Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

61

24.12.2008, 23:30

Muhterem Kardeşlerim;
Abdülbaki Hocam için bir şey söylemem; bir hakikatin anlaşılmasında -husûsan bu Risale-i Nur ile ilgili bir konu ise- Abdülbaki hocamsız olmayacağında sizlerle müttehîdim. Ancak zât-ı âcizânemin de -güyâ- mütehassıs makamında zikredilmesi beni de Muha1 kardeşimiz gibi ders çalışmaya sevketti.
Tâkatim nisbetinde yapmaya çalıştığım küçük bir araştırmada şöyle bir neticeye ulaştım ki;
Üstadımız Risale-i Nur'da "Tarîk ve Tarîkat" kelimelerini genelde aynı anlamda kullanmış gibi geliyor bana. Bunun için en önemli delilim de aşağıya aldığım bölüm:
"Cenâb-ı Hakka vâsıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur'ân'dan alınmıştır. Fakat tarîkatlerin bâzısı bâzısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarîkler içinde, kâsır fehmimle Kur'ân'dan istifade ettiğim acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarîkıdır." (Sözler, s:438)
Burada anladığım kadarıyla Üstadımız "Tarîk ve Tarîkat" kelimelerini "Allah'a ulaşacak, Hakk'a götürecek yol, tarz, usûl, meslek" gibi kelime ma'nâlarında kullanmış diye düşünüyorum.
Hele ki yukarıdaki paragrafın devamı olan aşağıdaki bölüm mezkûr iki kelimenin aynı ma'nâda kullanıldığını daha da açık gösteriyor sanırım.

"Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tarîktir ki, ubûdiyet tarîkıyla mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine îsâl eder. Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tarîktir ki, Rahîm ismine îsâl eder. Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsâl eder. şu tarîk, hafî tarîkler misillü, "letâif-i aşere" gibi on hatve değil; ve tarîk-ı cehriye gibi "nüfûs-u seb'a," yedi mertebeye atılan adımlar değil; belki Dört Hatveden ibârettir. Tarîkatten ziyâde hakikattir, şeriattır. Yanlış anlaşılmasın; acz ve fakr ve kusurunu Cenâb-ı Hakka karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir."

Sizlerin tesbitlerinizi de görmekle konu daha da aydınlanır diye düşünüyorum.
Asya'nın Bahtının Miftahı Meşveret ve şuradır.

"Nurculuk, bütün fenleri müslümanlaştırma hareketidir" M. KUTLULAR

Muha1

Profesyonel

  • "Muha1" bir erkek
  • "Muha1" adlı kullanıcı yasaklandı

Mesajlar: 1,194

Meslek: gazeteci

Hobiler: Kitap ve getirdikleri

  • Özel mesaj gönder

62

24.12.2008, 23:34

Estğ. abi :utandım:

Ben nurlara herkes gibi çok muhtacım :ağlamak:
Hayat Saklambaç(sa) Ölüm Sobe(ler)...

" Zulm ile âbad olanın sonu berbad olur! "

63

25.12.2008, 00:00

Muhterem ağabey ve kardeşlerim,Risale-i Nurlardan çalıştığım bölümleri paylaşıyorum.Dersimi arzederim.

Tasavvuf, tarikat, velâyet, seyr ü sülûk namları altında şirin, nuranî, neş'eli, ruhanî bir hakikat-i kudsiye…

Sual: Tarikat nedir?

Elcevap: Tarikatin gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye olarak, Mirac-ı Ahmedînin (a.s.m.) gölgesinde ve sâyesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-i ruhanî neticesinde, zevkî, hâlî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur'âniyeye mazhariyet; "tarikat," "tasavvuf" namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemâl-i beşerîdir.( Yirmi Dokuzuncu Mektup)

Öyle de, tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur'ân-ı Hakîmden doğrudan doğruya, verâset-i Nübüvvet sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır.( Yirmi Altıncı Mektup)

Velâyet üç kısımdır. Biri velâyet-i suğrâ ki, meşhur velâyettir; biri velâyet-i vustâ, biri velâyet-i kübrâdır. Velâyet-i kübrâ ise, verâset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikate yol açmaktır."

Tasavvuf yoluyla emrâz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir.

Tasavvuf meyvedir, hakaik-i ıslâmiye gıdadır.(Beşinci Mektup)

Risale-i Nur, hem aklı, hem kalbi tenvir eder, nurlandırır; hem nefsi musahhar eder. Bunun içindir ki, yalnız akılla giden ehl-i mektep ve ehl-i felsefe, ve kalb yoluyla giden ehl-i tasavvuf, Risale-i Nur'a sarılıyorlar.

Ve ehl-i mektep ve felsefe anlıyorlar ki, hakikî münevverlik, akıl ve kalp nurunun mezciyle kabildir. Yalnız akılla gitmek, aklı göze indiriyor. Bu hal ise, bir kanadı kırık olanın mahkûm olduğu sukutu netice veriyor. ıhlâslı, hâlis ehl-i tasavvuf idrak ediyor ki, demek zaman eski zaman değildir; böyle bir zamanda, hem kalble, hem akılla bizi hakikat yolunda götürecek ve hakikata vâsıl edecek Kur'ânî bir yol lâzımdır ki, biz zülcenaheyn olabilelim. .HAşıYE 1

HAşıYE 1 Yetmiş-seksen senelik bir seyr-i sülukle kutbiyete ve gavsiyete erişen pek ender zatların bir noktaya kadar gidip "Burası müntehâdır, ilerisine gidilmez" dedikleri mertebeleri, Bediüzzaman, Kur'ân'dan bulduğu bir yolla, ilimle daha ilerisine gittiğini, Arabî Mesnevî-i Nuriye mecmuasını mütâlâa eden zatlar söylüyorlar. Büyük bir şaheser olan bu Arabî eseri mütalâa eden o müdakkik ehl-i ilim, "Bu eserdeki çok derin ve pek ince ve gayet derecede yüksek hakikatlerden ne kadar istifade edebilsek bize kârdır" diyorlar.( Tarihçe-i Hayat - Isparta Hayatı)

Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. ıltizam değil, iz'andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde burhandır.(28.Mektup)

Sahâbelerin kurbiyet-i ılâhiye noktasındaki makamlarına velâyet ayağıyla yetişilmez. Çünkü Cenâb-ı Hak bize akrebdir ve herşeyden daha ziyade yakındır; biz ise Ondan nihayetsiz uzağız. Onun kurbiyetini kazanmak iki suretle olur:

Birisi: Akrebiyetin inkişafıyladır ki, nübüvvetteki kurbiyet ona bakar ve nübüvvet veraseti ve sohbeti cihetiyle Sahâbeler o sırra mazhardırlar.
ıkinci suret: Bu'diyetimiz noktasında kat-ı merâtip edip bir derece kurbiyete müşerref olmaktır ki, ekser seyr ü sülûk-u velâyet ona göre ve seyr-i enfüsî ve seyr-i âfâkî bu suretle cereyan ediyor.

ışte, birinci suret sırf vehbîdir, kisbî değil. ıncizabdır, cezb-i Rahmânîdir ve mahbubiyettir. Yol kısadır, fakat çok metin ve çok yüksektir ve çok hâlistir ve gölgesizdir. Diğeri kisbîdir, uzundur, gölgelidir. Acaip harikaları çok ise de, kıymetçe, kurbiyetçe evvelkisine yetişemez.

Meselâ, nasıl ki dünkü güne bugün yetişmek için iki yol var: Birincisi, zamanın cereyanına tâbi olmayarak, bir kuvvet-i kudsiye ile, fevkazzaman çıkıp, dünü bugün gibi hazır görmektir. ıkincisi, bir sene kat-ı mesafe edip, dönüp dolaşıp düne gelmektir. Fakat yine dünü elde tutamıyor; onu bırakıp gidiyor.

Öyle de, zâhirden hakikate geçmek iki suretledir: Biri, doğrudan doğruya hakikatin incizabına kapılıp, tarikat berzahına girmeden, hakikati ayn-ı zâhir içinde bulmaktır. ıkincisi, çok merâtipten seyr ü sülûk suretiyle geçmektir. Ehl-i velâyet, çendan fenâ-i nefse muvaffak olurlar, nefs-i emmâreyi öldürürler; yine Sahâbeye yetişemiyorlar. Çünkü Sahâbelerin nefisleri tezkiye ve tathir edildiğinden, nefsin mahiyetindeki cihâzât-ı kesire ile, ubudiyetin envâına ve şükür ve hamdin aksâmına daha ziyade mazhardırlar. Fenâ-i nefisten sonra ubudiyet-i evliya besâtet peydâ eder.( Yirmi Yedinci Söz)

Çok muhterem Üstadımız Efendimiz,

Bin üç yüz yirmi bir tarihinde, Mucizat-ı Ahmediyeyi (Aleyhissalâtü Vesselâm) ve Keramet-i Gavsiye risalelerini âlem-i menamda görmüştüm. Bunun hikmetini şimdiye kadar anlayamamıştım. Gördüğüm rüya aynen şöyle idi:

Tarih-i mezkûrda, Ceziretü'l-Arabın Necid kıt'asının Bilâd-ı Kasîm'de, bir gece rüyamda, üç güneşin tulû etmiş olduğunu gördüm. Yanımda tanıyamadığım bir zata sordum: "Bu üç güneş nasıl olur?" dedim.
Yanımdaki zat: "Bu güneşin birisi Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın güneşi, diğeri Gavs-ı Geylânî'nin; üçüncüsü de, diğer bir güneştir."

Üçüncü güneşin Risale-i Nur olduğunu şimdi bildim.
"Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misali, bir lâmba yuvası gibidir ki, onda bir kandil vardır. Kandil de cam fânus içindedir. Cam fânus ise, inci gibi parlayan bir yıldıza benzer ki, ne doğuya, ne de batıya ait olmayan mübarek bir ağacın yakıtından tutuşturulur. Onun yakıtı, kendisine ateş dokunmasa bile ışık verecek kabiliyettedir. O nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur." (Nûr Sûresi)

âyet-i Kur'âniye, o rüya hakikatine işaret etmiş. Bu nuranî rüya, mezkûr âyet-i Nurun on işaretle, on parmakla gösterdiği hakikati aynen gösteriyor, otuz sekiz sene evvel haber veriyor.

Evet, üç nur-u âzam olan güneşlerin-Allahu a'lem-tâbiri şu olmak gerektir.
Güneşlerin birincisi: Bu asırda Risale-i Nur'dur ve en parlak bir nuru da Mucizat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm namındaki risale-i harikadır.
ıkincisi: Hazret-i ısâ'nın din-i hakikîsinden çıkan nur-u semavî güneşidir.
Üçüncüsü: Tarikatlar ruhunda ve tasavvuf menbaından çıkacak bir güneştir ki, şimdi şeyh-i Geylânî timsaliyle o mânâ gösterilmiş. Risale-i Nur'a işaret eden otuz üç âyet-i Kur'âniyenin en birinci âyeti olan Âyetü'n-Nûr on vecihle Risale-i Nur'a işaret ettiği Birinci şua risalesinde gözümle gördüm, isteyen görebilir.( Kastamonıu Lâhikası - Mektup No: 86)

Tarikat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak gerektir. Eğer maksud-u bizzat hükmüne geçseler, o vakit şeriatın muhkemâtı ve ameliyâtı ve Sünnet-i Seniyyeye ittibâ, resmî hükmünde kalır, kalb öteki tarafa müteveccih olur. Yani, namazdan ziyade halka-i zikri düşünür; ferâizden ziyade evrâdına müncezip olur; kebâirden kaçmaktan ziyade, âdâb-ı tarikatin muhalefetinden kaçar. Halbuki, muhkemât-ı şeriat olan farzların bir tanesine, evrâd-ı tarikat mukabil gelemez, yerini dolduramaz. Âdâb-ı tarikat ve evrâd-ı tasavvuf, o ferâizin içindeki hakikî zevke medar-ı teselli olmalı, menşe olmamalı. Yani, tekkesi, camideki namazın zevkine ve tâdil-i erkânına vesile olmalı; yoksa, camideki namazı çabuk, resmî kılıp, hakikî zevkini ve kemâlini tekkede bulmayı düşünen, hakikatten uzaklaşıyor.( Yirmi Dokuzuncu Mektup)

64

15.06.2009, 11:58

Alıntı

Ahmet Gümüşhanevi hazretlerinin mecmuatul ahzab eserinden çıkarılmış olması ihtimal dairesi içinde olabilir ?

Üstadımız da bu hazretin eserinden faidelenmiştir aynı zamanda.

Cevşen-ul Kebir o eserden toparlanmıştır, diye biliyoruz :roll:



Ahmed Gümüşhânevi Hz.

İki yıl aralıkla iki defa halvete giren
Gümüşhânevî, ikinci halveti müteakip 1848'de şeyhi Ervâdî'den
  1. Nakşıbendiyye,
  2. Kàdiriyye,
  3. Kübreviyye,
  4. Çeştiyye,
  5. Sühreverdiyye,
  6. şâzeliyye,
  7. Desûkiyye,
  8. Halvetiyye,
  9. Müceddidiyye,
  10. Mazhariyye,
  11. Rifâiyye,
  12. Hâlidiyye
tarikatlarından hilâfet-i tâmme ile icâzet alır.

Bu ledün ilmi alış verişi onaltı yıl sürer.

Bu mesaj 1 defa düzenlendi, son düzenlemeyi yapan "ruhefza" (03.08.2009, 14:19)


65

18.06.2009, 18:09

Alıntı

Ahmed Gümüşhânevi Hz.

şeyhi
Ervâdî'den
...
tarikatlarından
hilâfet-i tâmme ile icâzet alır.
AHMED ıBN-ı SÜLEYMAN EL-ERVÂDÎ (K.S.) HAZRETLERı

Ekberiyye,

Rıfâiyye,

Desûkiyye,

Ahmediyye (Bedeviyye),

Halvetiyye ve

şâzeliyye
'den icâzet alıp câmiu't-turûk bir hilâfet iznine sahip olur.

Daha sonra şam'da bir müddet
Mevlânâ Hâlid'in hizmetlerine ve sohbetlerine devam ederek kısa zamanda

Kadiriyye,

Sühreverdiyye,

Kübreviyye,

Çeştiyye,

Nakşıbendiyye,

Müceddidiyye,

Mazhariyye ve

Hâlidiyye
tarikatlarından da
hilâfet-i tâmme ile icâzet alır.

Bu mesaj 2 defa düzenlendi, son düzenlemeyi yapan "ruhefza" (03.08.2009, 14:20)


66

18.06.2009, 18:14

Alıntı

AHMED ıBN-ı SÜLEYMAN EL-ERVÂDÎ (K.S.) HAZRETLERı

Daha sonra şam'da bir müddet Mevlânâ Hâlid'in

hizmetlerine ve sohbetlerine devam ederek


Ervâdî bir müddet memleketinde bulunduktan sonra şeyhi tarafından ıstanbul'a gönderilmiştir.

Mevlânâ Hâlid-i bağdâdî KS, halifesi Ervâdî'yi ıstanbul'a gönderişindeki ulvi gayeyi şöyle anlatıyor:

"Ey dost!
Parıltısı ile Kuzey Afrika, Buhara, Mısır, Mekke, Medine, Hindistan ve Uzak Doğu'nun aydınlanacağı zat için

ıstanbul'a git, onu ara bul.

O henüz açılmamış bir velâyet goncasıdır.

ıstanbul'a senden evvel pek çok halife gönderilmiş ise de,

onun nasibi
ezelde sana tevdi ve tensib edilmiştir.

Onun irşadı ile meşgul ol. Zira o bizden sonra
sahib-i zaman ve rehber-i tarikat olacaktır."

Bu sözler üzerine
Ervâdî, ıstanbul'a giderek

Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî Hazretlerini bulur ve ona tarikat telkininde bulunur.

_____

Şahsen, bu satırlarda, ilâhi bir sevk ile olan bu ıstanbul emrinde, Risâle-i Nurlara ve Müellifi'ne r.a. işâretler gördüm..

Bir emânet var sanki bu silsile-i şerif ile, birine teslim edilmesi gereken..(?)

Bu mesaj 1 defa düzenlendi, son düzenlemeyi yapan "ruhefza" (26.07.2009, 14:10)


67

18.06.2009, 18:22

Alıntı

AHMED ıBN-ı SÜLEYMAN EL-ERVÂDÎ (K.S.) HAZRETLERı

Mevlânâ Hâlid'in hizmetlerine ve sohbetlerine devam ederek kısa zamanda
... tarikatlarından da hilâfet-i tâmme ile icâzet alır.


"Bu kasîde Hazret-i Ahmed ibn-i Süleyman el-Ervâdî'nindir."

Ve benim şeyhim hidayete kulları davet eden
Hâlid-i Bağdâdî'dir.
Bütün keriheleri kaldıran kuvveti, Ahmed'den bütün şerleri de def'etmeye say'eder.
Amma sen bilirsin ki, ben o Hazretin en
son halifesiyim,
ısmim, onun şevki yıldızları aşan divanında yazılıdır!
Sana şu yetişir ki, ben hatemü'l-enbiyanın varisi,
Ve
Hâlid-i Bağdâdî halifelerinin hâtimiyim.
Efendimiz ve ashâbına salât ü selâm olsun."

Bu mesaj 2 defa düzenlendi, son düzenlemeyi yapan "ruhefza" (26.07.2009, 14:11)


68

18.06.2009, 18:23

Bu silsile-i şerif, esâsında Hizb-ul Hakaik'ın Üstâdımıza r.a. devroluş silsilesidir..

"on iki büyük tarikatın hulâsası" tâbiri tam yerinde olmuş..

Allahu a'lem..

69

26.07.2009, 14:20


"Şarkın ulema ve evliyalarıyla beraber bulunmuştu"


"Evet, bu zat-ı alişan, fevkalâde kabiliyetleriyle beraber Şarkta zuhur etmiş.

Şarkın en mübarek, nurlu, ehl-i kalb, hüşyar, zekâvetli, en derin ve çetin meseleleri çözen

ulemâ ve evliyalarının hepsinin duasına nail olarak, teveccühlerini alarak,

aynı zamanda bütün oralarda medfun Şeyh Sıbgatullah, Ahmed-i Hani, Abdurrahman-i Taği gibi zevatın da himmetlerine ererek

ve gele gele, tâ başta Gavs-ı Azam olarak Âl-i Beytin kudsî imamların ders ve irşadlarına da mazhar olarak,

tekemmül ede ede, aynı zamanda

gençliğinden beri devam ettiği Cevşenü'l-Kebir gibi kudsî münacatların da feyizli derslerinden istifade ede ede

yetişmiş, gelişmiş, tekemmül etmiş.

"Hatta bir mektubunda bu hususa temasla.

İşte bu sır içindir ki, Yeni Said'in hususî üstadı olan İmam-ı Rabbanî, Gavs-ı Azam ve İmam-ı Gazalî, Zeynelâbidin (radıyallahu anhüm),

hususan Cevşenü'l-Kebir münacatını bu iki imamdan ders almışım.

Ve Hazret-i Hüseyin ve Hazret-i Ali (kerremallahu veche') den aldığım ders, otuz seneden beri,

hususan Cevşenü'l-Kebir'le, daima onlarla manevî irtibatımda, geçmiş hakikatı

ve şimdiki Risale-i Nur'dan bize gelen meşrebi almışım´ buyuruyor.


"Bunları zikretmekteki maksadım, Hz. Üstadın her yönden ve azamî tecellilere mazhariyetle

manevî ve ruhî inkişafını bir derece ifade ile,

havsalarımız haricindeki namazdaki büyük huzurun ve Risale-i Nur'un kudsî ve ulvî mazhariyetini nazara vermektir.

Elbette ve hiç şüphe yok ki, şimdi başta Anadolu olarak

âlemi ihata eden Risale-i Nur'un çekirdeği olan Hz. Üstadın o daireye,

Âl-i Resul'e şayeste ve murtabıt mazhariyeti bulunacaktır.

Van'da iken, Mecmuatu'l-Ahzab'ı üç cilt olarak ve on beş günde bir devretmesi, evrad yerinde okuması gösteriyor ki,

o büyük zevatın umumunun mazhariyetlerini kendinde toplamıştı.

Mustafa Sungur

70

24.10.2009, 10:24


Nakşibendî meşayihinden, her harekatını Peygamber-i Zîşan Efendimiz Hazretlerinin harekatına tatbik etmeye çalışan ve büyük bir alim olan bir zata sordum:


"Efendi Hazretleri, ulema ile mutasavvıfe arasındaki gerginliğin sebebi nedir?"

"Ulema, Resûl-i Ekrem Efendimizin ilmine, mutasavvıflar da ameline varis olmuşlar. İşte bu sebepten dolayıdır ki, Fahr-i Cihan Efendimizin hem ilmine ve hem ameline varis olan bir zata 'Zülcenaheyn,' yani 'İki Kanatli deniliyor. Binaenaleyh, tarîkatten maksat, ruhsatlarla değil, azîmetlerle amel edip, ahlak-ı Peygamberî ile ahlaklaşarak, bütün manevî hastalıklardan temizlenip Cenab-ı Hakkın rızasında fanî olmaktır.

İşte bu ulvî dereceyi kazanan kimseler, şüphesiz ki, ehl-i hakîkattirler. Yani, tarîkatten maksut ve matlup olan gâyeye ermişler demektir. Fakat, bu yüksek mertebeyi kazanmak, her adama müyesser olamayacağı için, büyüklerimiz, matlup olan hedefe kolaylıkla erebilmek için, muayyen kâideler vaz eylemişlerdir. Hulasa, tarîkat şeriat dairesinin içinde bir dairedir. Tarîkatten düşen şeriata düşer; fakat, maazallah, şeriattan düşen, ebedî hüsranda kalır."



71

24.10.2009, 10:28


Bu büyük zatın beyanatına göre; Bediüzzaman'ın açtığı nur yolu ile,

hakîki ve şaibesiz tasavvuf arasında cevherî hiçbir ihtilaf yoktur.

Her ikisi de rıza-i Barîye ve binnetice, Cennet-i âlâya ve dîdar-ı Mevlâ'ya götüren yollardır.


Binaenaleyh, bu asil gâyeyi istihdaf eden herhangi mutasavvıf bir kardeşimizin

Risale-i Nur külliyatını seve seve okumasına hiçbir mani kalmadığı gibi,

bilakis, Risale-i Nur, tasavvuftaki murakabe dairesini Kur'an-ı Kerîm yolu ile genişleterek,

ona bir de tefekkür vazifesini en mühim bir vird olarak ilave etmiştir. İlâ âhir..

Tarihçe-i Hayat - 20

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir