Yeri gelmişken, Üstâd'ın 1950'lerde gözden geçirip teksir ettirdiği D.H.Ö. nüshasının yeniyazıya çevrilmişini Kardeşlerimin nazar-ı tetkiklerine ve bilgilerine arz ediyorum.
Selâm ve muhabbetlerimle.
ıKı MEKTEB-ı MUSÎBETıN şEHÂDETNÂMESı
yâhûd
Dîvân-ı Harb-i Örfî ve Saîd-i Kürdî
Nâşir: Kürdîzâde Ahmed Râmiz
{Kırkaltı sene evvel tab‘edilmiş hakîkatli bir eserdir. Fakat; müellifi o zamân Türkçe iyi bilmediğinden, kısa cümlelerle şiddetli bir zamândaki ibâreleri çok dikkatle ancak anlaşılabilir.}
Not: D.H.Ö.(1), Os. Teksir nüsha (1954-57) esas alınarak tanzim edilmiştir. 29.10.07 / Bilâl Tunç
ıFÂDE-ı NÂşıR ((AHMED RÂMıZ))(*)
323 senesi zarfında idi ki; Kürdistân’ın yalçın, sarp, âhenîn mâverâ-yi şevâhik-ı cibâlinde tulû‘ etmiş ‘Saîd Kürdî’ isminde nevâdir-i hilkatten ma‘dûd bir âteşpâre-i zekânın ıstanbul âfâkında rü’yet eylediği haberi etrâfa aksetmiş.. ve fıtraten mütecessis olan ba‘zı kimseler o hârika-i fıtratı peyâpey gördükçe, hilkatin hazâin-i lâtefnâsındaki sehâveti bir türlü hazmedemeyenleri, şu Kürd kıyâfetinde, o şâl ve şâlvâr altında öyle bir kânûn-i dehânın ihtifâ edebileceğini bir türlü anlayamayarak, âtıl ve müzevvir olan ekseriyyet-i hasîse, zelîl olan hissiyyât-ı umûmiyyesini bir kelime-i tezyîfin ma‘nâ-yı intikàmında telhîs etmişlerdi: Mecnûn…
Saîd ((Nûrsî)), filvâki‘ ifrât-ı zekâ i‘tibâriyle hudûd-i cünûnda idi. Fakat öyle bir cünûn ki; onun rûh-i kemâl ve aklına, en ulvî ve fedâî şâir-i bedbahtî olan bir üstâd-ı muhterem A.(Cevdet), şu mısrâ‘larında tercümân-ı zîşânı olmuştur:
Cünûn başımda yanar âteş-i maâlîdir,
Cünûn başımda benim bir zekâ-yi âlîdir,
Benim cünûnuma rehber ziyâ-yi ulviyyet,
Benim cünûnumu bekler azîm bir niyyet!
Evet, Saîd ((Nûrsî)), ıstanbul’a; şûrezâr ((Vilâyât-ı şarkıyye’nin)), maârifsizlikle öldürülmek istenilmiş kâinât idrâkinde yapamadığı kâşânelere bedel, Yıldız siyâsetlerini zelzelelere vermek azmiyle gelmişti.
Dahâ ıstanbul’a gelmeden Van’dan, Bitlis’ten, Mardin’den defaâtle nefyolundu. ıstanbul’a gelmesiyle berâber Sultân Abdülhamîd tarafından da sûret-i mahsûsada tarassud altına aldırıldı. Birkaç kerre tevkîf edildi. Nihâyet bir gün geldi ki, Saîd ((Nûrsî’yi de)) Üsküdâr’a Toptaşı’na yolladılar. Çünki, hapishânede îkàz edilecek kimseler bulunmak muhtemeldi. Tîmârhâneden(**) ikidebirde çıkarılıyor; maâş, rütbe tebşîr edilir.. Hz. Saîd; “Ben ((Vilâyât-ı şarkıyye))’de medrese, mekteb açtırmak üzere geldim. Başka bir dileğim yoktur. Bunu isterim, başka bir şey istemem.” derdi. Ta‘bîr-i âherle, Bedîüzzamân iki şey istiyordu: Kürdistân’ın her tarafında mektebler, medreseler açtırmak istiyor, başka bir şey almamak istiyordu…
Arş-ı kanâat oldu behişt-i gınâ bize
Biz inmeyiz(***) zemîn-i müdârâya ol emîn!
Mansıbların, makàmların en bülendidir,
-Vicdânımızca- mansıb-ı tahkîr-i zâlimîn.
şehzâdebaşı’nda şemâtetle bir konferans verildiği gece, kemâl -i mehâbetle sahneye çıkıp îrâd ettiği nutk-ı beliğ-i bîtarafâne, Saîd’in ihâta-i ilmiyyesi kadar, hamâset ve fedâkârlıkta da bîmânende olduğunu te’yîd eder. Gerek o gece, gerek menhûs 31 Mart’ta,
(*):Üstâd Hazretlerinin kendi elyazısı olan ibâreler, çiftli parenteze alınmıştır. (B. Tunç)
(**): H.1328 / M.1910 baskısında, “Bîmârhâne”. (B.T.)
(***): Kahriyyât, 1909: 81 ve D.H.Ö., H.1328 / M.1910 (B.T.)
KÂNÛN: Ocak. Ateş yanan yer. KÂNÛN-ı DEHÂ: Dehâ kaynağı.
cihândeğer nasîhatleriyle ortaya atılan hâce-i dânâya, böyle tehlikeli âvânda vücûd-i
kıymetdârının siyâneti , nefean-li’l-umûm elzem olduğu hâlde ve ihtâr edildiği zamân, “En
büyük ders, doğruluk yolunda ölümünü istihkàr dersi vermektir..”; “ yerinde ölmek içün bu
hayât lâzımdır” fikrine karşı,
Âşinâyız, bize bîgânedir endîşe-i mevt:
Adl ü Hak uğruna nezreylemişiz cânımızı.
mısrâıyle mukàbele ederdi.
Saîd-i hüşyârın safvet-i rûhunu, besâlet ve şecâatini, fedâkârlığındaki nihâyetsizliği anlamak ve ona ebedî (bir) râbıta (-i aşkla) bağlanmak içün , lisân-ı hamâsetinden (meşhûr ‘Kahriyyât’ın ) ezcümle şöyle bir parçasını dinlemek kifâyet eder:
“Sarây”ı, “zindân”ı yık, taşlarını başlara ur,
Yere indir “Güneş”i, “Yıldız”ı eflâka savur.
Ser’-i bîdâdı kopar, kalb-i ta‘dâyı kavur,
Ol bize âb-ı hayât âteş-i seyyâl-i memât!
Bedîüzzamân’a zurafâdan biri bir gün, irfânıyla mütenâsib bir esvâb iktisâsı lüzûmundan bahseder. Müşârün’ileyh de: “Siz Avusturya’ya gûyâ boykot yapıyorsunuz, yine onun yolladığı kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise; bütün Avrupa’ya boykot yapıp yalnız memleketimin ma‘mûlâtını giyerim.” buyurmuştur.
Elyevm, Saîd ((Nûrsî ))Kürdistân’a döndü. ıstanbul’un havâ-yi gılligışından, tezvîrâtından, bedraka-i efkâr olmak lâzımgelen gazetecilerin ba‘zılarının bütün fenâlıklara bâdî, bütün fenâlıkların müvellidi olduklarını görerek, bu derece açık cinâyetlere tahammül edemeyerek me’yûs, müteessir; vahşetzâr fakat mûnis, fakat vefâkâr ve nâmûsperver olan dağlarına döndü. ısâbet etti. Kimbilir, belki en büyük icrââtinden biri de budur.
AHMED RÂMıZ
((“kırkaltı sene(*) evvel tab‘ edilmiş”))
ıKı MEKTEB-ı MUSÎBETıN şEHÂDETNÂMESı
MUKADDıME
Vaktâ ki; Hürriyyet dîvânelikle yâd olunurdu, ıstibdâd tîmârhâneyi mekteb eyledi. Vaktâ ki; i‘tidâl, ((istikàmet)) irticâ‘la iltibâs olundu, Meşrûtıyyet de hapishâneyi mekteb yaptı.
Ey, şu şehâdetnâmemi temâşâ eden zevât! Lutfen rûh ve hayâlinizi, misâfireten, yeni medeniyyete karışmış asabî bir ((bedevî)) talebesinin hâl-i ihtilâlde olan cesed ve dimâğına gönderiniz. Tâ tahtie ile hatâya düşmeyesiniz.
(( Otuzbir Mart Hâdisesinde Dîvân-ı Harb-i Örfîde dedim ki)):
Ben talebeyim. Ânın’çün her şey’i mîzân-ı şerîat’le muvâzene ediyorum. Ben milliyyetimizi, yalnız ıslâmiyyet biliyorum. Ânın içün her şey’i de ıslâmiyyet nokta-i nazarından muhâkeme ediyorum.
Ben, hapishâne denilen ((âlem))-i berzahın kapısında dururken ve dârağacı denilen istasyonda âhirete giden şimendüferi beklerken, cem’ıyyet-i beşeriyyenin gaddârâne hâllerini tenkîd ederek nev‘-i benîbeşere îrâd ettiğim bir nutuktur. Ânın içün,
يَوْمَ تُبْلَى السَّرَائِž 5;ُ sırrınca kabr-i kalbden hakàik çıplak çıktı. Nâmahrem olan
kimseler nazar etmesin. Âhirete kemâl-i iştiyâk ile müheyyâyım. Nasıl ki, bir bedevî garâibperest, ıstanbul’un acâyib ve mehâsinini işitmiş fakat görmemiş iken; nasıl ki, kemâl-i hâhişle görmeği arzû eder! Ben de ma‘raz-ı acâib (ve) garâib olan âlem-i âhireti o hâhiş ile görmek istiyorum. şimdi de öyleyim. Beni buraya nefyetmek cezâ değil; sizin elinizden gelirse, beni vicdânen muazzeb ediniz. Ve illâ başka sûretle azâb, azâb değil!.. Benim içün bu hükûmet, zamân-ı ıstibdâdda akla husûmet ve şimdi de hayâta adâvet ediyor. Eğer hükûmet böyle olursa; yaşasın cünûn, yaşasın mevt!.. Zâlimler içün de yaşasın Cehennem!.. Ben zâten bir zemîn istiyordum ki, efkârımı onda beyân edeyim. şimdi Dîvân-ı Harb iyi bir zemîn oldu…
Bidâyetlerde herkesten suâl olunduğu gibi bana da suâl ettiler: Sen de şerîat’i istemişsin?
Dedim: şerîat’in bir hakîkatine bin rûhum olsa fedâ etmeğe hâzırım! Zîrâ şerîat, adâlet-i mahz ve fazîlettir. Fakat, ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil..
Hem de dediler: ıttihâd-ı Muhammediyye’ye dâhil misin?
Dedim: Maal-iftihâr, en küçük efrâdındanım. Fakat, benim ta‘rîf ettiğim vecihle. Ve o ittihâddan olmayan kimdir, bana gösteriniz?
(*): Bu târih, 1954 senesine âiddir.
ışte; o nutku şimdi neşrediyorum. Tâ ki, Meşrûtıyyeti lekeden, ve ehl-i şerîati me’yûsiyyetten, ve ehl-i asrı târih nazarından, cehl ü cünûndan, ve hakîkati evhâm ve şükûkten kurtarayım. ışte başlıyorum..
Dedim: Ey, Zâbitler! Hapsimi iktizâ eden cinâyetlerin icmâli:
اِذَا مَحَاسِنِى اللاَّتِى اَدِلُّ بِهَا كَانَتْ ذُنُوبِى فَقُلْ لِى كَيْفَ اَعْتَذِرُ
Ya‘nî: Medâr-ı iftihârım olan mehâsinim, şimdi günâh sayılıyor. Artık nasıl i‘tizâr edeyim, mütehayyirim?!
Mukaddeme olarak söylüyorum: Merd olan cinâyete tenezzül etmez. şâyet isnâd olunsa, cezâdan korkmaz. Hem de haksız yere i‘dâm olunsam, iki şehîd sevâbı kazanırım. Zîrâ başka şehîd, yarı mükâfâtını dünyâda, nâm ve şöhretle mübâdele eder. şâyet hapiste kalsam, böyle hürriyyeti lafızdan ibâret bulunan gaddâr bir hükûmetin en râhat mevkii hapishâne olsa gerektir. Mazlûmiyyetle ölmek, zâlimiyyetle yaşamaktan dahâ hayırlıdır.
Bunu da derim ki: Ba‘zı kabâhatli adam, kabâhatini setr içün başkasını jurnal veyâ buranın hâli gibi, müdâhane eder. şimdi yeni hafiyyeler, eskiden beterdirler. Bunların sadâkatine nasıl i‘timâd olunur? Adâlet onların sözlerine nasıl binâ olunur? Hem de cerbeze ile insân, adâlet yaparken zulme düşüyor. Zîrâ insân kusûrsuz olmaz. Fakat zamân-ı medîd ve efrâd-ı kesîre içinde ve tahallül-i mehâsin ile ta‘dîl olunan müteferrik kusûrlar cerbeze ile cem‘, hem bir zamân-ı vâhidde, hem bir şahs-ı vâhidde sudûrunu tevehhüm ederek şedîd cezâya müstehak görür. Hâlbuki; zulm-i şedîddir.
şimdi gelelim onbirbuçuk cinâyetlerimin(!) ta‘dâdına: (ıHTÂR)
BıRıNCı CıNÂYET: Geçen sene Hürriyyetin bidâyetinde elli-altmış telgraf, umûm aşâir-i Ekrâd’a, Sadâret vâsıtasıyle çektim. Meâli şu idi:
“Meşrûtıyyet ve Kànûn-i Esâsî işittiğiniz emr, adâlet ve meşveret-i şer’ıyyeden ibârettir. Hüsn-i telakkî ediniz, muhâfazasına çalışınız. Zîrâ, saâdetimiz Meşrûtıyyet’tedir. Devr-i ıstibdâd’da herkesten ziyâde biz zarardîdeyiz.”
Her yerden bu telgrafların cevâbı, sûret-i hasenede geldi. Demek; ((bedevîleri , aşîretleri)) tenbîh ettim, gàfil bırakmadım. Tâ ki, ıstibdâd onların gafletinden istifâde etmesin. “ Neme lâzım” demediğimden, cinâyet(!) işledim.
ıKıNCı CıNÂYET: Ayasofya, Bâyezîd ve Fâtih’de ve Süleymâniyye’de umûm ulemâ ve talebeye hitâben müteaddid nutuklar ile şerîat’in ve müsemmâ-yi meşrûtıyyetin münâsebet-i hakîkıyyesini şerh ve teşrîh ettim. Ve istibdâdın şerîat’le münâsebeti olmadığını beyân ettim. şöyle ki:
“şerîat; âleme gelmiş, tâ istibdâdı ve tahakkümü mahvetsin. Eğer temessül
etse: ıstibdâd; bir dev ((ve meşrû‘)) meşrûtıyyet; ((bir ma‘nevî)) Süleymân, şerîat; hâtem-i Süleymân sûretine girerdi. Bu, hâsıyyet-i tesahhüre(?) mâlik olan hâtem-i şerîat idi. Taht-ı medeniyette oturan ve efkâr-ı umûmiyye denilen Süleymân-ı meşrûtıyyetin engüşt(ün)e lâyık iken ifrît-i istibdâd gasb etmiş idi.”
ıHTÂR: Bu cinâyetlerin herbiri, Dîvân-ı Harbdeki kırk tâne evrâk-ı perîşânımda ve sâir şâyiâtda hâtıra gelen suâl-i mukadderelere birer cevâb-ı icmâlîdir. (H.1327-28 / M.1909-10 nüshaları / B.T.)
(?): Diğer nüshalarda, ‘teshîr’. (B.T.)
Herhangibir nutuk îrâd etmiş isem, “ Herbir kelimesini, kimsenin bir i‘tirâzı varsa bürhân-ı kat’î ile isbâta hâzırım.” diye umûma meydân okudum. Ve dedim ki: “ Asıl, şerîat’in mâlik-i hakîkîsi, hakîkat-i meşrûtıyyettir.” Demek, meşrûtıyyeti delâil-i şer’ıyye ile kabûl ettim. Başka müzebzibler gibi taklîdî ve hilâf-ı şerîat telakkî etmedim. Ve ulemâ ve şerîat’i, Avrupa’nın zünûn-i fâsidesinden, iktidârıma göre kurtarmağa çalıştığımdan, cinâyet(!) ettim.
ÜÇÜNCÜ CıNÂYET: ıstanbul’da yirmibine yakın Kürdler; hammâl, ve gàfil ve sâfdil olduklarından, müstebidlerin onları iğfâl ile ((hemşehrilerimi)) lekedâr etmelerinden korktum. ((O hamâlların)) umûm yerlerini ve kahvelerini gezdim. Geçen sene, anlayacakları bir tarîk ile meşrûtıyyeti anlara telkîn ettim. şu meâlde:
“ıstibdâd, zulm ve tahakkümdür. Meşrûtıyyet, adâlet ve şerîat’tir. Pâdişâh, ne vakit Peygamberimizin(a.s.m) emrine itâat etse ve yoluna girse , Halîfe’dir. Biz de âna itâat edeceğiz. Yoksa zulm edenler pâdişâh da olsa haydûddur.
Bizim düşmânımız; cehâlet, zarûret ve ihtilâftır. Bu üç düşmâna karşı cihâd edeceğiz. San’at, ma‘rifet silâhıyle.. Ammâ, komşularımız ve bizi teyakkuz ve terakkîye sevk eden Ermenîler’le dost olup el-ele vereceğiz. Zîrâ, husûmette fenâlık var, husûmete vaktimiz yoktur.. Hükûmetin işine karışmıyacağız. Zîrâ, hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz..”
Hammâllar Avusturya’ya karşı – benim gibi bütün Avrupa’ya – boykotajları ve en müşevveş ve heyecânlı zamânlarda âkılâne hareketleri bu nasîhatimin te’sîri olmuştur. Pâdişâha karşı ziyâde irtibâtlarını ta‘dîl etmek ve boykotajla Avusturya’ya karşı harb-i iktisâdî açmağa sebebiyyet verdiğimden, demek cinâyet(!) ettim.
DÖRDÜNCÜ CıNÂYET: Avrupa, bizdeki cehâlet ve taassub müsâadesiyle, şerîat’i – hâşâ ve kellâ – müsâid-i istibdâd zannettiklerinden nihâyet derecede kalben dağdâr idim. Onların zannını tekzîb etmek içün, Meşrûtıyyeti herkesten ziyâde – şerîat nâmına – alkışladım. Lâkin, yine korktum ki, istibdâd tekrâr o zannı tasdîk etsin. Ne kadar kuvvetim var idi, Ayasofya Câmii’nde meb’ûsâna hitâben feryâd ettim ve söyledim ki:
“Meşrûtıyyeti, ‘meşrûıyyet’ unvânıyle telakkî ve telkîn ediniz. ıstibdâd, pis eliyle o mübâreği ağrâzına siper etmekle lekedâr etmesin. Hürriyyeti, âdâb-ı şerîat’le takyîd ediniz. Zîrâ, câhil efrâd ve avâm, kayıdsız hür olsa, sefîh ve itâatsiz olur. Adâlet namâzında kıble, Mezâhib-i Erbaa olsun. Tâ ki, namâz sahîh ola.”
Zîrâ, hakàyık-ı meşrûtıyyet; sarâhaten ve zımnen ve iznen, mezâhib-i erbaadan istihrâcı mümkin olduğunu da‘vâ ettim.. Ben ki, âdî bir talebeyim; ulemâya farz-ı ayn olan bir vazîfeyi omuzuma aldım. Demek cinâyet(!) ettim.
BEşıNCı CıNÂYET: Gazeteler, iki kıyâs-ı fâsid cihetiyle; neşriyyât-ı haysiyyetşikenâne ile ahlâk-ı ıslâmiyyeyi sarstılar ve efkâr-ı umûmiyyeyi perîşân ettiler. Ben de onları redden, cerîdelerde makàleler neşrettim, ve dedim ki:
“Ey, gazeticiler! Edîbler edebli olmalı, hem de edeb-i ıslâmiyye ile müteeddib olmalı. Ve onun sözleri, kalb-i umûmî-i müşterek-i millette bîtarafâne çıkmalı. Ve matbûât nizâmnâmesini, vicdânınızdaki hiss-i diyânet ve niyyet-i hâlisa tanzim etmeli. Hâlbuki siz, iki kıyâs-ı hâdi‘ ile; ya‘nî, taşrayı ıstanbul’a, ıstanbul’u Avrupa’ya kıyâs ederek efkâr-ı umûmiyyeyi bataklığa düşürdünüz ve ağrâz-ı şahsiyye ve fikr-i intikàmı uyandırdınız. Zîrâ, çocuğa felsefe-i tab’ıyye dersi verilmez. Ve erkeğe karı libâsı yakışmaz. Ve Avrupa’nın hissiyyâtı, ıstanbul’da tatbîk olunmaz. ıhtilâf-ı milel ve akvâm; tehâlüf-i emkine ve aktâr, ihtilâf-ı ezmine ve a‘sâr gibidir. Birisinin libâsı ötekinin endâmına gelmez. Demek, Fransız ıhtilâl-i Kebîri bize tamâmen ‘düstûru’l- hareke’ olamaz. Yanlışlık, tatbîk-ı nazariyyât ve muktezâ-yı hâli düşünmemekten çıkar.”
Ben ki, ümmî ve bedevî bir vatandaşım; böyle cerbezeli ve mugàlatalı ve ağrâzlı muharrirlere nasîhat ettim. Demek cinâyet(!) ettim.
ALTINCI CıNÂYET: Kaç def’a büyük içtimâ‘larda heyecanları hissettim. Korktum ki, avâm-ı nâs siyâsete karışmakla âsâyişi ihlâl etsinler. Bir bedevî talebesinin lisânına yakışacak lafızlarla heyecânı teskîn ettim. Ezcümle: Bâyezîd’de talebenin içtimâında ve Ayasofya Mevlidinde ve Ferah Tiyatrosunda yetiştim. Bir derece heyecânı teskîn ettim.
Ben ki, bedevî bir adamım; medenîlerin entrikalarını bildiğim hâlde işlerine karıştım. Demek cinâyet(!) ettim.
YEDıNCı CıNÂYET: ışittim, “ıttihâd-ı Muhammedî”(a.s.m.) nâmında bir cem’ıyyet teşekkül etmiş. Nihâyet derecede korktum ki, bu ism-i mübârekin altında ba‘zılarının bir yanlış hareketi vücûda gelsin.. Sonra işittim; bu ism-i mübâreki, ba‘zı mübârek zevât (Süheyl Paşa ve şeyh Sâdık gibi), dahâ basît ve sırf ibâdete nakletmişler. Ve o cem’ıyyetten kat‘-ı alâka ettiler, siyâsete karışmayacaklar. Lâkin tekrâr korktum, dedim: “Bu isim umûmun hakkıdır, tahsîs ve tahdîd kabûl etmez!” Ben nasıl ki, dîndâr yedi cem’ıyyete mensûbum – zîrâ maksadlarını bir gördüm - . Kezâlik, o ism-i mübâreke intisâb ettim. Lâkin ta‘rîf ettiğim vecihle ki; işte bu ta‘rîfi cerîdelerde neşretmiş idim. Benim murâd ettiğim ve dâhil olduğum ıttihâd-ı Muhammedî’nin(a.s.m) ta‘rîfi budur ki:
“şark ve garba, ve cenûbdan şimâle mümted bir silsile-i müteselsile-i nûrânî ile merbût bir dâiredir. Dâhil olanlar da bu zamânda üçyüzmilyondan ziyâdedir. Bu ittihâdın cihetü’l-vahdeti ve irtibâtı, tevhîd-i ılâhîdir. Peymân ve yemîni, îmândır. Müntesibleri, Kàlû - Belâ’dan dâhil umûm mü’minlerdir. Defter-i isimleri(?) de, Levh-i Mahfûz’dur. Bu ittihâdın nâşir-i efkârı, umûm kütüb-i ıslâmiyyedir. Ve yevmiyye cerîdeleri de, i‘lâ-yi Kelimetullâh’ı hedef-i maksad eden umûm cerâid-i dîniyyedir. Klüp (ve) encümenleri; mesâcid, medâris ve zevâyelerdir. Merkezi de Haremeyn-i şerîfeyn’dir.
Böyle cem’ıyyetin reîsi, Fahr-i Âlem a.s.m’dır. Ve mesleği; herkes kendi nefsiyle cihâd-ı ekber, ya‘nî Ahlâk-ı Ahmediyye(a.s.m) ile tahalluk ve Sünnet-i Nebeviyye’yi (a.s.m) ihyâ ve başkalara da muhabbet ve kavl-i leyyin ile – eğer ızrârı intâc etmezse - nasîhat.. Bu ittihâdın nizâmnâmesi, Sünnet-i Nebeviyye (a.s.m) ve kànûnnâmesi, evâmir ve nevâhî-i şer’ıyye’dir. Ve kılınçları da, berâhin-i kàtıadır. Zîrâ, medenîlere galebe çalmak iknâ‘ iledir, icbârla değil. Taharrî-i hakîkat muhabbet iledir. Husûmet ise, vahşet ve taassuba karşı idi. Zâten hakîkî medeniyyet onları tokatlıyor.. Hedef ve maksadları da, ı‘lâ-yi Kelimetullâh’dır. şerîat de, yüzde-doksandokuzu ahlâk, ibâdet, âhiret ve fazîlete âiddir. Yüzde-bir nisbetinde siyâsete mütealliktir; onu da ulü’l-emrlerimiz düşünsünler.
şimdiki maksadımız, o silsile-i nûrânîyi ihtizâza getirmekle herkesi bir şevk ve hâhiş-i vicdân ile tarîk-i terakkîde kâ‘be-i kemâlâta sevk etmektir. Zîrâ; ı‘lâ-yi Kelimetullâh’ın bu zamânda en büyük sebebi, maddeten terakkî etmektir.”
(?): Diğerlerinde, “defter-i esmâ”.
Ben bu ittihâdın efrâdındanım ve bu ittihâdın tezâhürüne teşebbüs edenlerdenim. Yoksa sebeb-i iftirâk olan fırkalardan değilim.
Elhâsıl: Sultan Selîm’e bîat etmişim. Onun ıttihâd-ı ıslâmdaki fikrini kabûl ettim. Zîrâ o, Vilâyât-ı şarkıyye’yi îkàz etti. Onlar da ona bîat ettiler. şimdiki o vatandaşlar, o zamândaki vatandaşların aynidir. Bu mes’elede seleflerim; Cemâleddîn-i Efgànî, Mısır Müftîsi merhûm Muhammed Abdüh, Ali Suâvî, Hoca Tahsîn, Kemâl Bey ve Sultân Selîm’dir.
KIT’A
ıhtilâf ü tefrîka endîşesi,
Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarâr eyler beni.
ıttihâdken savlet-i a‘dâyı def’a çâremiz,
ıttihâd etmezse millet dağdâr eyler beni.
Sultân Selîm
Ben zâhiren buna teşebbüs ettim, iki maksad-ı azîm içün:
Birincisi: O ismi, tahdîd ve tahsîsten halâs etmek ve umûm mü’minîne şumûlünü i‘lân etmek.. Tâ ki, tefrika düşmesin ve evhâm çıkmasın.
ıkincisi: Bu geçen musîbet-i azîmeye sebebiyyet veren fırkaların iftirâkını, tevhîd ile önüne sed olmaktı. Vâ-esefâ ki, zamân fırsat vermedi. Seyl geldi, beni de yıktı. Hem der idim; bir yangın olsa, bir parçasını söndüreceğim. Fakat, elbisem de yandı. Ve uhdesinden gelemediğim şöhret-i kâzibe de maalmemnûniyye ref‘ oldu.
Ben ki, âdî (bir) adamım; böyle Meclis-i Meb’ûsân ve A‘yân ve Vükelânın en mühim vazîfelerini düşündürecek bir emri uhdeme aldım. Demek cinâyet(!) ettim.
SEKıZıNCı CıNÂYET: Ben işittim, askerler ba‘zı cem’ıyyetlere intisâb ediyorlar. Yeniçerilerin hâdise-i müdhişesi hâtırıma geldi. Gàyet telâş ettim. Bir gazetede yazdım ki:
“En mukaddes cem’ıyyet, askerlerin cem’ıyyetidir ki, umûm asker mesleğine girenler, neferden seraskere kadar dâhildir. Zîrâ; ittihâd-ı uhuvvet, itâat, muhabbet ve ı‘lâ-yi Kelimetullâh, dünyânın en mukaddes cem’ıyyetinin maksadıdır. Umûm bu mü’min askerler, tamâmiyle mazhardırlar. Askerler merkezdir, millet ve cem’ıyyet onlara intisâb etmek lâzımdır. Sâir cem’ıyyetler, milleti, asker gibi mazhar-ı muhabbet ve uhuvvet içündür.
Ammâ ıttihâd-ı Muhammedî(a.s.m) ki, umûm mü’minlere şâmildir. Cem’ıyyet ve fırka değil. Merkezi ve saff-ı evveli; guzât ve şühedâ, ulemâ, sulehâ teşkil ediyor. Hiçbir ferd, zâbit olsun nefer olsun hiçbir mü’min asker hâriç değil ki, tâ intisâba lüzûm kalsın. Lâkin ba‘zı cem’ıyyât-ı hayriyye kendine, ‘ıttihâd-ı Muhammediyye’(a.s.m) diyebilir. Buna karışmam.”
Ben ki, âdî bir talebeyim; böyle, büyük ulemânın vazîfelerini gasb ettim. Demek cinâyet(!) ettim.
DOKUZUNCU CıNÂYET: Mart’ın otuzbirinci günündeki hareketi iki-üç dakîka, uzaktan
temâşâ ettim. Müteaddid metâlibi işittim. Fakat elvân-ı seb’a sür’atle çevrilse yalnız beyaz göründüğü gibi, sâir metâlibdeki fesâdâtı binden bire indiren ve avâmı anarşîlikten kurtaran ve efrâd elinde kalan umûm siyâseti mu‘cize gibi muhâfaza eden ‘şerîat’ lafzı yalnız göründü. Anladım; iş fenâ, itâat muhtel, nasîhat te’sîrsizdir. Yoksa her vakit gibi yine o âteşin itfâsına teşebbüs edecektim. Fakat avâm çok, bizim hemşehriler gàfil, sâfdil.. Ben de bir şöhret-i kâzibe ile görünüyordum. Üç dakîkadan sonra çekildim. Bakırköy’üne(?) gittim. Tâ beni tanıyanlar karışmasınlar. Rast gelenlere de karışmamak tavsiyye ettim. Eğer zerre kadar dahlim olsa idi; zâten elbisem beni i‘lân ediyor, istemediğim bir şöhret beni büyük gösteriyordu, bu işte pek büyük görünecektim. Belki Ayastefanos’a kadar tek başıma olsun ((Hareket Ordusu’na karşı)) mukàbele ederek isbât-ı vücûd edecektim, merdâne ölecektim. O vakit dahlim bedîhî olurdu, tahkîka lüzûm kalmazdı.
ıkinci günde, ukde-i hayâtımız olan itâat-i askeriyyeden suâl ettim. Dediler ki, “Askerin zâbitleri asker kıyâfetine girmiş. ıtâat çok bozulmamıştır.” Tekrâr suâl ettim: “Kaç zâbit urulmuş?” Beni aldattılar. Dediler: “Yalnız dört tâne. Onlar da müstebid imişler. Hem de, şerîat’in âdâb ve hudûdu icrâ olunacak.”
Ben de gazetelere baktım; onlar da o kıyâmı meşrû‘ gibi tasvîr ediyorlardı. Ben de bir cihette sevindim. Zîrâ, en mukaddes maksadım; şerîat’in ahkâmını tamâmen icrâ ve tatbîktir. Fakat, itâat-i askeriyyeye halel geldiğinden nihâyet derecede me’yûs ve müteessir oldum. Ve umûm gazete ile, askere hitâben neşrettim ki:
“Ey, askerler! Zâbitleriniz bir günâh ile nefislerine zulm ediyorlar ise; siz o itâatsizlikle otuzmiyon Osmanlı ve üçyüzmilyon nüfûs-i ıslâmiyyenin birer birer haklarında zulm ediyorsunuz. Zîrâ, umûm ıslâm ve Osmânîler’in haysiyyet ve saâdet ve bayrak-ı tevhîdi sizin itâatinizle kàimdir. Hem de şerîat istiyorsunuz; itâatsizlikle, şerîat’e şiddetli muhâlefet ediyorsunuz.”
Ben onların hareketini ve şecâatlerini okşadım. Zîrâ, efkâr-ı umûmiyyenin yalancı tercümânı olan cerîdeler, nazarımıza hareketlerini meşrû‘ göstermişlerdi. Ben de takdîr ile berâber nasîhati bir derece te’sîr ettirdim. ısyânı bir derece bastırdım. Yoksa böyle âsân olmazdı.
Ben ki, bilfiil timârhâneyi ziyâret etmiş bir adamım; “Böyle işler neme lâzım, akıllılar düşünsün” demediğimden cinâyet(!) ettim.
ONUNCU CıNÂYET: Harbiyye Nezâreti’ndeki asâkir içinde Cum’a günü ulemâ ile berâber gittim. Gàyet müessir nutuklar ile askeri itâate getirdim. Nasîhatimin te’sîrini sonradan tâm gösterdiler. ışte nutkun sûreti:
“Ey, asâkir-i muvahhidîn! Otuzmilyon Osmanlı ve üçyüzmilyon ıslâmın nâmus ve haysiyyeti ve saâdeti ve bayrak-ı tevhîd sizin itâatinize vâbestedir. Sizin bir zâbitiniz bir günâh ile nefsine zulm etmiş, siz bu itâatsizlikle üçyüzmilyon ıslâma zulm ediyorsunuz. Zîrâ, bu itâatsizlikle hayât-ı ıslâmı tehlikeye atıyorsunuz. Biliniz ki, asker ocağı cesîm ve muazzam bir fabrikaya benzer. Bir çark itâatsizlik etse bütün fabrika hercümerc olur. Asker neferâtı siyâsete karışmaz. Yeniçeriler şâhiddir. Siz şerîat dersiniz, hâlbuki şerîat’e muhâlefet ediyorsunuz ve lekedâr ediyorsunuz. şerîat ile, Kur’ân ile, Hadîs ile, hikmet ile, tecrübe ile; sağlam, hakperest ulü’l-emre itâat farzdır. Sizin ulü’l-emr ve üstâdınız , zâbitlerinizdir. Nasıl ki; mâhir mühendis ve hâzık tabîb günahkâr olurlar ise, tıb ve hendeselerine halel vermez. Kezâlik, münevverü’l-efkâr ve fenn-i harbe âşinâ mektebli mü’min zâbitleriniz ki, herbiri belki bine mukàbildir. Bir cüz’î nâmeşrû‘ hareketi içün itâate halel vermekle umûm Osmanlı ve ıslâmlara zulm etmeyiniz. Zîrâ, itâatsizlik yalnız bir zulm değil, milyonlarca nüfûsun hakkına tecâvüz demektir. Bilirsiniz ki, bayrak-ı tevhîd-i ılâhî sizin yed’-i şecâatinizdedir. O yed’in kuvveti de itâat ve intizâmdır. Zîrâ, bin muntazam ve mutî‘ asker, yüzbin başıbozuğa bedeldir. Ne hâcet, yüz sene zarfında otuzmilyon nüfûsun vücûda getirmediği böyle inkılâbları itâatle, kansız siz yaptınız.
Bunu da söylüyorum ki, bir mektebli münevverü’l-fikir zâbiti zâyi‘ etmek aklınızı, ma‘nevî kuvvetinizi zâyi‘ etmektir. Zîrâ; şimdi hükümfermâ, şecâat-i îmâniyye ve akliyye ve fenniyyedir. Ba‘zan bir münevverü’l-fikir, bine mukàbildir. Ecnebîler size, bu şecâatle galebeye çalışıyorlar. Yalnız şecâat-i fıtrî kâfî değil.
Elhâsıl: Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâmın fermânını size tebliğ ediyorum ki; itâat farzdır. Yaşasın asker, yaşasın meşrûta-i meşrûa!..”
Demek, bu kadar âlim var iken böyle mühim vazîfeleri der’uhde ettiğimden cinâyet(!) ettim.
ONBıRıNCı CıNÂYET: Ben, Vilâyât-ı şarkıyye’de bedevîlerin hâl-i perîşânını görüyordum. Anladım ki, dünyevî saâdetimiz bir cihette fünûn-i cedîde-i medeniyye ile olacaktır. O fünûnun da gayr-i müteaffin bir mecrâsı ulemâ ve bir menbaı da medreseler olmak lâzımdır. Tâ ulemâ-i dîn, fünûn ile ünsiyyet peydâ etsinler. Zîrâ, o vilâyâttaki nîm-bedevî vatandaşların zimâm-ı ihtiyârı ulemâ elindedir.
Ve o sâik ile Devr-i ıstibdâdda Dersaâdet’e geldim; saâdet tevehhümiyle.. O vakitte, şimdi münkasim ve şiddetlenmiş olan istibdâdlar, merhûm Sultân-ı mahlû‘a isnâd edildiği hâlde, onun maâş ve ihsân denilen hakk-ı sükûtu kabûl etmedim, reddettim. Hatâ ettim. Fakat, medrese ilmiyle dünyâ malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle hatâ, savâb oldu. Aklımı fedâ ettim, hürriyyetimi terk etmedim. Ona boyun eğmedim.. şimdiki sivrisinekler beni cebr ile değil, muhabbetle, ıslâmiyyet hamiyyetiyle kendilerine müttefik edebilirler.
Birbuçuk senedir (şimdi kırksekiz sene oldu) burada, Vilâyât-ı şarkıyye’de neşr-i maârif-i îmâniyye ve ulûm-i ıslâmiyye içün çalışıyorum. Ekser ıstanbul ve Anadolu bunu bilir.
Ben ki, bir hammâlın oğluyum. Bu kadar dünyâ bana müyesser iken, kendi nefsimi hammâl oğulluğundan ve fakr-ı hâlden çıkaramadım. Ve dünyâ ile, - gönülleşemediğim ve en sevdiğim mevki‘ olan - doğduğum Vilâyât-ı şarkıyye’nin yüksek dağlarını terk etmekle millet-i ıslâmiyye içün tîmârhâneye, tevkifhâneye ve Meşrûtıyyet zamânında işkenceli hapishâneye düştüğüme sebebiyyet veren öyle umûrlara teşebbüs etmekle, büyük bir cinâyet(!) eyledim.
YARI CıNÂYET: şöyle ki: Dâire-i ıslâmın merkez ve râbıtası olan nokta-i hilâfeti elinden kaçırmamak fikriyle ve Sultân-ı sâbık, sâbık kusûrâtını derk ile nedâmet ederek kabûl-i nasîhatime isti‘dâd kesb etmiş zannıyle ve “aslah tarîk musâlahadır”
mülâhazasıyle şimdiki en çok ağrâz ve infiâlâta mebde-i tohum olan hâzır sûretini dahâ ahsen
sûretle düşündüğümden merhûm Sultân-ı sâbıka cerîde lisâniyle söyledim ki:
Hâşiyye: Zamânı; on-onbeş sene sonra, yirmisekiz sene bir sebeb-i hapsim olan, Sirâcü’n-Nûr’un âhirindeki Süfyân’a âid bahse havâle ediyorum.
“Münhasif Yıldız’ı dârülfünûn et, tâ Süreyyâ kadar a‘lâ olsun. Ve eski zebânîler yerine melâike-i rahmeti yerleştir, tâ Cennet gibi olsun. Ve Yıldız’daki milletin sana hediyye ettiği serveti, milletin baş hastalığı olan cehâleti tedâvî içün millete iâde et. Ve milletin mürüvvet (ve) muhabbetine i‘timâd et. Zîrâ, senin şâhâne idârene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünyâ seni terk etmeden sen terk et. Zekâtü’l-ömrü, ömr-i sânî (Ömer-i Sânî) yolunda sarf eyle.”
şimdi muvâzene edelim: Yıldız, eğlence yeri olmalı veyâ dârülfünûn? Ve içinde seyyâhîn gezmeli veyâhûd ulemâ tedrîs etmeli? Ve magsûb olmalı veyâhûd mevhûb olmalı.. dahâ iyidir? Eshâb-ı insâf hükmetsin.
Ben ki, bir gedâyım; bir büyük pâdişâha nasîhat ettim. Demek yarı-cinâyet(!) ettim.
Cinâyetin(!) öteki yarısını söylemek zamânı gelmedi.(Hâşiyye)
Dirîgà!.. Bir ma‘den-i saâdetimiz olan “meşrûtıyyet-i meşrûa” ve bir menba‘-ı hayât-ı içtimâiyyemiz olan “ıslâmiyyet’e uygun maârif-i cedîde”ye millet nihâyet derecede müştâk ve susamış olduğu hâlde, bu hâdisede ifrâtperver olanlar, Meşrûtıyyet’e
ağrâz karıştırmakla ve münevverü’l- fikirler de harekât-ı lâübâliyâne ile ragabât-ı millete karşı
maatteessüf sed çektiler. Bu seddi çekenler ref‘ etmelidirler. Vatan nâmına ricâ olunur.
Ey, Pâşâlar ve Zâbitler! Bu onbirbuçuk cinâyetin(!) şâhidleri binlerce adamdır. Belki ba‘zılarına ıstanbul’un yarısı şâhiddir. Ben bu onbirbuçuk cinâyetin(!) cezâsına rızâ ile berâber onbirbuçuk suâlime de cevâb isterim.
ışte bu seyyiâtıma(!) bedel bir hasenem de var, söyleyeceğim:
Herkesin şevkini kıran ve neş’esini kaçıran ve ağrâz ve hiss-i tarafdârlığı uyandıran ve sebeb-i tefrîka olan cem’iyyât-ı avâmiyyeyi teşkîle sebebiyyet veren meşrûtıyyetü’l-ism ve müstebidülma‘nâ olan, “ıttihâd” ismini de lekedâr eden buradaki fırka-i hafiyyeye muhâlefet ettim.
Herkesin bir fikri var. Ben de hürüm, selâmet-i vatan içün bir fikrim var. ışte: Sulh-i umûmî, afv-ı umûmî ve ref‘-i imtiyâz lâzım. Tâ ki, biri, bir imtiyâz ile başkasına haşerât nazarıyla bakmakla nifâk çıkmasın.
Fahr olmasın, derim ki: Biz ki, hakîkî müslümânız; aldanırız fakat aldatmayız. Bir hayât içün yalana tenezzül etmeyiz. Zîrâ, biliyoruz ki;
اِنَّمَا الْحِيلَةُ فِى تَرْكِ الْحِيَلِ
Fakat, meşrûtıyyet-i hakîkıyye-i meşrûanın müsemmâsına ahd ü peymân ettiğimden, istibdâd ne şekilde olursa olsun, meşrûtıyyet libâsı giysin ve ismini taksın, rast gelsem sille uracağım.
Fikrimce, meşrûtıyyetin düşmânı; meşrûtıyyeti gaddâr, çirkin ve hilâf-ı
şerîat göstermekle meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir. “Tebeddül-i esmâ ile hakàik tebeddül etmez.”
En büyük hatâ, insân kendini hatâsız zannetmek olduğundan hatâmı i‘tirâf ederim ki; nâsın nasîhatini kabûl etmeden, nâsa nasîhatimi kabûl ettirmek istedim. Nefsimi irşâd etmeden başkasının irşâdına çalıştığımdan, emr-i bi’l-ma‘rûfu te’sîrsiz etmekle tenzîl ettim.
Hem de tecrübe ile sâbittir ki; cezâ, bir kusûrun netîcesidir. Fakat, ba‘zan o kusûr, işlenilmemiş başka kusûrun sûretinde kendini gösterir. O adam ma‘sûm iken cezâya müstehak olur. Allah musîbet verir, adâlet eder. Fakat hâkim cezâ verir, zulm eder.
Ey, Ulü’l-Emr! Bir haysiyyetim vardı, onunla ıslâmiyyet milliyyetine hizmet edecektim, kırdınız. Kendi kendine gelen bir şöhret-i kâzibem vardı, onunla avâma nasîhatimi te’sîr ettirirdim, maalmemnûniyye mahvettiniz. şimdi, usandığım bir hayât-ı zaîfem var. Kahrolayım, eğer i‘dâma esirgersem. Merd olmayayım, eğer ölmeğe gülmekle gitmezsem. Sûretâ mahkûmiyyetim, vicdânen mahkûmiyyetinizi intâc edecektir. Bu hâl bana zarar değil, belki şândır. Fakat, millete zarar ettiniz. Zîrâ nasîhatimdeki te’sîri kırdınız. Sâniyen kendinize zarardır. Zîrâ, hasmınızın elinde hüccet-i kàtıa olurum. Beni mihenk taşına urdunuz.. Acabâ fırka-i hâlisa dediğiniz adamlar böyle mihenge urulsa kaç tâne sağlam
çıkacaktır? Eğer meşrûtıyyet, bir fırkanın istibdâdından ibâret ise ve hilâf-ı şerîat hareket ise;
فَلْيَشْهَž 3;ِ الثَّقَلاَ  6;ِ اَنِّى مُرْتَجِعٌ (Hâşiyye).
Zîrâ yalanlarla ittihâd yalandır. Ve ifsâdât üzerine müesses olan ism-i meşrûtıyyet, fâsiddir. Müsemmâ-yı meşrûtıyyet ; hak, sıdk, muhabbet ve imtiyâzsızlık üzerine bekà bulacaktır. Maatteessüf, bunu kemâl-i telâş ve teessüfle ihtâr ediyorum ki: Meselâ bir âlim-i zîtehevvür ki, sıfat-ı ilm kendini fesâd ve
fenâlıkdan men‘ etmiş iken, dâimâ onun sıfat-ı tehevvüründen vücûda gelen fesâd ve fenâlığın zikri vaktinde onu âlimlikle yâd etmek ve sıfat-ı ilme ilişmek, nasıl ki, ilme husûmet ve
adâveti îmâ eder.. Kezâlik, şerîat-i Mutahhara’nın ve ıttihâd-ı Muhammedî’nin (a.s.m) ism-i mukaddesi ki; fırkaların ağrâz-ı şahsiyye ve hilâf-ı şerîat ile ektikleri tohum-ı fesâdı, birmilyon fişenk havâya atıldığı ve umûm siyâset ve âsâyiş efrâd elinde kaldığı ve ortalık anarşist gibi olduğu hâlde, o müdhiş fırtına mu‘cize-i şerîat’le kansız ve hafîf geçtiği hâlde, o mübârek nâmlar o müdhiş fesâdı binden bir dereceye indirmekle berâber dâimâ o ismi, sâhib-i ağrâza siper göstermek pek büyük ve hatârlı bir noktaya, belki ukde-i hayâtiyyeye ilişmektir ki, dehşetinden her bir vicdân-ı selîm titriyor ve dağdâr-ı teessüf oluyor. Süreyyâ’yı süpürge,.. üfürmekle şemsi söndürmeğe ihtimâl veren, belâhatini i‘lân eder.
Meselâ Eğri Dağ ve Sübhân Dağı.. ıkisini tartacak dehşetli bir mîzân ile muvâzenelerini.. Cevv-i semâda (Zühal’de) duran bir melek de o mîzânın ucunu tutsa.. Eğri Dağ üzerine bir dirhem ilâve olunsa.. Sübhân Dağı âsumâna, Eğri Dağ zemîne geldiğini görenlerden kàsırünnazar olan, kıymet ve sıkleti tamâmen o ilâveye verecek. Haysiyyet-i askeriyye ve hamiyyet-i ıslâmiyye o cesîm dağlara benzer. Esbâb-ı hâriciyye bir dirhem kıymetindedir. Bu kıymetsiz esbâbı esâs tutmak, insâniyyetin ve ıslâmiyyet’in kıymetini bilmemek ve tenzîl etmektir.
Hakkın hâtırını kırmayacağım, hakîkati söyleyeceğim. Zîrâ, “Hakkın hâtırı âlîdir, hiçbir hâtıra fedâ edilmez.” Kimin hâtırı kırılırsa kırılsın, yalnız hak sağ olsun. şöyle ki:
Hâşiyye: Ya‘nî: Bütün dünyâ, cin ve ins şâhid olsun ki, ben mürteci‘yim.
Otuzbir Mart Hâdisesi denilen o sâika ve müdhiş fırtına, esbâb-ı adîde tahtında öyle bir isti‘dâd-ı tabîî müheyyâ etmiş idi ki; netîcesi hercümerc olduğu hâlde, min-indillâh ehl-i kıyâmın lisânına, dâimâ mu‘cizesini gösteren ism-i şerîat geldi. O fırtınayı gàyet hafîf geçirdiğinden, Nîsân’ın nısfından sonraki cerîdeleri indallâh mahkûm ediyor. Zîrâ, o hâdiseyi sebebiyet veren yedi mes’ele ve onunla berâber yedi hâl nazar-ı mütâlaaya alınsa, hakîkat tezâhür eder. Onlar da bunlardır:
1- Yüzde doksanı ıttihâd ve Terakkî’nin aleyhinde ve tahakkümü ve istibdâdı aleyhinde bir hareket idi.
2- Fırkaların meydân-ı münâkaşâtı olan vükelâyı tebdîl idi.
3- Sultân-ı mazlûmu, sukùt-ı musammemden kurtarmaktı.
4- Hissiyât-ı askeriyye ve âdâb-ı dîndârânelerine muhâlif telkînâtın önüne sed çekmekti.
5- Pek çok i‘zâm edilen Hasan Fehmî Bey’in kàtilini meydâna çıkarmaktı.
6- Kadro hâricine çıkarılanları ve alay zâbitlerini mağdûr etmemekti.
7- Hürriyyeti; sefâhate şumûlünü men‘ ve âdâb-ı şerîat’le tahdîd ve, avâmın siyâset-i şer’î bildikleri yalnız kısâs ve kat‘-ı yed haddini icrâ idi.
Fakat, zemîn bataklık ve, dâm ve plan serilmiş idi. Ve mukaddes olan itâat-i askerî fedâ edildi. Üssül-esâs esbâb, fırkaların tarafdârâne ve garazkârâne münâkaşâtı ve cerîdelerinin belâgàt yerine mübâlagàt ve yalan ve ifrâtperverâne keşmâkeşleri idi. Bu metâlib-i seb’ada; nasıl ki, elvân-ı seb’a çevrilse yalnız beyaz görünür, bunda da yalnız “Ziyâ-i şerîat-i Beyzâ” tecellî etti. Zîrâ fesâdın önüne sed çekti. Hem de mukaddemedeki hakîkat
düşünülse, her yerinde şerîat’in ism-i mübârekinin mu‘cizesi görünür.
Sekiz – dokuz ayda cerîdelerin neşriyyât-ı müheyyicâneleriyle ve fırkaların cem’ıyyetlere fedâî yazmakla ve inkılâbı vucûda getiren zevâtın tahakkümâtıyle ve itâat-i askeriyyeye münâfî olan hürriyyet-i mutlaka efrâda sirâyetle ve âdâb-ı dîniyyeye muhâlif zannettikleri şeyleri ba‘zı dikkatsizlerin efrâda telkînâtiyle ve itâat bozulduktan sonra; müstebidler, câhil mutaasıblar, dinde hassâs muhâkeme-i akliyyede noksan olanlar, iyilik zanniyle o bataklık zemînde tohum ekmeğe başlamasiyle ve devletin umûm siyâsâtı câhil efrâdın elinde kalmakla ve birmilyona yakın fişenk havâya atılmakla ve dâhil ve hâric müddeîleri parmak urmakla ortalık anarşistlik hâline geldiğinden, bu hâdisenin isti‘dâd-ı tabîîsi, hercümerc ve müdâhale-i ecnebî iken min-indillâh ism-i şerîat, o esbâb-ı müteaddideden çıkan ervâh-ı habîse ve münteşireyi, yuvalarına ircâ ile onüç asırdan sonra bir mu‘cize dahâ gösterdi.
Hem geçen inkılâb-ı azîmde ordu ve ulemânın sadâsı ki, “Meşrûtıyyet, şerîat’e müsteniddir..” diye umûm ehl-i ıslâmın vicdânlarını manyetizmalandırdı. O inkılâb, inkılâbların kàide-i tabîıyyesini hark ile, şerîat’in te’sîr-i mu‘cizânesini gösterdi. Ve dâimâ da gösterecektir.
Nîsân’ın nısf-ı âhirinde çıkan cerîdelerin esâs-ı fikirlerine mu‘terizim. şöyle ki:
Hayât onun yoluna fedâ edilen ve hayâttan bin derece dahâ evlâ olan haysiyyet ve itâat-i askeriyyeyi, hayâta fedâ edilen ve ehl-i vicdân nazarında gàyet hasîs olan âmâl-i nâmeşrûaya fedâ etmeye ihtimâl verdiler. Hem de hakàik ve ahvâl, onun câzibesine tâbi‘ ve o merkeze merbût olan şems-i şerîat, saltanata veyâ hilâfete veyâ başka siyâsete tâbi‘
ADÎD(E): Çok. Müteaddid. HARK(‘hı’ ile): Yırtma. ÂMÂL: Emeller.
ve âlet tevehhümiyle, bir şems-i münîri; münkesif bir Yıldız’a peyk ve câzibesine tâbi‘ i‘tikàd etmek gibi göstermekle tarîk-ı dalâlete sülûk ettiler.
Cemî‘ kuvvetimle derim ki: Terakkîmiz, ancak , milliyyetimiz olan ıslâmiyyet’in terakkîsiyle ve hakàik-ı şerîat’in tecellîsiyledir. Yoksa; “yürüyüşünü terk ile başkasının yürüyüşünü öğrenmedi..” olan darbımesel ile mâsadak olacağız.
Evet; hem şân ü şeref, hem sevâb-ı âhiret, hem cem’ıyyet ve hem hamiyyet-i ıslâmî, hem hubb-i vatan, hem hubb-i dîn ile mütehassis olmalıyız. Zîrâ müsennâ dahâ muhkemdir.
Ey Pâşâlar, Zâbitler!..Cinâyetlerime(!) cezâ ve şimdi suâllerime de cevâb isterim(Hâşiyye). ıslâmiyyet ise, insâniyyet-i kübrâ ve şerîat ise, medeniyyet-i fuzlâ olduğundan, âlem-i ıslâmiyyet; medîne-i fâzıla-i Eflâtûniyye olmağa sezâdır.
BıRıNCı SUÂL: Cerîdelerin tesvîlâtiyle meşrû‘ bilerek, buradaki görenek ve âdete binâen cereyân-ı umûmîye kapılan sâfdillerin cezâsı nedir?
ıKıNCı SUÂL: Bir insân yılan sûretine girse, yâhûd bir velî haydûd kıyâfetine, yâhûd meşrûtıyyet istibdâd sûretine girse; ona taarruz edenlerin cezâsı nedir? Belki
hakîkaten yılan ve haydûd ve istibdâddır!?
ÜÇÜNCÜ SUÂL: Acabâ müstebid yalnız bir şahıs olur, veyâhûd eşhâs-ı müteaddide müstebid olurlar ? Bence kuvvet kànûnda olmalı, yoksa istibdâd münkasim olmuş olur.
DÖRDÜNCÜ SUÂL: Bir ma‘sûmu i‘dâm yoksa on cânîyi afv dahâ zarardır?
BEşıNCı SUÂL: Tazyîkàt-ı maddiyye ehl-i meslek ve fikre galebe etmediği gibi dahâ ziyâde nifâk ve tefrika vermez mi?
ALTINCI SUÂL: Ma‘den-i hayâtımız olan ittihâd-ı millet, ref‘-i imtiyâzdan başka ne (ile) olabilir?
YEDıNCı SUÂL: Müsâvâtı ihlâl, yalnız ba‘zılara tahsîs ve haklarında kànûnu tamâmiyle tatbîk etmek, zâhiren adâlet iken bir cihette acabâ müsâvâtsızlıkla zulm ve garaz olmaz mı? Hem de tebriyye ve tahliyye ile ma‘sûmiyyetleri tebeyyün eden ekser mahbûsînin belki yüzde sekseni ma‘sûm iken acabâ ekseriyyet nokta-i nazarında bu hâl hükümfermâ olsa, garaz ve fikr-i intikàm olmaz mı? Dîvân-ı Harbe diyeceğim yok, ihbâr edenler düşünsünler.
SEKıZıNCı SUÂL: Bir fırka kendisine bir imtiyâz taksa, herkesin en hassâs nukàt-ı asabiyyesine dâimâ dokundura dokundura zorla herkesi meşrûtıyyete muhâlif gibi gösterse ve herkes de onların kendilerine taktığı ism-i meşrûtıyyet altında olan muannid istibdâda ilişmiş ise acabâ kabâhat kimdedir?
Hâşiye: ((Bu suâller kırk-elli ma‘sûm mahbûsun tahliyyelerine sebeb oldu.))
DOKUZUNCU SUÂL: Acabâ bağçevân bir bağçenin kapısını açsa, herkese ibâhe etse, sonra da zâyiât vukû‘ bulsa, kabâhat kimdedir?
ONUNCU SUÂL: Hürriyyet-i kelâm ve fikir verilse, sonra da muâheze olunsa, acabâ bî-çâre milleti âteşe atmak içün bir plan olmaz mı? Böyle olmasaydı başka bir bahâne ile mevkî‘-i tatbîka konulacağı hayâle gelmez mi idi?
ONBıRıNCı SUÂL: Herkes meşrûtıyyete yemîn ediyor. Hâlbuki, yâ müsemmâ-yi meşrûtıyyete kendi muhâlif veyâ edenlere karşı sükût etse acabâ keffâret-i yemîn vermek lâzım gelmez mi? Ve millet yalancı olmaz mı? Ve ma‘sûm olan efkâr-ı umûmiyyeyi; yalancı, ma‘tûh ve gayr-ı mümeyyiz addolunmaz mı?
Elhâsıl: şedîd bir istibdâd ve takakküm, cehâlet cihetiyle şimdi hükümfermâdır. Gûyâ istibdâd ve hafiyyelik tenâsüh etmiş ve Sultân Abdülhamîd’den de istirdâd-ı hürriyyet değilmiş, belki; hafîf istibdâdı şiddetli ve kesretli yapmakmış.
YARIM SUÂL: Nâzik ve zaîf bir vücûd ki, sivrisinek ve arıların ısırmasına tahammül edemediği içün gàyet telâş ve zahmetle def’ine çalışırken biri çıksa dese ki, maksad bu sivrisinekleri ve arıları def‘ değil, belki büyük arslanı îkàz ile musallat etmek ister. Acabâ hangi ahmağı kandıracaktır?
Suâlin diğer yarısı çıkmağa izin yoktur.
Ey Pâşâlar, Zâbitler!.. Cemî‘ kuvvetimle derim ki, cerîdelerde neşrettiğim umûm makàlâtımdaki umûm hakàika nihâyet derecede musırrım. şâyet zamân-ı mâzî cânibinden Asr-ı Saâdet mahkemesinden adâletnâme-i şerîat’le da‘vet olunsam; neşrettiğim hakàikı aynen ibrâz edeceğim. Olsa olsa o zamânın ilcaâtının modasına göre bir libâs giydireceğim. şâyet müstakbel tarafına üçyüz sene(Hâşiyye) sonra tenkidât-ı ukalâ mahkemesinden târih celbnâmesiyle celb olunsam; yine bu hakîkatleri, tevessü‘ ve inbisât ile çatlayan ba‘zı yerlerini yamalamakla berâber, tâze olarak orada da göstereceğim… Demek,
hakîkat tahavvül etmez, hakîkat haktır. اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَ يُعْلَى عَلَيْهِ
Millet uyanmış, mugàlata ve cerbeze ile iğfâl olunsa da devâm etmeyecektir. Hakîkat telakkî olunan hayâlin ömrü kısadır. Feverân-ı efkâr-ı umûmî ile o tesvîlât ve mugàlatât dağılacaktır. Ve hakîkat meydâna çıkacaktır.
Sizin işkenceli hapishânenin hâli: Zamân müdhiş, mekân muvahhiş, mahbûsîn mütevahhiş, cerîdeler müreccif(?), efkâr müşevveş, kalbler hazîn, vicdânlar müteessir ve me’yûs, bidâyet-i hâlde me’mûrlar şemâtetli, nöbetçiler müz’iç olmakla berâber, vicdânım beni ta‘zîb etmediği içün o hâl bana eğlence gibi idi. Ve musîbetlerin tenevvüü, mûsîkînin tenevvü‘-i nagamâtı gibi idi.
Hem de geçen sene tîmârhânede tahsîl ettiğim dersi şimdi bu mektebde itmâm ettim. Ya‘nî, kırkyedi sene evvel tîmârhâne hükmündeki mahkeme-i
Hâşiyye: şimdi kırkyedi senedeki dehşetli mahkemelerimde aynen onbirbuçuk suâllerimi o Dîvân-ı Harb-i Örfîdeki gibi tekrâr ediyorum. (?)
iğer nüshalarda, ‘mürcif’. (B.T.)
zâlimânede aldığım dersi, şimdi bu gaddârâne hâzır mektebde imtihân verdim. ıki şehâdetnâme aldım. Musîbet zamânının uzunluğundan (uzun) dersler gördüm. Dünyânın rûhânî lezzeti olan hüzn-i ma‘sûmâne ve mazlûmâneden; zaîfe şefkat, gadre şiddet-i nefretle istifâde ettim.
Ümîdim kavîdir ki; çok ma‘sûmların kalblerinden harâret-i hüzn ile tebahhur eden “ây, vây ve âhlar” rahmetli bir bulut teşkîl edecektir. [Ve Âlem-i ıslâm’da yeni yeni ıslâm devletlerinin teşkîlleriyle rahmetli bulut teşekküle başlamıştır.](*)
Eğer medeniyyet, böyle tecâvüzâne-i haysiyyetşikenâne ve iftirâât-ı nifâkcûyâne ve fikr-i intikàm-ı bîinsâfâne ve mugàlatât-ı şeytanatkârâne ve diyânette harekât-i lâübâliyâneye müsâid bir zemîn ise; herkes şâhid olsun ki, o saâdet-sarây-ı medeniyyet tesmiyye olunan, akreb (ve) yılanların yuvaları olan öyle mahall-i ağrâza, Vilâyât-ı şarkıyye’nin hürriyyet-i mutlakanın meydânı olan yüksek dağlarındaki bedeviyyet ve vahşet haymelerini tercîh ediyorum. Zîrâ, mimsiz medeniyette görmediğim hürriyyet-i fikir ve serbestî-i kelâm ve hüsn-i niyyet ve selâmet-i kalb, Vilâyât-ı şarkıyye’nin dağlarında tâm ma‘nâsıyle hükümfermâdır.
Bildiğime göre, edîbler edebli oluyorlar.. Edebsiz ba‘zı cerîdeleri nâşir-i ağrâz görüyorum. Eğer edeb böyle ise ve efkâr-ı umûmî böyle müzebzeb olsa, şâhid olunuz böyle edebiyâttan vazgeçtim. Bunda da dâhil değilim. Vatanın yüksek dağlarında, ya‘nî Bâşîd başında, ecrâm ve elvâh-ı âlemi, cerîdelerine bedel mütâlaa edeceğim.
Muarrâdır fezâ-yi feyzimiz şeyn-i temennâdan,
Bize dâd-ı ezeldir zîrden, bâlâdan istiğnâ;
Çekildik neşve-i ümîdden, tûl-i emellerden,
O mecnûnuz ki, ettik vuslat-ı Leylâ’dan istiğnâ.
وَلَوْلاَ تَكَالِيفُ الْعُلَى وَ مَقَاصِدُ عَوَالٍ * وَ اَعْقَابُ اْلاَحَادِ¡ 0;ثُ فِى غَدٍ
َلاَعْطَيْ 8;ُ نَفْسِى فِى التَّخَلِّ  9; مُرَادَهَا * وَ ذَاكَ مُرَادِى مُذْ نَشَئْتُ وَ مَقْصَدِى
وَ اَكْتُمُ اَشْيَاءً وَلَوْ شِئْتُ قُلْتُهَا * وَلَوْ قُلْتُهَا لَمْ اُبْقِ لِلصُّلْحِ مَوْضِعًا
(*): Köşeli parentezdeki ibâre, H.1327-28 / M.1909-10 nüshalarında yok. (B.T.)
TENBÎH
Medeniyyetten ((isti‘fâm)) sizi düşündürecek. Evet, böyle istibdâd ve sefâhete, zilletle memzûc medeniyyete, bedeviyyeti tercîh ediyorum. Bu medeniyyet, eşhâsı fakîr ve sefîh ve ahlâksız eder. Fakat (hakîkî) medeniyyet, nev‘-i insâniyyetin terakkî ve tekemmülüne, mâhiyyet-i nev’ıyyesini kuvveden fi‘le çıkmasına hizmet eder. ışte bu nokta-i nazardan, medeniyyeti istemek, insâniyyeti istemektir.
Hem de ma‘nâ-yi meşrûtıyyete ibtilâ ve muhabbetimin sebebi budur ki: Asya ve Âlem-i ıslâmiyyet’in istikbâlde Firdevs’in birinci kapısı, meşrûtıyyet-i meşrûa (ve) şerîat dâiresinde hürriyyettir. Ve tâli‘ ve taht ve baht-ı ıslâm’ın anahtârı da meşrûtıyyetteki şûrâdır. Zîrâ şimdiye kadar üçyüzyetmişmilyon ıslâm, ecânibin istibdâd-ı ma‘nevîsi altında eziliyordu. şimdi hâkimiyyet-i millet, âlemde, bâhusûs bundan sonra Asya’da hükümfermâ olduğu hâlde her bir ferd-i Müslümân, hâkimiyyetin bir cüz‘-i hakîkîsine mâlik olur. Ve hürriyyet, üçyüzmilyon ıslâm’ı esâretten halâs etmeğe bir çâre-i yegânedir. Farz-ı muhâl olarak burada yirmimilyon nüfûs, te’sîs-i hürriyyette çok zarardîde olsalar da fedâ olsunlar. Yirmiyi verir üçyüzü alırız.
Dirîgà! Bizdeki unsurlar, ırklar; havâ gibi muhtelittir. Su gibi mümtezic olmamış. ınşâallâh, elektrik-i hakàik-ı ıslâmiyyet’le imtizâc ederek, ziyâ-i maârif-i ıslâmiyye ve harâretiyle kuvvet tevlîdiyle bir mizâc-ı mu‘tedile-i adâlet vücûda gelecektir.
Yaşasın meşrûtıyyet-i meşrûa! Sağ olsun hakîkat-i şerîat’in terbiyyesinden çıkan neyyîr-i hürriyyet!
ıstibdâd’ın Garîbüzzamân’ı
Meşrûtıyyet’in Bedîüzzamân’ı
şimdikinin de Bid’atüzzamân’ı
((SAÎD NÛRSÎ)
Kırkdokuz Sene Evvel
DEVR-ı ıSTıBDÂD VE SAÎD NÛRSÎ
[ Tîmârhânede tabîble vâkı‘ olan mâcerâm olup ıkinci , Üçüncü Noktalarda kendini medresede tahayyül ederek doktorla konuşmuş.(Hâşiyye) ]
Ey Tabîb Efendi, sen dinle ben söyleyeceğim!.. Cinnetime bir delîl dahâ senin eline vereceğim .. Suâl olunmadan cevâb :
Antika bir dîvânenin sözünü dinlemeği arzû edersiniz, muâyenemi muhâkeme sûretinde istiyorum. Senin vicdânın da hakem olsun. Tabîbe ders-i tıb vermek fuzûlîlik ammâ teşhîs-i illete yardım edecek noktalar hastanın vazîfesidir. Hem de istikbâl sizi tekzîb etmemek içün, dinlemenize lüzûm görürsünüz, şu dört noktayı nazar-ı mütâlaaya alınız:
Birincisi: Ben, şark’ın dağlarında büyümüşüm. Kaba olan ahvâlimi şark’ın kàpânıyle tartmalısınız. Hassâs olan medenî ıstanbul mîzânıyle tartmamalısınız. Öyle yaparsanız, bir ma‘den-i saâdetimiz olan Dersaâdet’ten önümüze sed çekmiş olursunuz. Hem de ekser şarklı hemşehrilerimi tîmârhâneye sevk etmek lâzım gelir. Zîrâ, Vilâyât-ı şarkıyye’de en revâclı olan ahlâk; cesâret, izzet-i nefs, salâbet-i dîniyye, muvâfakat-ı kalb ve lisândır. Medeniyyette, nezâket denilen emr; onlarca müdâhenedir, dalkavukluktur.
ıkincisi: Benim, elbisem gibi ahvâl ve ahlâkım da nâsa muhâliftir. Hak ve nefsü’l-emri mihenk i‘tibâr ediniz. Zamânın veyâ âdetin revâc verdiği görenek vâsıtasıyle nümûne-i imtisâl olmuş ba‘zı ahlâk-ı seyyieyi mikyâs yapmayınız. “Neme lâzım, başkası düşünsün.”, feryâd-ı meyyitâne gibi.. Ben derim ki: Müslümânım, ıslâmiyyet cihetiyle ma‘nen me’mûrum ve sadâkatle mükellefim.. Millete, Dîn ve Devlete nâfî olan bir şey’i düşüneceğim.
Üçüncüsü: şâz ve nâdir olarak, isti‘dâd-ı zamânın fevkınde çok kimseler gelip gitmiş. Nâs, ibtidâ onlara cünûn veyâ abes isnâdından sonra sihre veyâ hârikaya haml etmişler.. Birinci ve ıkinci noktanın mâbeyninde olan tezâd, cinnetime hükmeden zevâtın, delîl ve müddeâlarında olan tezâda îmâdır. Zîrâ, ef’âlleriyle demişler; “Dîvânedir, çünki; her mesâil-i müşkileye cevâb veriyor”. Böyle bir delîl getiren elbette delidir.
Dördüncüsü: Asabî adam, husûsan benim gibi sinirli bir kimsenin telâş ve hiddet etmesi zarûrîdir. Bâhusûs bir fikr-i âlîyi, - ya‘nî hürriyyet-i şer’ıyye’yi - onbeş sene zihninde taşıyan ve bilfiil karîb olduğu zamân, - ya‘nî; bir inkılâb-ı azîmle - kendini muhâtarada ve mehlekede görse ve temâşâsından mahrûm kalsa, nasıl telâş ve hiddet etmesin?.. Hem de benden dahâ dîvâne, Zabtıyye Nâzırı’dır. Zîrâ; benden dahâ hiddetlidir. Hem de bu cinnet-i muvakkateye mübtelâ olmayan binde birdir.
Eğer; müdâhane, temelluk, tazarrû‘-i sinnevrî(*), menfaat-i umûmiyyeyi
Hâşiyye: Nasıl ki, kabirde bir talebe-i ulûm, Münker-Nekir’in, “Men Rabbüke?” suâline karşı, medresede imtihân ediliyor zannetmiş, kàide-i ilimle cevâb vermiş. Saîd de kendini medresede tahayyül ederek doktorla konuşmuş.
(*): kedi gibi yalvarma ( Okunuş, ‘Tenvîr’ nüshasından. ‘Âsâr-ı Bedîiye’de “sinnûrî”) (B.T.)
menfaat-i şahsiyyeye fedâ etmek aklın muktezâsından addedilmek lâzımgelse, şâhid olunuz; ben o akıldan isti‘fâmı veriyorum. Dîvânelikle – ki; bence bir mertebe-i ma‘sûmiyyet gibidir – iftihâr ediyorum.
Dört nokta şüpheyi da‘vet etmiş. Ânları; bilerek, ba‘zı hikmet-i hafiyye içün yapmışım:
Birincisi: şekl-i garîbim.. Bu muhâlif libâsımla; makàsıd-ı dünyeviyyeden istiğnâmı ve âdât-ı beldeye adem-i mürâatten özrümü ve ahvâl ve etvârımın nâsa muhâlefetini ve münâsebât-ı zâhir ve bâtın ile tabîîlik-i insâniyyetimi ve ecdâdıma muhabbeti(mi) i‘lân etmek içündür. Hem de, garîb bir ma‘nâ garîb bir lafz içinde olmalı. Tâ ki, nazar-ı dikkati celb etsin. Hem de, sanâyi‘-i mahalliyyeye revâc vermek içün bir nasîhat-i fi‘lî ediyorum. Hem de, kendimde bir meyl-i teceddüdü göstermek ve zamânın teceddüd edeceğine işâret ediyorum. Hem de, Sultân Selîm’e bîat etmiştim.. O da başına benim gibi Vilâyât-ı şarkıyye külâhını giydiğini – bir fotoğrafını – görüyoruz.
ıkinci: Ulemâ ile olan münâzaramdır. Ânın sebebi: ıslâmbol’a geldim, gördüm ki; sâir şuûbâta nisbeten medâris terakkî etmemiştir. Bunun da sebebi: Kitâba nazarla istinbât-ı mes’ele etmek olan isti‘dâdı, meleke-i ilm yerinde ikàme olunmuş. Ve talebelerde adem-i münâzara ve, suâl ve cevâb olmamasından şevksizlik ve melekesizlik ve atâlet gibi ba‘zı hâli intâc etmiş. Sâir sebeb-i taaccüb ve hayret olan ulûm-i ekvân, veyâ eğlence ile vakit geçirmeğe sebeb olan fünûn-i hevesât galebe etmiş. Ve lezzât-ı hakîkiyyeyi mütezammin olan ulûm.. Maksûd-i bizzât gibi ulûm-i ılâhiyye tahsîl olunmaz. Bunun da yâ bir himmet-i âlî veyâ bir tevaggul-i tâm veyâ müsâbakayı müntic olan suâl ve cevâb gibi bir şevk-i kasrî ve hâricî lâzımdır. Veyâhûd taksîm-i a‘mâl kàidesine tatbîkan her bir talebe, isti‘dâdına göre ba‘zı fünûn ile tevaggul etmeli tâ mütehassıs olsun, sathî olmasın. Zîrâ her ilmin bir sûret-i hakîkiyyesi var…( Meleke olmadığı vakit ba‘zı tarafı nâkıs olan sûretlere benzer. Bunun da çâresi, ona müstaid olan bir fenni esâs tutmalı. Ve buna münâsib fünûnu, her birinden bir fezleke alınmalı ve o fenn-i esâsın sûret-i hakîkıyyesini mütemmim ittihâz etmelidir. Zîrâ, her bir fezleke bir sûret-i müstakileyi teşkîl etmiyor. Lâkin bir sûret-i esâsiyyeyi tekmîl edebilir.)
Ey sözümü işiten talebe-i ulûm, mektebliler gibi – ki, ve onlar nâkıs olan seleflerine hayrülhalef olmuşlar – çalışalım ki, evc-i kemâle vâsıl olan seleflerimize hayrülhalef olalım. Ben münâzara ile bilfiil iki noktadan îkàz etmek istiyordum.
Üçüncüsü’nün neşri başka zamâna bırakıldı.
[ Devr-i ıstibdâd’da Tîmârhâneden sonra Tevkîfhânede iken Zabtıyye Nâzırı şefîk Pâşâ ile muhâveremdir ]
Zabtıyye Nâzırı:
“ - Pâdişâh sana selâm etmiş, on altûn (bin guruş) da maâş bağlamış. Sonra da memleketine döndüğün vakit o maâşı yirmi – otuz lira yapacak. Ve bu seksen altûnu da ihsân-ı şâhâne olarak sana göndermiş. Hem sana selâm ediyor.” dedi.
Ben cevâben:
“ – Ben maâş dilencisi değilim. Bin lira da olsa kabûl etmem. Kendim içün gelmedim, memleketim içün geldim. Hem de bu bana vermek istediğiniz, hakk-ı sükûttur.”
Nâzır:
“- ırâdeyi reddediyorsun, ırâde reddolunmaz!”
Cevâben dedim:
“ – Reddediyorum; tâ ki Pâdişâh darılsın, beni çağırsın. Ben de doğrusunu söyleyeyim.”
Nâzır:
“ – Netîcesi vahîmdir!”
Cevâben:
“ – Netîcesi deniz olsa, geniş bir kabirdir. Hem de ıstanbul’a geldiğim vakit hayâtımı rüşvet getirmişim. Ne isterseniz ediniz. Bunu da ciddî söylüyorum. Ben isterim ki, ebnâ-yı cinsimi bifiil îkàz edeyim ki; devlete intisâb hizmet içündür, maâş kapmak içün değildir. Hem de benim gibi bir adamın millete ve devlete hizmeti, nasîhatiyledir. O da hüsn-i te’sîrledir, o da hasbîlikledir, bu da garazsızlık, o da ivazsızlık, o da terk-i menâfi‘-i şahsî iledir. Binâen-aleyh, ben maâşın kabûlünden ma‘zûrum.”
Nâzır:
“ – Senin, memleketine neşr-i maârif olan maksadın meclis-i vükelâda derdest-i tezekkürdür.”
Cevâben:
“ – Acabâ, maârifi te’hîr, maâşı ta‘cîl edersiniz; ne kàide iledir, menfaat-i şahsiyyemi menfaat-i umûmiyye-i millete tercîh ediyorsunuz?”
Nâzır hiddet etti. Ben dedim:
“ – Ben hür yaşamışım. Hürriyyet-i mutlakanın meydânı olan şark’ın dağlarında büyümüşüm. Bana hiddet fâide vermez. Nâfile yorulmayınız. Beni nefyedin. Fîzân olsun, Yemen olsun râzıyım. Siz de pînedûzluktan ve yamalıkcılıktan kurtulursunuz. Ben de yüksekten düşmekle incinmekten kurtulurum.”
Nâzır:
“ – Ne demek istiyorsun?”