Muhterem Kardeşim,
Sizin suallerinize kayıtsız kalmak istemediğimi çok yakından bildiğinizi tahmin ediyorum. Onun içindir ki, mümkün mertebe suallerinizi cevapsız bırakmamaya itina ediyorum. Ancak verdiğimiz, daha doğrusu vermeye çalıştığımız cevaplar, sizin suallerinizin bire bir cevabı olmayabilir; yeterli açıklıktan veya tatminden uzak olabilir. Bu bizim kifayetsizliğimizdendir şüphesiz. Ancak okuyanın aklına bir kapı açma ihtimali yüzündendir ki kayıtsız kalmamaya çalışıyoruz.
Burada sual ettiğiniz mes'eleyi anlayabilmek için şu aşağıdaki bölümü iyi tefekkür etmek gerekir diye düşünüyorum. Zira orada Üstadımız, buraya aldığımız bölümün evvelinde iki tane misal verdikten sonra meselâ Kehf Suresi'nin 109. âyetinden meal vererek Allah'ın kelimelerinin nihayetsiz olduğunu nazarlarımıza sunuyor:
Evet, Kur'ân der ki: "Eğer yerdeki ağaçlar kalem olup, denizler mürekkep olsa, Cenâb-ı Hakkın kelimâtını yazsalar, bitiremezler." (Kehf-109)
Bu âyet-i Kerîme'den anlıyoruz ki, Allah'ın kelimeleri nihayetsizdir. Ağaç Allah'ın bir kelimesi olduğu gibi, çiçek de Allah'ın başka bir kelimesidir. Yaprak başka bir kelimedir; tohum başka bir kelime. Taş, toprak, çiçek, böcek, hayvan, insan, zerre, şems, kamer, yıldız, kâinat.. ılâ âhir... Bütün mevcudat Cenâb-ı Hakk'ın mübarek kelimeleridir.
Saydığımız veya saymaya çalıştığımız bütün bu kelimelerin her birisi Sânî-i Hakîm'in bir veya birkaç isminin âyinesi hükmündedir. Yani her bir kelimede Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinden birinin veya birkaçının tezahürleri vardır; yansıması vardır; tecellîsi vardır.
Kur'an-ı Kerîm de Cenâb-ı Hakk'ın kelâmıdır; ancak O, Allah'ın bir veya bir iki isminin değil her ismin âzamlık mertebesinden gelmiş. Yani bu "12. Söz'ün Dördüncü Esası"nın başında anlatılan iki misalde bahsedildiği gibi bir sultanın "saltanat-ı uzmâ ünvanıyla ve hilâfet-i kübrâ nâmiyle ve hâkimiyet-i âmme haysiyetiyle, evâmirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla, bir elçisiyle veya büyük bir memuruyla konuşması"dır. Çünkü Kur'an, yukarıda saydığımız Cenâb-ı Hakk'ın bütün kelimelerini içine alan bir kelâmıdır. O kelimelerin hakîkatlerini Kur'an muhtevîdir. Çünkü Kur'an'da bahsedilen Hallâkiyet, "Hâlık" isminin en âzam mertebesinden gelmektedir. Kur'an'ın ifade ettiği Rubûbiyet, "Rab" isminin en âzam mertebesinden gelmektedir. Ve hâkezâ... Kur'an'ın kelimelerinin tamamı her ismin âzamlık, yani en yüksek mertebesinden gelmektedir; dolayısıyla Kur'an'da bahsedilen her kelimenin, her konunun kastedilen hakîkati, bildiğimiz veya anladığımız hakîkatlerin en âzamıdır diye anlıyorum.
Aşağıdaki bölüm iyi tefekkür edilmeli bence:
şimdi, şu nihayetsiz kelimât içinde en büyük makam Kur'ân'a verilmesinin sebebi şudur ki:
Kur'ân, ısm-i Âzamdan ve her ismin âzamlık mertebesinden gelmiş.
Hem bütün âlemlerin Rabbi itibâriyle Allah'ın kelâmıdır.
Hem bütün mevcudâtın ilâhı ünvanıyla Allah'ın fermanıdır.
Hem semâvât ve arzın Hâlıkı haysiyetiyle bir hitâbdır.
Hem Rubûbiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir.
Hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesâbına bir hutbe-i ezeliyedir.
Hem rahmet-i vâsiâ-i muhîta noktasında bir defter-i iltifatât-ı Rahmâniyedir.
Hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bâzan şifre bulunan bir muhâbere mecmûasıdır.
Hem ısm-i Âzamın muhîtinden nüzûl ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan, teftiş eden hikmetfeşân bir kitâb-ı mukaddestir.
ışte bu sırdandır ki, "Kelâmullah" ünvanı kemâl-i liyâkatle Kur'ân'a verilmiş. (12. Söz)
Asya'nın Bahtının Miftahı Meşveret ve şuradır.
"Nurculuk, bütün fenleri müslümanlaştırma hareketidir" M. KUTLULAR