelerine karşı olan münâsebât-ı şedîdeyi ilâna memurdur.
İkincisi:
Rahmân'ın rızka muhtaç misafirleri hükmünde olan hayvanât tarafından
bir hatib-i Rabbânîdir ki, Rezzâk-ı Kerîm tarafından gönderilen
hediyeleri alkışlamakla ve ilân-ı sürur etmekle muvazzaftır.
Üçüncüsü: Ebnâ-i cinsine imdad için gönderilen nebâtâta karşı hüsn-ü istikbâli herkesin başında izhâr etmektir.
Dördüncüsü:
Nev-i hayvanâtın nebâtâta derece-i aşka vâsıl olan şiddet-i ihtiyacını
nebâtâtın güzel yüzlerine karşı mübârek başları üstünde beyân etmektir.
Beşincisi:
Mâlikü'l-Mülk-ü Zülcelâli ve'l-Cemâli ve'l-İkramın bârgâh-ı merhametine
en latîf bir tesbihi, en latîf bir şevk içinde, gül gibi en latîf bir
yüzde takdim etmektir.
İşte, şu beş gâyeler
gibi başka mânâlar da vardır. Şu mânâlar ve şu gâyeler, bülbülün Hak
Sübhânehü ve Teâlânın hesâbına ettiği amelin gâyesidir. Bülbül kendi
diliyle konuşur. Biz şu mânâları onun hazin sözlerinden fehmediyoruz.
Melâike ve ruhâniyâtın fehmettikleri gibi kendisi kendi nağamâtının
mânâsını tamamen bilmese de fehmimize zarar vermez. "Dinleyen
söyleyenden daha iyi anlar" meşhurdur. Hem, bülbül şu gâyeleri
tafsilâtıyla bilmemesinden, olmamasına delâlet etmiyor. Lâakal, saat
gibi sana evkâtını bildirir; kendisi bilmiyor ne yapıyor. Bilmemesi
senin bildiğine zarar vermez.
Ammâ o bülbülün
cüz'î maaşı ise, o tebessüm eden ve gülen güzel gül çiçeklerinin
müşâhedesiyle aldığı zevk ve onlarla muhâvere ve konuşmak ve dertlerini
dökmekle aldığı telezzüzdür. Demek onun nağamât-ı hazinesi, hayvanî
teellümâttan gelen teşekkiyât değil, belki atâyâ-i Rahmâniyeden gelen
bir teşekkürâttır.
Bülbüle nahli, fahli,
ankebût ve nemli; yani arı ve vâsıta-i nesil erkek hayvan ve örümcek ve
karınca ve hevam ve küçük hayvanların bülbüllerini kıyas et. Herbirinin
amellerinin bülbül gibi çok gâyeleri var. Onlar için de birer maaş-ı
cüz'î hükmünde birer zevk-i mahsus, hizmetlerinin içinde derc
edilmiştir. O zevk ile san'at-ı Rabbâniyedeki mühim gâyelere hizmet
ediyorlar. Nasıl ki bir sefine-i sultaniyede bir nefer dümencilik edip,
bir cüz'î maaş alır; öyle de, hizmet-i Sübhâniyede bulunan bu
hayvanâtın, birer cüz'î maaşları vardır.
Bülbül bahsine bir tetimme
Sakın
zannetme ki, bu ilân ve dellâllık ve tesbihâtın nağamâtıyla tegannî
bülbüle mahsustur. Belki, ekser envain herbir nevinin bülbül misâli bir
sınıfı var ki, o nevin en latîf hissiyâtını, en latîf bir tesbih ile,
en latîf sec'alarla temsil edecek birer latîf ferdi veya efrâdı
bulunur. Hususan sinek ve böceklerin bülbülleri hem çoktur, hem çeşit
çeşittirler ki, onlar bütün kulağı bulunanların en küçük hayvandan en
büyüğüne kadar olanların başlarında tesbihâtlarını güzel sec'alarla
onlara işittirip, onları mütelezziz ediyorlar.
Onlardan
bir kısmı leylîdir; gecede sükûta dalan ve sükûnete giren bütün küçük
hayvanların kasîdehan enîsleri, gecenin sükûnetinde ve mevcudâtın
sükûtunda onların tatlı sözlü nutukhanlarıdır ve o meclis-i havlette
olan zikr-i hafînin dairesinde birer kutubdur ki, her birisi onu
dinler, kendi kalbleriyle
Fâtır-ı Zülcelâllerine bir nevi zikir ve tesbih ederler.
Diğer
bir kısmı, nehârîdir; gündüzde ağaçların minberlerinde, bütün
zîhayatların başlarında, yaz ve bahar mevsimlerinde yüksek âvazlarıyla,
latîf nağamât ile, sec'alı tesbihât ile, Rahmânirrahîmin rahmetini ilân
ediyorlar. Güyâ bir zikr-i cehrî halkasının bir reisi gibi, işitenlerin
cezbelerini tahrik ediyorlar ki, o vakit işitenlerin her birisi lisân-ı
mahsusuyla ve bir âvâz-ı hususi ile
Fâtır-ı Zülcelâlinin zikrine başlar.
Demek,
herbir nevi mevcudâtın, hattâ yıldızların bir serzakiri ve nurefşân bir
bülbülü var. Fakat, bütün bülbüllerin en efdali, en eşrefi ve en
münevveri ve en bâhiri ve en azîmi ve en kerîmi ve sesçe en yüksek ve
vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eâmm ve mahiyetçe
en ekmel ve sûretçe en ecmel, kâinat bostanında arz ve semâvâtın bütün
mevcudâtını latîf secaâtıyla, leziz nağamâtıyla, ulvî tesbihâtıyla
vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelîb-i zîşânı ve benîâdem'in
bülbül-ü zü'l-Kur'ân'ı, Muhammed-i Arabîdir.
Elhâsıl:
Kâinat sarayında hizmet eden hayvanât, kemâl-i itaatle evâmir-i
tekviniyeye imtisâl edip, fıtratlarındaki gâyeleri güzel bir vecihle ve
Cenâb-ı Hakkın nâmiyle izhâr ederek, hayatlarının vazifelerini bedî bir
tarz ile Cenâb-ı Hakkın kuvvetiyle işlemekle ettikleri tesbihât ve
ibâdât, onların hedâyâ ve tahiyyâtlarıdır ki,
Fâtır-ı Zülcelâl ve Vâhib-i Hayat dergâhına takdim ediyorlar.
Üçüncü
kısım ameleler, nebâtât ve cemâdâttır. Onların cüz-i ihtiyârîleri
olmadığı için, maaşları yoktur. Amelleri ,"hâlisen livechillâhtır" ve
Cenâb-ı Hakkın irâdesiyle ve ismiyle ve hesâbiyle ve havl ve
kuvvetiyledir. Fakat nebâtâtın gidişâtlarından hissolunuyor ki, onların
vezâif-i telkıh ve tevlidde ve meyvelerin terbiyesinde bir çeşit
telezzüzâtları var. Fakat, hiç teellümâta mazhar değiller. Hayvan,
muhtar olduğu için, lezzet ile beraber elemi de var. Cemâdât ve
nebâtâtın amellerinde ihtiyâr gelmediği için eserleri de ihtiyâr sahibi
olan hayvanların amellerinden daha mükemmel oluyor. İhtiyâr sahibi
olanların içinde, arı emsâli gibi vahiy ve ilham ile tenevvür edenlerin
amelleri, cüz-i ihtiyârîsine itimad edenlerin amellerinden daha
mükemmeldir.
Yeryüzünün tarlasında nebâtâtın her bir tâifesi,
lisân-ı hal ve istidad diliyle Fâtır-ı Hakîmden suâl ediyorlar, duâ
ediyorlar ki, "Yâ Rabbenâ! Bize kuvvet ver ki, yeryüzünün herbir
tarafında tâifemizin bayrağını dikmekle, saltanat-ı Rubûbiyetini
lisânımızla ilân edelim; ve rûy-i arz mescidinin herbir köşesinde Sana
ibâdet etmek için bize tevfîk ver ve meşhergâh-ı arzın her bir
tarafında Senin Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını, Senin bedî ve antika
sanatlarını kendi lisânımızla teşhir etmek için bize bir revac ve
seyahate iktidar ver" derler.
Fâtır-ı Hakîm
onların mânevî duâlarını kabul edip-ki, bir tâifenin tohumlarına kıldan
kanatçıklar verir-her tarafa uçup gidiyorlar, tâifeleri nâmına esmâ-i
İlâhiyeyi okutturuyorlar-ekser dikenli nebâtât ve bir kısım sarı
çiçeklerin tohumları gibi. Ve bir kısmına da, insana lâzım veya hoşuna
gidecek güzel et veriyor, insanı ona hizmetkâr edip her tarafa ekiyor.
Bâzı tâifelerine de, hazmolmayacak sert bir kemik üstünde hayvanlar
yutacak bir et veriyor ki; hayvanlar onu çok taraflara dağıtıyorlar.
Bâzılara da çengelcikleri verip; her temas edene yapışıyor, başka
yerlere giderek tâifesinin bayrağını dikerler, Sâni-i Zülcelâlin antika
sanatını teşhir ediyorlar. Ve bir kısmına da, acı düğelek denilen
nebâtât gibi, saçmalı tüfek gibi bir kuvvet verir ki, vakti geldiği
zaman onun meyvesi olan hıyarcık düşer, saçmalar gibi bir kaç metre
yerlere tohumcuklarını atar, zer' eder,
Fâtır-ı Zülcelâlin zikir ve tesbihini kesretli lisânlarla söylettirmeye çalışırlar; ve hâkezâ, kıyas et.
Fâtır-ı
Hakîm ve Kâdir-i Alîm kemâl-i intizamla, herşeyi güzel yaratmış, güzel
teçhiz etmiş, güzel gâyelere tevcih etmiş, güzel vazifelerle tavzif
etmiş, güzel tesbihât yaptırıyor, güzel ibâdet ettiriyor. Ey insan!
İnsan isen, şu güzel işlere tabiatı, tesadüfü, abesiyeti, dal
karıştırma; çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma.
Dördüncü
kısım, insandır. Şu kâinat sarayında bir nevi hademe olan insanlar, hem
melâikeye benzer, hem hayvanâta benzer. Melâikeye, ubûdiyet-i
külliyede, nezâretin şümûlünde, mârifetin ihâtasında, Rubûbiyetin
dellâllığında meleklere benzer; belki insan daha câmi'dir. Fakat,
insanın şerîre ve iştihâlı bir nefsi bulunduğundan, melâikenin hilâfına
olarak, pek mühim terakkiyât ve tedenniyâta mazhardır. Hem, insan,
amelinde nefsi için bir haz ve zâtı için bir hisse aradığı için,
hayvana benzer.
Öyle ise, insanın iki maaşı
var: Biri cüz'îdir, hayvanîdir, muacceldir; ikincisi melekîdir,
küllîdir, müecceldir. Şimdi, insanın vazifesiyle maaşı ve terakkiyât ve
tedenniyâtı, geçen yirmi üç adet Sözlerde kısmen geçmiştir; hususan On
Birinci ve Yirmi Üçüncüde daha ziyâde beyân edilmiş. Onun için şurada
ihtisar ederek kapıyı kapıyoruz. Erhamü'r-Râhimînden rahmet kapılarını
bize açmasını ve şu sözün tekmîline tevfîkını refîk eylemesini niyaz
ile, kusurumuzun ve hatâmızın afvını talep ile hatmediyoruz.