Yirmi Altıncı Mektup ,Dördüncü Mebhas-ıkinci meselede konumuza bakan çok önemli biryer var.ınşallah önce orayı paylaşalım ve sonra da üzerinde durmaya çalışalım.
Eski hocanın sual ettiği üç meselenin izahatı, Risale-i Nur'un eczalarında vardır. şimdilik icmâlî bir işaret edeceğiz.
Birinci suali: Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin Râzî'ye mektubunda demiş: "Allah'ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır." Bu ne demektir? Maksat nedir de soruyor?
Evvelâ: Ona okuduğun Yirmi ıkinci Sözün Mukaddimesinde tevhid-i hakikî ile tevhid-i zâhirînin farkındaki misal ve temsil, maksada işaret eder. Otuz ıkinci Sözün ıkinci ve Üçüncü Mevkıfları ve Makasıdları, o maksadı izah eder.
Ve saniyen: Usulüddin imamları ve ulema-i ilm-i kelâmın akaide dair ve vücud-u Vâcibü'l-Vücud ve tevhid-i ılâhîye dair beyanatları Muhyiddin-i Arabî'nin nazarında kâfi gelmediği için, ilm-i kelâmın imamlarından Fahreddin Râzî'ye öyle demiş.
Evet, ilm-i kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i ılâhiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor.Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın tarzında olduğu vakit, hem marifet-i tammeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki, inşaallah, Risale-i Nur'un bütün eczaları, o Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın cadde-i nuranîsinde birer elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar.
Hem, Muhyiddin-i Arabî'nin nazarına Fahreddin Râzî'nin ilm-i kelâm vasıtasıyla aldığı marifetullah ne kadar noksan görülüyor. Öyle de, tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur'ân-ı Hakîmden doğrudan doğruya, verâset-i Nübüvvet sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır.
Çünkü, Muhyiddin-i Arabî mesleği, huzur-u daimîyi kazanmak için Lâ mevcude illâ Hû deyip, kâinatın vücudunu inkâr edecek bir tarza kadar gelmiş. Ve sairleri ise, yine huzur-u daimîyi kazanmak için, Lâ meşhûde illâ Hû deyip kâinatı nisyan-ı mutlak altına almak gibi acip bir tarza girmişler.
Kur'ân-ı Hakîmden alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki, başıbozukluktan çıkarıp Cenâb-ı Hak namına istihdam eder; herşey mir'ât-ı marifet olur. Sadi-i şirazî'nin dediği gibi,"Uyanık nazarlar için her bir yaprak, Allah'ın mârifetine dâir bir defterdir."herşeyde Cenâb-ı Hakkın marifetine bir pencere açar.
Bazı Sözlerde ulema-i ilm-i kelâmın mesleğiyle, Kur'ân'dan alınan minhâc-ı hakikînin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki:
Meselâ, bir su getirmek için, bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da, her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir, tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmaya ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle de:
Ulema-i ilm-i kelâm, esbabı, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyetiyle kesip, sonra Vâcibü'l-Vücudun vücudunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur'ân-ı Hakîmin minhâc-ı hakikîsi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Herbir âyeti, birer asâ-yı Mûsâ gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor.
"Her şeyde Allah'ın birliğini gösteren bir delil vardır." düsturunu herşeye okutturuyor.
Hem iman yalnız ilim ile değil; imanda çok letâifin hisseleri var. Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. ılimle gelen mesâil-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecâta göre ruh, kalb, sır, nefis, ve hâkezâ, letâif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa noksandır. ışte, Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin Râzî'ye bu noktayı ihtar ediyor.(Yirmi Altıncı Mektup)[/color][/b]
Bu kısımda Üstad hazretleri;
1.Tasfiye ve işrâka müesses olan muhakkikîn-i sufiyenin minhacı olan insanın kendisini dünya ve maddeci yaklaşımlardan tasfiyesi, arındırması ve kalbe doğma ve sezgiyle tesis edilen ve kurulan tasavvufla uğraşarak hakikate ulaşmaya çalışanların meslek ve yolunu Muhyiddin-i Arabî'nin yolu ile anlatmaktadır.
2.ımkân ve hudûsa mebnî mütekellimîn tariki olan ve var olması ya da yok olması noktasında zorunlu olmama olan imkan ve sonradan meydana gelme,yok iken var edilme olan hudus’a dayanan kelam alimlerinin,kelamcıların yolu ise Fahreddin Râzî'nin tarzı ile anlatmaktadır.
Bu iki yolunda noksan olduğunu ifade ettikten sonra Üstad "Belâgat-ı Kur'âniyenin ulvî mertebesini ilân etmekle beraber, cezâlet cihetiyle en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mirac-ı Kur'ân " yolunun derecesini ve selametli bir yol olduğunu çok açık olarak izah etmektedir.
Tasavvuf yolunun kalbi komutan yaparak askerlerini bırakarak tek başına hakikate ulaşmak için gittiğini;
ılm-i kelam yolunun ise aklı komutan yaparak askerlerini bırakarak tek başına hakikate ulaşmaya çalıştığını;
Mirac-ı Kur'ân tariki olan hakikat ve nurani bir yol olan Risale-i Nurların ise kalb komutasında letaif askerleri ile hep beraber hakikat minhacına ve evc-i alaya çıktıklarını söyler.Böylece Kur'andan doğrudan doğruya verese-i nübüvvet cihetiyle alınan Risale-i Nur dersleri arş-ı kemalata ulaşmakta en tesirli,hatasız ve kısa bir yol olarak asrın insanlarının idrakine sunulmuştur.