Nefis ve Enenin Mahiyeti
Nefis (nefs) Risâle-i Nur’da, Cenâb-ı Hakkın abdi ve memlükü olarak tarif edilmektedir.1 Lugatta ise; can, kişi, kendi, öz varlık; bir şeyin zatı olan, kendisi; şehvet ve gadabın mebdei (kaynağı) olan kuvve-i nefsâniye; fıtrî meyil, bedenin hissî istekleri olarak mânâsını bulmaktadır.
Yunus Emre nefsi, kısa ve öz olarak şöyle tarif etmiştir: “Nefistir seni yolda koyan (yürümeni sağlayan, yolda tutan, ilerleten) / Yolda kalır nefse uyan (nefs-i emmâre)” Nefis insanın yaşaması, hayatını sürdürebilmesi, yemesi, içmesi ve çoğalıp üremesi ve nihayetinde Yaratanını bilmesi için yaratılmıştır. Ruh bir kanundur, bir emirdir ve kanunun işleyeceği bir zemin gereklidir. Nefis bu kanuna insan bedeninde manevî bir mekân teşkil etmektedir. Belki nefis, kuvvelerin2 yerleştiği bir zemin, bir yerdir.
Nefsi anlamakta zorlanmamızın bir sebebi de soyut bir varlık olmasıdır. Vücudumuzun neresinde? Nasıl bir şekli var? Mahiyeti ve işleyişi nasıldır? Tam olarak bilemiyoruz. Hatta hayal bile edemiyoruz.
Akla yakınlaştırmak için; insan bedenini yanan bir kandile benzetirsek:
Kandilin yağı: Nefis
Camı: Ene
Yanan alevli kısım: Ruh
Fitil ve diğer kısımları: Diğer lâtifeler
Anne rahmindeki bir ceninde, ruhun üflendiği 4. aya kadar, kalbi, beyni ve diğer organlarının hepsi muntazaman çalışmaktadır. Fakat bunun bir bitkiden çok farkı yoktur. Yani bu cenin, yanmayan bir kandil gibidir. Ruh üflenince, aynı beden birden insan oluverir. Misaldeki kandilin yanmaya başlaması gibi.
Lambanın yanmasını yağ sağladığı gibi, ruhun o bedende devamlılığını da nefis sağlar. Yağ olmasa kandil kısa süre sonra ışık vermez olur. Yani nefis olmasa ruh da o bedende tutunamaz.
Dışarıdan gelen hava, yağın yanmasını sağlar. Havanın yağı yakması gibi, dış malûmatlar nefsi harekete geçirir. Çünkü dışarıdan gelen malûmatın insanın manevî âleminde bıraktığı mühim bir tesir vardır.
Yağ sâfî ve halisse, güzel yanar ve etrafa nur saçar. Yağın kalitesi bozulursa (sulanırsa, yanmayan madde karışırsa), kandil eskisi gibi yanamaz. Nefis de emmâre yani terbiye edilmemiş ise, üzerinde tecellî eden Allah’ın isimlerine tam bir âyine olamaz.
Hava yağ ile buluşuyor, cam sayesinde parlıyor. Kandilin camı ne kadar temiz, ince ve şeffafsa, etrafa saçtığı ışık da o kadar parlaktır. Bunun gibi ene de şeffafsa, tecemmüd etmemişse (katılaşmamışsa), kendisindeki iman nurunu ziyadeleştirerek etrafa saçar. Ene kalınlaşırsa içindeki nuru boğar, hem kendisi, hem de etrafı zulmet içinde kalır. Rabbini tanıyamaz, O’na hakikî kul olamaz.
Nefis ve ene ekseriyetle birbirine karıştırılmaktadır. Kısaca temas etmek gerekirse ene, bir vâhid-i kıyasî (ölçü birimi) olarak Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını anlayabilmemizi ve tanıyabilmemizi sağlayan, nefse takılmış bir anahtardır. Asıl itibariyle nefsi ve nefse takılı diğer lâtifeleri bir bütünlük içinde tutan bir kanundur. Enenin (benliğin) bozulması durumunda kişinin ruh ve beden bütünlüğü dağılır, zaman ve zeminden, olaylardan habersiz, aklî melekelerini kaybetmiş bir mecnun olur. Bu durumun tıptaki karşılığı şizofreni hastalığıdır.
Kaynaklar:
1-Nursî, Bedîüzzaman Said, Lem’alar, s: 193, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul.
2- Nursî, Bedîüzzaman Said, ışârâtü’l-ı’câz, s: 29, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul.
(Dr. Dudu Sümeyra Ayçiçek)