Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

Sedat

Orta Düzey

  • "Sedat" bir erkek

Mesajlar: 167

Konum: Frankfurt

Meslek: Sürücü kursu ögretmeni

  • Özel mesaj gönder

21

16.12.2007, 00:25

s.aleyküm,
osmanoca kardesim
1. ben almanyada yasiyorum ve bir kürt kardesle bir süre birlikteligimiz oldu kendisi koyu pkk li ydi bir gün konusurken ben üstaddan bahis actim said i nursi diye bahsederken o birden araya atladi "hayir o said i nursi degil saidi kürdidir" dedi, dedim risaleleri okuyormusun "hayir dedi sadece onu alim bilirim" dedi.
Bende dedimki kardesim asrin müceddidi ve ahir zaman mehdisi icinizden cikmis sen said i kürdinin sadece kürtlügüne sahip cikiyorsun ben türk oldugum halde onu kendime üstad kabul edip ordusuna asker olmaya calisiyorum ona talebe olmaya calisiyorum.
2. senin yazilarindaki mantigi anlamaya calisiyorum ama ne demek istedigini anlayamiyorum, amacin ne? türkü lazi kürdü hepimiz ona talebe olma gayreti icindeyiz, senin amacin né? üstadin bir kürt milliyetcisi oldugunu mu ispatlamak istiyorsun??eger öyleyse siz maalesef risaleleri ve üstadi anlayamissiniz kusura bakma.
senin yazi tarzindan buram buram menfi milliyetcilik kokulari geliyor. yazilarina dikkat et lütfen,
kürt sorununda cözülmesi icin üstad metodu göstermis oda nedir biliyormusun kardesim, DEMOKRASI DEMOKRASI DEMOKRASI ve hürriyeti mesrua fikir özgürlügü, hepimiz bunun icin calismaliyiz, yoksa üstadin kürtlügünü ön plana cikarip milliyetcilik yaparak nasil cözülür bu is size göre , yazilarinizdan anlayabiilmis degilim
selam ve dua ile Sedat

22

16.12.2007, 01:51

[b]şAHSA DEğıL HATALARA DÜşMANLIK[/b]

Evvela: CEKA kardeşimin mesajına tamamen katılıyıyorum.

ve kimse kimseden üstün değildir.ve inkarla değil kardeşlikle güç sağlanır. ne kürtler türkçeyi yasaklayabilir ne de türkler kürtçeyi yasaklayabilir. eğer farklı düşünülüyorsa bu tamamen deccalizmin islam dışı fikilerinin müslümanların milli damarına uymasıdır ve yanlıştır. yıllar önce kürtlerin varlığı bile inkar edilir ve sayılmaya çalışılırken dış baskılar ile biraz normalleşti. şimdi yok eğitim olmaz şu olur bu olur demek aynen daha önce başörtüsü asla serbest olamaz diyen birinin şimdilerde hadi olsun ama sadece okurken serbest olsun demesi gibidir. dini şeyler de asla yasaklanmamlı milli haklar da...bunu sınırı olmaz...biz rejime göre değil islama göre düşünmeliyiz...

Üstad en zararlı şeyin siyast olduığunu bildi ve asla yanaşmadı..dünya savaşları olduğunda bile üstad ilgilenmedi...hizmet ve iman kurtarma en önemli meseledir diyordu...ayrıca siyaset taraftarlıktır..üstadın dediği gibi siyasetle kişi "kendi tarafında ve fikrinde olan şeytana melek gözüyle bakar fakat karşı taraftan olan bir meleği de şeytan gibi görür".
işte siyasete ne amaçla yaklaşırsanız yaklaşın her zaman islam ve hizmet hakikat ve dava açısından zarar görmüştür..birisi süleyman demireli savunurken ecevite destek vereni suçlu görüyor ve kendini haklı nedenlere dayandırıyor...bir başkası ecevitle veya sistemle beraber yürürken müslümanları karşısına alması normal görüyor ve müslümanlarla aynı safta görünmemeye çalışıyor...ve daha sonra 28 şubatlar olunca iyi ki oldu deyip kendisinin zarar görmememesini en ehemmiyetli olay ve istikametli yol sayıyor..

bu hatalar asla affedilecek şeyler değil...zalimlere ve zulme meyleden ve bir tarafında yer alanlar tüm zulümlere ortaktır..kuran ayeti bunu söyler ve üstad bu ayeti açıklar..

milyonlarca müslümana eziyet edenlere bir nebze bile katkısı olanlardan ahirette zulme uğrayanlar elbet hesap sorar...cemaatsel çıkarlar düşünerek veya korkarak hizmeti gayri meşru yollara götürmek çok büyük bir hatadır..
hiçbir şekilde siyasete bulaşılmaması gerekir...yoksa tarafgirlik ve düşmanlık zemin bulur..


Saniyen: TALHAGENÇ kardeşim de yazıyı iyi okusun.
.orda kırkıncı hoca, övülmüyor aksine eleştiriliyor...iyi okuyalım..


Salisen:BıLAL TUNÇ kardeşim.

benim amacım en başta eski said eserlerinin okunması yönünde bazı hatırlatmalar ve bilgilendirmeler yapmaktır. ancak ben asla ve asla hiçbir cemaati tümüyle reddeden bir mantıkta değilim. nur hizmetindekiler aynı iman hedefinde ortaktır. bu konuda eleştirmek hatadır..

zaten siyaset herşeyi bozuyor. işte bu noktada nur cemaatlerinin başındakilerin yaptıkları hatalar herkes gibi olabilir ama milyonlarca insanı aynı hataya götürdüğü için önemsiz değildir. çünkü cemaat fertleri de doğal olarak aynı hatayı görmeyerek haklı buluyor aksine..

ayrıca fethullah hocaya da yaptığı hatadan dolayı aktardığım yazıda eleştiri var. burda ben onu da savunmamışım aksine mehmet kutlular abinin onu da eleştiren yazısını vermişim..

yani biz bir problemi konuşurken sadece ve sadece o hatayı yok etmeye ve talebelerin bu konuda uyanık olmasına çalışıyoruz..ben hiç kimse hakkında ne kafirdir dedim ne de herşeyiyle kötü dedim..hepsi de çok iyidir. allah razı olsun. ama biz burda sadece yapılan hataları göstermeye çalışıyoruz.bunların düzeltilmesi cemaatlerin fertleriyle olur..bilgi paylaşımı yapıyoruz...bu anlamda asla toptancı ve mühürleyici bir tavrım olamaz...

-kürt meselesi hakkında hatadır demenize sevindim..ayrıca siyasileşmek te hatadır..hele hele din düşmanlarıyla yanyana olmak...

Rabian:YıNE CEKA kardeşime:

ilk olarak zaten ben de risale dışında bir yöntemle gitmiyorum..üstadın yapmadığını yapıyoruz diye söylüyorum. o konuda ayrılık yok.

sonra dediğiniz gibi o tekliflere aldanılmaması ve karşı çıkılması en çok taktir ettiğim noktadır..bu konuda da ben sizleri takdir ediyorum..sadece siz değil tüm cemaatlerin iyi yönlerini inkar etmek üstadın metodu değil. bu konuda beni fazla zuçladınız. sanki herşeyi yok saymışım..

aktardığım yazıda zaten cemaatin gelen teklifleri kabul etmediğini ve mücadelesini biliyorum ve bu noktayı taktir etmişim..şunu unutmayalım sadece ben burda bazı hataları dile getiriyorum..o hatların düzeltilmesi için bilgi paylaşımı yapıyoruz...hataları söylediğimde o şey üzerinde duralım. sadece o hatalar..onunda dışındaki noktaları taktir de ederim...

tekrarlıyorum...iki temel problem var..rejimle beraber olup mülüsmanlara sırtını dönmek ve cemaatsel düşünmek ve kürt meselesini anlayamamak..

diğer konularda asla ve asla bir eşy demek. söylenen tüm iyi şeyleri taktir ederiz...ama burda hataların ikincisi olan kürt meselesini açtım ve üstadın çarpıtılmasını dile getiriyorum ve getirelim...

-demirelin desteklenmesi hatasını destekleyenlere atfen söylüyorum ki kutlular abi kendisi üstteki yazı desteklediğini belirtiyor..bu yanlıştır dedim. yani dine düşman birisiyle asla birliktelik olmaz..

burada demireli temize çıkarmaya çalışyorsunuz. oysa demirelin tüm müslümanlara neler çektirdiğini ve onun dindar biri değil aksine nurcuları kullanmaya çalıştığını herkes biliyor..bari onu savunmayın...


-ben hiçbir zaman oy kullanmadım. kimseye oy vermedim...burda da yine beni bir tarafa koymaya çalışıyorsunuz. ama ben siyasetten çok uzağım...üstad gibi..ama sadece hataları konuşuyoruz...bu hataları konuşunca iyilikleri asla unutmuyorum. o nedenle sadece hataları dile getiren bir kardeş gibi düşünün beni...

islamcı erbakancı olmadığım gibi iman noktasında erbakan ile demirel arasında cennet ile cehennem kadar bir mesafe vardır..birisi bir cemaati olan ve islami faliyet gösteren dindar birisidir ki sadece inancı ve ameli açısından onu sevemek gerekir.. fakat diğeri ne inancı vardır ne de ameli ve ibadeti..ikisini üstadın hangi mantığıyla ters çevirirsiniz bilemem...olsa olsa abiler öyle yaptığı için..zaten dediğini şey bu. o ne yaparsa kabulüm diyorsunuz. bak diğer kardeşim onu kürtçe hakkında söylediği söze katılmadığını belirtti.demek iradesini devre dışı bırakmamış..herşeye evet demek gerekmez..

iman noktasından bakarsan demrirelle erbakanı hiç yan yana getirmemek gerekir..ki ben erbakancı da değil bir nurcuyum.yine hatırlatıyorum tüm nur telebeleri benim duamda da vardır. ama biz burda hatalarla ilgili konuşuyoruz.bunları konuşmak sizin demireli savunup erbakanı eleştirmeniz gibi siyasi bir taraftarlık değildir...

benim için namaz kılan birisi kılmayandan üstündür...hataları atar iyilikleri alırım ama dost düşmanı ayırt ederim...

-son verdiğiniz örnekte siyasi taraftarlık ve eceviti destekleme eleştilirken demirelin masum ve iyi gösterilmesi hatasıydı. yani ne farkı var..eğer üstad siyasetten uzak kalınması gerekir ve cemaat adına siyasete asla girilmemesi gerekir diyorsa bunlar yanlış oluyor. çünkü hatalar cemaati kötülüyor..

-siyasette kalbe bakılmaz ele bakılır ifadesini üstad bir sistemin bir kişiye ceza ugulayabilmesi için onun eyleme geçmiş olması gerekir ve fikrinden dolayı kimse sorumlu tutulamaz anlmaında kullanır...biz fille geçmiş olan risalelerde yapılan tahrifleri ve kürt gerçeğini içine sindirememe konusunu konuşuyıruz....bu konuda da olanları belirttik. ve kutlular abinin itirafını aktardım...bunun da hata olduğunu söylemesine rağmen sadece o değil tüm cemaatler hala gerçek haliyle yayın yapmıyor.


Hamisen: SEDAT kardeşim.

üstad kürt olması hasebiyle kendi milletini cehaletten kurtarmak için nasihatlerde bulunmuş ve bunu için girişimlerde bulunmuş ama tabi ki menfice değil...bu norlam bir şeydi ve milletinin de diğer milletler deviyesine çıkması için uğraşmıştır. bu normak bir şeydir..

ortada kayanayan bir kürt meselesi varken doğru çözüm yolları için tahrif edilen ve gizlenen üstadı okuyalım ve araştıralım diyorum...bu mesleden bahsetmem türk düşmanlığı olarak asla algılanmamalı. üstadın hamiyeti milliye dediği şeydir sadece...üstadın tek boyutu bu değildir..en büyük özelliği müceddid olması asrın hareketi olması ama her yönüyle tanınsın istiyoruz..teşekkürler.

BU AÇIDAN BEN HıÇ BıR ZAMAN OLAYI CEMAATLERıN KÖTÜ OLDUğUNA ÇEKMEK ıSTEYEN BıRıSı DEğıLıM..KONUMUZ SADECE ESKı SAıDıN ESERLERıNıN ANLAşILMASI VE KÜRT MESELESıNDEKı HATALARIN DÜZELTıLMESıDıR..TÜM CEMAATLER ALLAH ıÇıNDıR AMA KULLAR GıBı ONLAR DA HATA YAPAR..HATALARI DıLE GETıRMEK DÜşMANLIK GEREKTıRMEZ.. SADECE KONUMUZ HAKKINDA YAZALIM...

ALLAH RAZI OLSUN...

Sedat

Orta Düzey

  • "Sedat" bir erkek

Mesajlar: 167

Konum: Frankfurt

Meslek: Sürücü kursu ögretmeni

  • Özel mesaj gönder

23

16.12.2007, 03:56

kardesim kisaca anladigim kadari ile hala ynlis yoldasin dikkatli ol

NE DEMEK üstad kendi MILLETINI cehaletten kurtarmak icin ugrasmis, bak hala milliyetcilik yapiyorsun üstadin kendi MILLETI her zaman bahsettigi 300 milyon müslüman degilmi senin irkci mantiginla ben üstadin milletinden degilmiyim, dikkat et senin gibiler türkcülük adina üstadin kürtlügüne saldiranlarin ekmegine yag sürüyor.
demirel ve erbakan konusundada sacmalamissin anlasilan kafan bir sürü hurafe ile dolu risalerden bahsediyorsun ölcülerin tamamen yanlis. o zaman menderes de erbakan kadar dindar degildi ama üstad ona islam kahramani diyor, demirel hakkinda nasil dinsizlik ithaminda bulunursun TR de ilk cuma namazi kilan basbakandir, ayasofyanin bir kismini ibadete acan kutsal emanetler etrafinda okunan hatim i 50 sene aradan sonra tekrar baslatan kisidir,, imam hatipler ilahiyatlar felan, yani senin gözünün önünde 5 vakit namaz mi kilmasi lazim?? su bir gercekki demirel agziyla kus tutsa senin gibi birtakim cevrelerin etkisi ile kafasi bulanmis insanlar gine düsmanlik yaparlar, hala elinizde bir ispat olmadigi halde adami kafir yaptiniz bravo yani, müslümanligi bir yana adamin siyasi becerisi ortada iki darbe gecirmis biri ve millet ginede onu secmis aday oldugunda neden acaba.
bizim burda demireli emize cikarmaya felan niyetimiz yok sen hele demirelin kirli camasirlarini göster ve ispatla din düsmani oldgunu kanitla üstadimizin ve risale i nur metodu geregi kanitlamadan delilsiz konusma olmaz nurcu icin teorilere ve bos lafa karnimiz tok

24

16.12.2007, 10:14

Üstad Kürt'dü ve...

Sedat kardeşim:

Üstadın kürd olması nedeniyle kürtleri uyandırmaya ve cehaletin giderilmesine çalışmasını bile kabul etmiyorsan üstadın eski said dönemini hiç okumadığını veya yanlış şeyler okuduğunu anlıyorum..zaten bu konuyu açmamın nedeni eski saidin eserlerinin tahrif edilmesi ve okutulmamması nedeniyle üstadın yanlış tanıtılması rejimin milli mantığına uydurulmaya çalışılmasıdır..

üstad meşrutiyete kadar ve meşrutiyet döneminde ısrarlı bir şekilde ve meşrutiyetten sonra cumhuriyete kadar orta düzeyde devamlı olarak kürtlerin uyanması ve diğer melletler gibi kendi diline sahip çıkıp eski zamanlardaki beraberliğini sağlamasına vurgu yapar.ama bu menfi anlamda değildir..bu konuda sonra size delillerin hepsini yani sadece eski ve yeni said dönemindeki tüm eserlerdeki sözlerini aktaracağım.

üstad said-i kürdi diye herhalde şans eseri meşhur olmadı. kaldı ki kırk yaşından sonra türkçe öğreniyor ve cumhuriyete diğer tüm hayatı islam kardeşliği, müslümanların uyanması ve özellikle kürtlerin hamiyet-i milliyeye sahip çıkmalarına çalışmak ile geçer.

bu konuda şüphesi olan herkes sadece zehra yayıncılığın içtima-i dersler kitabını alsın ve Münazarat, iki mektebi musibetin şehadetnamesi,divanı harbi örfi ve makaleler ve bir kaç bölümü altını çize çize ve diğer yayınların da kitaplarını önlerine alarak değerlendirmelerini not alsın...sonra burda bilerek konuşsun..belgelere dayanarak söylüyorum ve orda üstadın o dönem kürt teavün ve terakki, vokan, sebilurreşad gibi gazetelerde yayınlanmış meşhur makaleleri ve üstadın kendi kürtçe yazısı gibi bir sürü belge var..

kimse bunları bilmez ve meşhur eserlein çoğu tahrif edilmiş yerlerle doludur...önce oraya bakın karşılaştırın...soruşturun öyle konuşalım..elinizdeki risalelere göre bir şey söylebilmek herkesin yapacağı bir şey değil..

ayrıca dilimize sahip olalım ve saldırıda bulunmadan konuşalım..forum yöneticisi arkadaş bu forumda kötü sözler konuşanları uyarsın beni değil..çünkü ben kardeşlik dahilinde hatları konuşuyorum...

o kitaba bakıp ezberleyin ona göre görüşelim...

selamlar..

25

16.12.2007, 10:58

Ya zaten orada eleştirdiği için siz bu derece Kutlular ağabeye karşı tavır almışsınız. 12 Eylül'de korkutulan Mehmet Kırkıncı ağabeyin Anadoludaki dersanelerde gazete ve Kutlular ağabeye karşı aleyhte propaganda yaptığı ve 1982 anayasasına destek verdiği herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Ve bu Demirel'e destek vermekten daha büyük bir hatadır. Zira cemaati bölmüştür...

Sedat

Orta Düzey

  • "Sedat" bir erkek

Mesajlar: 167

Konum: Frankfurt

Meslek: Sürücü kursu ögretmeni

  • Özel mesaj gönder

26

16.12.2007, 13:47

ben kimseye saldirida bulunmadim kardesim, eger alindiysan hakkini helel et , her yigidin bir yogurt yiyisi vardir demisler benim mizacim ve uslübüm böyle,

Bende o zaman bahsettigin delilleri bekliyorum

hem Demirel konusunda
hem de diger konularda

simdiye kadar bahsettigin sadece teori de kaliyor hele bir de delilleri görelim
birde hala anlayabilmis degilim amacin nedir? üstadin kürd cü oldugunu mu ispatlamaya calisiyorsun?? nedir yani biraz metodlu konus ve bir sonuca varalim, eger mesele risalaerde yapilan bazi degisimlermi ki bunu zaten her nurcu biliyor, nedir yani problem?

27

16.12.2007, 14:07

Alıntı

üstadin kürtlügünü ön plana cikarip

Bediüzzaman r.a. kürt değildir!
Seyyiddir!

28

16.12.2007, 14:12

Alıntı

islamcı erbakancı olmadığım gibi iman noktasında erbakan ile demirel arasında cennet ile cehennem kadar bir mesafe vardır..birisi bir cemaati olan ve islami faliyet gösteren dindar birisidir ki sadece inancı ve ameli açısından onu sevemek gerekir.. fakat diğeri ne inancı vardır ne de ameli ve ibadeti.

ayıp.. vallahi ayıp..
hem de günah..
bu ülkenin ilk Cuma namazı kılan başbakanına bu iftiraları atanlar, Ayasofya Camiinin ezan okunan minaresindeki taşların şahitliğinde hesap verir mahşerde..
Demirel kimin alnını niye karışlamıştı?
göğsünü kim gere gere, ne diyebilirdi?
asıl gocunulan, Yeni Asyacıların hep haklı çıkması!

Bilâl Tunç

Orta Düzey

Mesajlar: 360

Konum:

Meslek:

Hobiler: 1- tashih, 2- Osmanlıca, 3- arıcılık

  • Özel mesaj gönder

29

16.12.2007, 15:27

Sn.osmanoca,

1-Size, insanları dinli dinsiz diye ayırma selâhiyeti mi verildi? Yardınız da kalblerine mi baktınız?
2-Bir insan, 50 sene evvel yazdığı kendi eseri üzerinde zamânın şartlarına göre ba’zı değişiklikler yaparsa bu tahrifât mıdır.?
3-Zehra Yayıncılığın neşrettiği D.H.Örfî’de hangi nüsha esas alınmıştır? Müellifinin 1950’lerde gözden geçirdiği nüshadaki tashihler metne dâhil edilmiş midir?
4-“ıçtimâî Dersler”in yayın târihi kaçtır?
5- ıçtimâî Dersler ve bir de Ceylan Ağabey’in hattı ile olan nüshalar hâriç, diğerlerini tetkik imkânım oldu. Diğer eserlere göre D.H.Ö. üzerinde 1960 i’tibâriyle, yeni yazı olanların ekserîsinde aşırı tasarrufta bulunulduğu bir vâkıa. Â. Bedîiye’de, 1909-10 baskıları esas alınmakla berâber az da olsa değişiklikler var. ı.Reçeteler’de, 1909- 10’larda basılan nüshalar esas alınmış. Bu iki nüshada da nedense 1950’lerde yapılan 64 sayfalık musahhah nüsha görmezden gelinmiş!?
6- Bir müellif eserini istediği dilde yazamaz mı? Üstâd Hazretleri, Arabça ve Türkçe yazmışsa bu kabâhat midir? Arabçalarının çoğunu da sonradan Türkçeye çevirmiş veyâ tercüme ettirmemiş midir? Zehrâ yayıncılık da Türkçe olarak neşretmiyor mu? Peki, neden Kürdçe basmıyorsunuz? Onu da KutlularÂğabey mi engelliyor? “demokrasi küfür rejimidir,.., tek yol ıslâm”cıların devr-i ikltidârlarındayız(!). Çıkın Çankaya’ya, derdinizi anlatın. Belki size zemzem ve hurma da ikrâm edilir(!). Yalnız dikkat edin, kırmızı şarap olmasın!
7-Hâdiselere ve kişilere bakarken neden gözünüzün birini kapatıyorsunu? Kendinize mahzâ hayr, farklı düşünenlere mahzâ şer gözü ile bakıyorsunuz?
8-Bir doğruyu oltanın iğnesine yem olarak takıyorsunuz, sonra zokayı yutturmağa kalkıyor sunuz. Tabîî yutan olursa.. Gerçekten yaman demogoji yapıyorsunuz! Bütün doğruları kendinize, eğrileri bizlere yüklemeyi nasıl da beceriyorsunuz!.
9-Bir şekilde ba’zı yanlışlıklar, yanlışlar yapılmıştır,yapılıyor. Çok güzel, cihabahâ hizmetler de yapılmıştır, yapılıyor. Doğrular da yanlışlar da hepimizin. Herkes kendi yanlışlarını tashih ederse işler düzelir. Ne dersiniz?

Bilâl Tunç

Orta Düzey

Mesajlar: 360

Konum:

Meslek:

Hobiler: 1- tashih, 2- Osmanlıca, 3- arıcılık

  • Özel mesaj gönder

30

16.12.2007, 15:41

Yeri gelmişken, Üstâd'ın 1950'lerde gözden geçirip teksir ettirdiği D.H.Ö. nüshasının yeniyazıya çevrilmişini Kardeşlerimin nazar-ı tetkiklerine ve bilgilerine arz ediyorum.
Selâm ve muhabbetlerimle.

ıKı MEKTEB-ı MUSÎBETıN şEHÂDETNÂMESı
yâhûd
Dîvân-ı Harb-i Örfî ve Saîd-i Kürdî

Nâşir: Kürdîzâde Ahmed Râmiz

{Kırkaltı sene evvel tab‘edilmiş hakîkatli bir eserdir. Fakat; müellifi o zamân Türkçe iyi bilmediğinden, kısa cümlelerle şiddetli bir zamândaki ibâreleri çok dikkatle ancak anlaşılabilir.}

Not: D.H.Ö.(1), Os. Teksir nüsha (1954-57) esas alınarak tanzim edilmiştir. 29.10.07 / Bilâl Tunç

ıFÂDE-ı NÂşıR ((AHMED RÂMıZ))(*)

323 senesi zarfında idi ki; Kürdistân’ın yalçın, sarp, âhenîn mâverâ-yi şevâhik-ı cibâlinde tulû‘ etmiş ‘Saîd Kürdî’ isminde nevâdir-i hilkatten ma‘dûd bir âteşpâre-i zekânın ıstanbul âfâkında rü’yet eylediği haberi etrâfa aksetmiş.. ve fıtraten mütecessis olan ba‘zı kimseler o hârika-i fıtratı peyâpey gördükçe, hilkatin hazâin-i lâtefnâsındaki sehâveti bir türlü hazmedemeyenleri, şu Kürd kıyâfetinde, o şâl ve şâlvâr altında öyle bir kânûn-i dehânın ihtifâ edebileceğini bir türlü anlayamayarak, âtıl ve müzevvir olan ekseriyyet-i hasîse, zelîl olan hissiyyât-ı umûmiyyesini bir kelime-i tezyîfin ma‘nâ-yı intikàmında telhîs etmişlerdi: Mecnûn…

Saîd ((Nûrsî)), filvâki‘ ifrât-ı zekâ i‘tibâriyle hudûd-i cünûnda idi. Fakat öyle bir cünûn ki; onun rûh-i kemâl ve aklına, en ulvî ve fedâî şâir-i bedbahtî olan bir üstâd-ı muhterem A.(Cevdet), şu mısrâ‘larında tercümân-ı zîşânı olmuştur:

Cünûn başımda yanar âteş-i maâlîdir,
Cünûn başımda benim bir zekâ-yi âlîdir,

Benim cünûnuma rehber ziyâ-yi ulviyyet,
Benim cünûnumu bekler azîm bir niyyet!

Evet, Saîd ((Nûrsî)), ıstanbul’a; şûrezâr ((Vilâyât-ı şarkıyye’nin)), maârifsizlikle öldürülmek istenilmiş kâinât idrâkinde yapamadığı kâşânelere bedel, Yıldız siyâsetlerini zelzelelere vermek azmiyle gelmişti.

Dahâ ıstanbul’a gelmeden Van’dan, Bitlis’ten, Mardin’den defaâtle nefyolundu. ıstanbul’a gelmesiyle berâber Sultân Abdülhamîd tarafından da sûret-i mahsûsada tarassud altına aldırıldı. Birkaç kerre tevkîf edildi. Nihâyet bir gün geldi ki, Saîd ((Nûrsî’yi de)) Üsküdâr’a Toptaşı’na yolladılar. Çünki, hapishânede îkàz edilecek kimseler bulunmak muhtemeldi. Tîmârhâneden(**) ikidebirde çıkarılıyor; maâş, rütbe tebşîr edilir.. Hz. Saîd; “Ben ((Vilâyât-ı şarkıyye))’de medrese, mekteb açtırmak üzere geldim. Başka bir dileğim yoktur. Bunu isterim, başka bir şey istemem.” derdi. Ta‘bîr-i âherle, Bedîüzzamân iki şey istiyordu: Kürdistân’ın her tarafında mektebler, medreseler açtırmak istiyor, başka bir şey almamak istiyordu…

Arş-ı kanâat oldu behişt-i gınâ bize
Biz inmeyiz(***) zemîn-i müdârâya ol emîn!
Mansıbların, makàmların en bülendidir,
-Vicdânımızca- mansıb-ı tahkîr-i zâlimîn.

şehzâdebaşı’nda şemâtetle bir konferans verildiği gece, kemâl -i mehâbetle sahneye çıkıp îrâd ettiği nutk-ı beliğ-i bîtarafâne, Saîd’in ihâta-i ilmiyyesi kadar, hamâset ve fedâkârlıkta da bîmânende olduğunu te’yîd eder. Gerek o gece, gerek menhûs 31 Mart’ta,

(*):Üstâd Hazretlerinin kendi elyazısı olan ibâreler, çiftli parenteze alınmıştır. (B. Tunç)
(**): H.1328 / M.1910 baskısında, “Bîmârhâne”. (B.T.)
(***): Kahriyyât, 1909: 81 ve D.H.Ö., H.1328 / M.1910 (B.T.)

KÂNÛN: Ocak. Ateş yanan yer. KÂNÛN-ı DEHÂ: Dehâ kaynağı.

cihândeğer nasîhatleriyle ortaya atılan hâce-i dânâya, böyle tehlikeli âvânda vücûd-i
kıymetdârının siyâneti , nefean-li’l-umûm elzem olduğu hâlde ve ihtâr edildiği zamân, “En
büyük ders, doğruluk yolunda ölümünü istihkàr dersi vermektir..”; “ yerinde ölmek içün bu
hayât lâzımdır” fikrine karşı,

Âşinâyız, bize bîgânedir endîşe-i mevt:
Adl ü Hak uğruna nezreylemişiz cânımızı.
mısrâıyle mukàbele ederdi.

Saîd-i hüşyârın safvet-i rûhunu, besâlet ve şecâatini, fedâkârlığındaki nihâyetsizliği anlamak ve ona ebedî (bir) râbıta (-i aşkla) bağlanmak içün , lisân-ı hamâsetinden (meşhûr ‘Kahriyyât’ın ) ezcümle şöyle bir parçasını dinlemek kifâyet eder:

“Sarây”ı, “zindân”ı yık, taşlarını başlara ur,
Yere indir “Güneş”i, “Yıldız”ı eflâka savur.
Ser’-i bîdâdı kopar, kalb-i ta‘dâyı kavur,
Ol bize âb-ı hayât âteş-i seyyâl-i memât!

Bedîüzzamân’a zurafâdan biri bir gün, irfânıyla mütenâsib bir esvâb iktisâsı lüzûmundan bahseder. Müşârün’ileyh de: “Siz Avusturya’ya gûyâ boykot yapıyorsunuz, yine onun yolladığı kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise; bütün Avrupa’ya boykot yapıp yalnız memleketimin ma‘mûlâtını giyerim.” buyurmuştur.

Elyevm, Saîd ((Nûrsî ))Kürdistân’a döndü. ıstanbul’un havâ-yi gılligışından, tezvîrâtından, bedraka-i efkâr olmak lâzımgelen gazetecilerin ba‘zılarının bütün fenâlıklara bâdî, bütün fenâlıkların müvellidi olduklarını görerek, bu derece açık cinâyetlere tahammül edemeyerek me’yûs, müteessir; vahşetzâr fakat mûnis, fakat vefâkâr ve nâmûsperver olan dağlarına döndü. ısâbet etti. Kimbilir, belki en büyük icrââtinden biri de budur.

AHMED RÂMıZ


((“kırkaltı sene(*) evvel tab‘ edilmiş”))
ıKı MEKTEB-ı MUSÎBETıN şEHÂDETNÂMESı

MUKADDıME

Vaktâ ki; Hürriyyet dîvânelikle yâd olunurdu, ıstibdâd tîmârhâneyi mekteb eyledi. Vaktâ ki; i‘tidâl, ((istikàmet)) irticâ‘la iltibâs olundu, Meşrûtıyyet de hapishâneyi mekteb yaptı.

Ey, şu şehâdetnâmemi temâşâ eden zevât! Lutfen rûh ve hayâlinizi, misâfireten, yeni medeniyyete karışmış asabî bir ((bedevî)) talebesinin hâl-i ihtilâlde olan cesed ve dimâğına gönderiniz. Tâ tahtie ile hatâya düşmeyesiniz.

(( Otuzbir Mart Hâdisesinde Dîvân-ı Harb-i Örfîde dedim ki)):

Ben talebeyim. Ânın’çün her şey’i mîzân-ı şerîat’le muvâzene ediyorum. Ben milliyyetimizi, yalnız ıslâmiyyet biliyorum. Ânın içün her şey’i de ıslâmiyyet nokta-i nazarından muhâkeme ediyorum.

Ben, hapishâne denilen ((âlem))-i berzahın kapısında dururken ve dârağacı denilen istasyonda âhirete giden şimendüferi beklerken, cem’ıyyet-i beşeriyyenin gaddârâne hâllerini tenkîd ederek nev‘-i benîbeşere îrâd ettiğim bir nutuktur. Ânın içün,
يَوْمَ تُبْلَى السَّرَائِ&#158 5;ُ sırrınca kabr-i kalbden hakàik çıplak çıktı. Nâmahrem olan
kimseler nazar etmesin. Âhirete kemâl-i iştiyâk ile müheyyâyım. Nasıl ki, bir bedevî garâibperest, ıstanbul’un acâyib ve mehâsinini işitmiş fakat görmemiş iken; nasıl ki, kemâl-i hâhişle görmeği arzû eder! Ben de ma‘raz-ı acâib (ve) garâib olan âlem-i âhireti o hâhiş ile görmek istiyorum. şimdi de öyleyim. Beni buraya nefyetmek cezâ değil; sizin elinizden gelirse, beni vicdânen muazzeb ediniz. Ve illâ başka sûretle azâb, azâb değil!.. Benim içün bu hükûmet, zamân-ı ıstibdâdda akla husûmet ve şimdi de hayâta adâvet ediyor. Eğer hükûmet böyle olursa; yaşasın cünûn, yaşasın mevt!.. Zâlimler içün de yaşasın Cehennem!.. Ben zâten bir zemîn istiyordum ki, efkârımı onda beyân edeyim. şimdi Dîvân-ı Harb iyi bir zemîn oldu…

Bidâyetlerde herkesten suâl olunduğu gibi bana da suâl ettiler: Sen de şerîat’i istemişsin?

Dedim: şerîat’in bir hakîkatine bin rûhum olsa fedâ etmeğe hâzırım! Zîrâ şerîat, adâlet-i mahz ve fazîlettir. Fakat, ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil..

Hem de dediler: ıttihâd-ı Muhammediyye’ye dâhil misin?

Dedim: Maal-iftihâr, en küçük efrâdındanım. Fakat, benim ta‘rîf ettiğim vecihle. Ve o ittihâddan olmayan kimdir, bana gösteriniz?

(*): Bu târih, 1954 senesine âiddir.

ışte; o nutku şimdi neşrediyorum. Tâ ki, Meşrûtıyyeti lekeden, ve ehl-i şerîati me’yûsiyyetten, ve ehl-i asrı târih nazarından, cehl ü cünûndan, ve hakîkati evhâm ve şükûkten kurtarayım. ışte başlıyorum..

Dedim: Ey, Zâbitler! Hapsimi iktizâ eden cinâyetlerin icmâli:
اِذَا مَحَاسِنِى اللاَّتِى اَدِلُّ بِهَا كَانَتْ ذُنُوبِى فَقُلْ لِى كَيْفَ اَعْتَذِرُ
Ya‘nî: Medâr-ı iftihârım olan mehâsinim, şimdi günâh sayılıyor. Artık nasıl i‘tizâr edeyim, mütehayyirim?!

Mukaddeme olarak söylüyorum: Merd olan cinâyete tenezzül etmez. şâyet isnâd olunsa, cezâdan korkmaz. Hem de haksız yere i‘dâm olunsam, iki şehîd sevâbı kazanırım. Zîrâ başka şehîd, yarı mükâfâtını dünyâda, nâm ve şöhretle mübâdele eder. şâyet hapiste kalsam, böyle hürriyyeti lafızdan ibâret bulunan gaddâr bir hükûmetin en râhat mevkii hapishâne olsa gerektir. Mazlûmiyyetle ölmek, zâlimiyyetle yaşamaktan dahâ hayırlıdır.

Bunu da derim ki: Ba‘zı kabâhatli adam, kabâhatini setr içün başkasını jurnal veyâ buranın hâli gibi, müdâhane eder. şimdi yeni hafiyyeler, eskiden beterdirler. Bunların sadâkatine nasıl i‘timâd olunur? Adâlet onların sözlerine nasıl binâ olunur? Hem de cerbeze ile insân, adâlet yaparken zulme düşüyor. Zîrâ insân kusûrsuz olmaz. Fakat zamân-ı medîd ve efrâd-ı kesîre içinde ve tahallül-i mehâsin ile ta‘dîl olunan müteferrik kusûrlar cerbeze ile cem‘, hem bir zamân-ı vâhidde, hem bir şahs-ı vâhidde sudûrunu tevehhüm ederek şedîd cezâya müstehak görür. Hâlbuki; zulm-i şedîddir.

şimdi gelelim onbirbuçuk cinâyetlerimin(!) ta‘dâdına: (ıHTÂR)

BıRıNCı CıNÂYET: Geçen sene Hürriyyetin bidâyetinde elli-altmış telgraf, umûm aşâir-i Ekrâd’a, Sadâret vâsıtasıyle çektim. Meâli şu idi:

“Meşrûtıyyet ve Kànûn-i Esâsî işittiğiniz emr, adâlet ve meşveret-i şer’ıyyeden ibârettir. Hüsn-i telakkî ediniz, muhâfazasına çalışınız. Zîrâ, saâdetimiz Meşrûtıyyet’tedir. Devr-i ıstibdâd’da herkesten ziyâde biz zarardîdeyiz.”

Her yerden bu telgrafların cevâbı, sûret-i hasenede geldi. Demek; ((bedevîleri , aşîretleri)) tenbîh ettim, gàfil bırakmadım. Tâ ki, ıstibdâd onların gafletinden istifâde etmesin. “ Neme lâzım” demediğimden, cinâyet(!) işledim.

ıKıNCı CıNÂYET: Ayasofya, Bâyezîd ve Fâtih’de ve Süleymâniyye’de umûm ulemâ ve talebeye hitâben müteaddid nutuklar ile şerîat’in ve müsemmâ-yi meşrûtıyyetin münâsebet-i hakîkıyyesini şerh ve teşrîh ettim. Ve istibdâdın şerîat’le münâsebeti olmadığını beyân ettim. şöyle ki:

“şerîat; âleme gelmiş, tâ istibdâdı ve tahakkümü mahvetsin. Eğer temessül
etse: ıstibdâd; bir dev ((ve meşrû‘)) meşrûtıyyet; ((bir ma‘nevî)) Süleymân, şerîat; hâtem-i Süleymân sûretine girerdi. Bu, hâsıyyet-i tesahhüre(?) mâlik olan hâtem-i şerîat idi. Taht-ı medeniyette oturan ve efkâr-ı umûmiyye denilen Süleymân-ı meşrûtıyyetin engüşt(ün)e lâyık iken ifrît-i istibdâd gasb etmiş idi.”

ıHTÂR: Bu cinâyetlerin herbiri, Dîvân-ı Harbdeki kırk tâne evrâk-ı perîşânımda ve sâir şâyiâtda hâtıra gelen suâl-i mukadderelere birer cevâb-ı icmâlîdir. (H.1327-28 / M.1909-10 nüshaları / B.T.)
(?): Diğer nüshalarda, ‘teshîr’. (B.T.)

Herhangibir nutuk îrâd etmiş isem, “ Herbir kelimesini, kimsenin bir i‘tirâzı varsa bürhân-ı kat’î ile isbâta hâzırım.” diye umûma meydân okudum. Ve dedim ki: “ Asıl, şerîat’in mâlik-i hakîkîsi, hakîkat-i meşrûtıyyettir.” Demek, meşrûtıyyeti delâil-i şer’ıyye ile kabûl ettim. Başka müzebzibler gibi taklîdî ve hilâf-ı şerîat telakkî etmedim. Ve ulemâ ve şerîat’i, Avrupa’nın zünûn-i fâsidesinden, iktidârıma göre kurtarmağa çalıştığımdan, cinâyet(!) ettim.

ÜÇÜNCÜ CıNÂYET: ıstanbul’da yirmibine yakın Kürdler; hammâl, ve gàfil ve sâfdil olduklarından, müstebidlerin onları iğfâl ile ((hemşehrilerimi)) lekedâr etmelerinden korktum. ((O hamâlların)) umûm yerlerini ve kahvelerini gezdim. Geçen sene, anlayacakları bir tarîk ile meşrûtıyyeti anlara telkîn ettim. şu meâlde:

“ıstibdâd, zulm ve tahakkümdür. Meşrûtıyyet, adâlet ve şerîat’tir. Pâdişâh, ne vakit Peygamberimizin(a.s.m) emrine itâat etse ve yoluna girse , Halîfe’dir. Biz de âna itâat edeceğiz. Yoksa zulm edenler pâdişâh da olsa haydûddur.

Bizim düşmânımız; cehâlet, zarûret ve ihtilâftır. Bu üç düşmâna karşı cihâd edeceğiz. San’at, ma‘rifet silâhıyle.. Ammâ, komşularımız ve bizi teyakkuz ve terakkîye sevk eden Ermenîler’le dost olup el-ele vereceğiz. Zîrâ, husûmette fenâlık var, husûmete vaktimiz yoktur.. Hükûmetin işine karışmıyacağız. Zîrâ, hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz..”

Hammâllar Avusturya’ya karşı – benim gibi bütün Avrupa’ya – boykotajları ve en müşevveş ve heyecânlı zamânlarda âkılâne hareketleri bu nasîhatimin te’sîri olmuştur. Pâdişâha karşı ziyâde irtibâtlarını ta‘dîl etmek ve boykotajla Avusturya’ya karşı harb-i iktisâdî açmağa sebebiyyet verdiğimden, demek cinâyet(!) ettim.

DÖRDÜNCÜ CıNÂYET: Avrupa, bizdeki cehâlet ve taassub müsâadesiyle, şerîat’i – hâşâ ve kellâ – müsâid-i istibdâd zannettiklerinden nihâyet derecede kalben dağdâr idim. Onların zannını tekzîb etmek içün, Meşrûtıyyeti herkesten ziyâde – şerîat nâmına – alkışladım. Lâkin, yine korktum ki, istibdâd tekrâr o zannı tasdîk etsin. Ne kadar kuvvetim var idi, Ayasofya Câmii’nde meb’ûsâna hitâben feryâd ettim ve söyledim ki:

“Meşrûtıyyeti, ‘meşrûıyyet’ unvânıyle telakkî ve telkîn ediniz. ıstibdâd, pis eliyle o mübâreği ağrâzına siper etmekle lekedâr etmesin. Hürriyyeti, âdâb-ı şerîat’le takyîd ediniz. Zîrâ, câhil efrâd ve avâm, kayıdsız hür olsa, sefîh ve itâatsiz olur. Adâlet namâzında kıble, Mezâhib-i Erbaa olsun. Tâ ki, namâz sahîh ola.”

Zîrâ, hakàyık-ı meşrûtıyyet; sarâhaten ve zımnen ve iznen, mezâhib-i erbaadan istihrâcı mümkin olduğunu da‘vâ ettim.. Ben ki, âdî bir talebeyim; ulemâya farz-ı ayn olan bir vazîfeyi omuzuma aldım. Demek cinâyet(!) ettim.

BEşıNCı CıNÂYET: Gazeteler, iki kıyâs-ı fâsid cihetiyle; neşriyyât-ı haysiyyetşikenâne ile ahlâk-ı ıslâmiyyeyi sarstılar ve efkâr-ı umûmiyyeyi perîşân ettiler. Ben de onları redden, cerîdelerde makàleler neşrettim, ve dedim ki:

“Ey, gazeticiler! Edîbler edebli olmalı, hem de edeb-i ıslâmiyye ile müteeddib olmalı. Ve onun sözleri, kalb-i umûmî-i müşterek-i millette bîtarafâne çıkmalı. Ve matbûât nizâmnâmesini, vicdânınızdaki hiss-i diyânet ve niyyet-i hâlisa tanzim etmeli. Hâlbuki siz, iki kıyâs-ı hâdi‘ ile; ya‘nî, taşrayı ıstanbul’a, ıstanbul’u Avrupa’ya kıyâs ederek efkâr-ı umûmiyyeyi bataklığa düşürdünüz ve ağrâz-ı şahsiyye ve fikr-i intikàmı uyandırdınız. Zîrâ, çocuğa felsefe-i tab’ıyye dersi verilmez. Ve erkeğe karı libâsı yakışmaz. Ve Avrupa’nın hissiyyâtı, ıstanbul’da tatbîk olunmaz. ıhtilâf-ı milel ve akvâm; tehâlüf-i emkine ve aktâr, ihtilâf-ı ezmine ve a‘sâr gibidir. Birisinin libâsı ötekinin endâmına gelmez. Demek, Fransız ıhtilâl-i Kebîri bize tamâmen ‘düstûru’l- hareke’ olamaz. Yanlışlık, tatbîk-ı nazariyyât ve muktezâ-yı hâli düşünmemekten çıkar.”

Ben ki, ümmî ve bedevî bir vatandaşım; böyle cerbezeli ve mugàlatalı ve ağrâzlı muharrirlere nasîhat ettim. Demek cinâyet(!) ettim.

ALTINCI CıNÂYET: Kaç def’a büyük içtimâ‘larda heyecanları hissettim. Korktum ki, avâm-ı nâs siyâsete karışmakla âsâyişi ihlâl etsinler. Bir bedevî talebesinin lisânına yakışacak lafızlarla heyecânı teskîn ettim. Ezcümle: Bâyezîd’de talebenin içtimâında ve Ayasofya Mevlidinde ve Ferah Tiyatrosunda yetiştim. Bir derece heyecânı teskîn ettim.

Ben ki, bedevî bir adamım; medenîlerin entrikalarını bildiğim hâlde işlerine karıştım. Demek cinâyet(!) ettim.

YEDıNCı CıNÂYET: ışittim, “ıttihâd-ı Muhammedî”(a.s.m.) nâmında bir cem’ıyyet teşekkül etmiş. Nihâyet derecede korktum ki, bu ism-i mübârekin altında ba‘zılarının bir yanlış hareketi vücûda gelsin.. Sonra işittim; bu ism-i mübâreki, ba‘zı mübârek zevât (Süheyl Paşa ve şeyh Sâdık gibi), dahâ basît ve sırf ibâdete nakletmişler. Ve o cem’ıyyetten kat‘-ı alâka ettiler, siyâsete karışmayacaklar. Lâkin tekrâr korktum, dedim: “Bu isim umûmun hakkıdır, tahsîs ve tahdîd kabûl etmez!” Ben nasıl ki, dîndâr yedi cem’ıyyete mensûbum – zîrâ maksadlarını bir gördüm - . Kezâlik, o ism-i mübâreke intisâb ettim. Lâkin ta‘rîf ettiğim vecihle ki; işte bu ta‘rîfi cerîdelerde neşretmiş idim. Benim murâd ettiğim ve dâhil olduğum ıttihâd-ı Muhammedî’nin(a.s.m) ta‘rîfi budur ki:

“şark ve garba, ve cenûbdan şimâle mümted bir silsile-i müteselsile-i nûrânî ile merbût bir dâiredir. Dâhil olanlar da bu zamânda üçyüzmilyondan ziyâdedir. Bu ittihâdın cihetü’l-vahdeti ve irtibâtı, tevhîd-i ılâhîdir. Peymân ve yemîni, îmândır. Müntesibleri, Kàlû - Belâ’dan dâhil umûm mü’minlerdir. Defter-i isimleri(?) de, Levh-i Mahfûz’dur. Bu ittihâdın nâşir-i efkârı, umûm kütüb-i ıslâmiyyedir. Ve yevmiyye cerîdeleri de, i‘lâ-yi Kelimetullâh’ı hedef-i maksad eden umûm cerâid-i dîniyyedir. Klüp (ve) encümenleri; mesâcid, medâris ve zevâyelerdir. Merkezi de Haremeyn-i şerîfeyn’dir.
Böyle cem’ıyyetin reîsi, Fahr-i Âlem a.s.m’dır. Ve mesleği; herkes kendi nefsiyle cihâd-ı ekber, ya‘nî Ahlâk-ı Ahmediyye(a.s.m) ile tahalluk ve Sünnet-i Nebeviyye’yi (a.s.m) ihyâ ve başkalara da muhabbet ve kavl-i leyyin ile – eğer ızrârı intâc etmezse - nasîhat.. Bu ittihâdın nizâmnâmesi, Sünnet-i Nebeviyye (a.s.m) ve kànûnnâmesi, evâmir ve nevâhî-i şer’ıyye’dir. Ve kılınçları da, berâhin-i kàtıadır. Zîrâ, medenîlere galebe çalmak iknâ‘ iledir, icbârla değil. Taharrî-i hakîkat muhabbet iledir. Husûmet ise, vahşet ve taassuba karşı idi. Zâten hakîkî medeniyyet onları tokatlıyor.. Hedef ve maksadları da, ı‘lâ-yi Kelimetullâh’dır. şerîat de, yüzde-doksandokuzu ahlâk, ibâdet, âhiret ve fazîlete âiddir. Yüzde-bir nisbetinde siyâsete mütealliktir; onu da ulü’l-emrlerimiz düşünsünler.

şimdiki maksadımız, o silsile-i nûrânîyi ihtizâza getirmekle herkesi bir şevk ve hâhiş-i vicdân ile tarîk-i terakkîde kâ‘be-i kemâlâta sevk etmektir. Zîrâ; ı‘lâ-yi Kelimetullâh’ın bu zamânda en büyük sebebi, maddeten terakkî etmektir.”

(?): Diğerlerinde, “defter-i esmâ”.

Ben bu ittihâdın efrâdındanım ve bu ittihâdın tezâhürüne teşebbüs edenlerdenim. Yoksa sebeb-i iftirâk olan fırkalardan değilim.

Elhâsıl: Sultan Selîm’e bîat etmişim. Onun ıttihâd-ı ıslâmdaki fikrini kabûl ettim. Zîrâ o, Vilâyât-ı şarkıyye’yi îkàz etti. Onlar da ona bîat ettiler. şimdiki o vatandaşlar, o zamândaki vatandaşların aynidir. Bu mes’elede seleflerim; Cemâleddîn-i Efgànî, Mısır Müftîsi merhûm Muhammed Abdüh, Ali Suâvî, Hoca Tahsîn, Kemâl Bey ve Sultân Selîm’dir.
KIT’A

ıhtilâf ü tefrîka endîşesi,
Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarâr eyler beni.
ıttihâdken savlet-i a‘dâyı def’a çâremiz,
ıttihâd etmezse millet dağdâr eyler beni.

Sultân Selîm

Ben zâhiren buna teşebbüs ettim, iki maksad-ı azîm içün:

Birincisi: O ismi, tahdîd ve tahsîsten halâs etmek ve umûm mü’minîne şumûlünü i‘lân etmek.. Tâ ki, tefrika düşmesin ve evhâm çıkmasın.

ıkincisi: Bu geçen musîbet-i azîmeye sebebiyyet veren fırkaların iftirâkını, tevhîd ile önüne sed olmaktı. Vâ-esefâ ki, zamân fırsat vermedi. Seyl geldi, beni de yıktı. Hem der idim; bir yangın olsa, bir parçasını söndüreceğim. Fakat, elbisem de yandı. Ve uhdesinden gelemediğim şöhret-i kâzibe de maalmemnûniyye ref‘ oldu.

Ben ki, âdî (bir) adamım; böyle Meclis-i Meb’ûsân ve A‘yân ve Vükelânın en mühim vazîfelerini düşündürecek bir emri uhdeme aldım. Demek cinâyet(!) ettim.

SEKıZıNCı CıNÂYET: Ben işittim, askerler ba‘zı cem’ıyyetlere intisâb ediyorlar. Yeniçerilerin hâdise-i müdhişesi hâtırıma geldi. Gàyet telâş ettim. Bir gazetede yazdım ki:

“En mukaddes cem’ıyyet, askerlerin cem’ıyyetidir ki, umûm asker mesleğine girenler, neferden seraskere kadar dâhildir. Zîrâ; ittihâd-ı uhuvvet, itâat, muhabbet ve ı‘lâ-yi Kelimetullâh, dünyânın en mukaddes cem’ıyyetinin maksadıdır. Umûm bu mü’min askerler, tamâmiyle mazhardırlar. Askerler merkezdir, millet ve cem’ıyyet onlara intisâb etmek lâzımdır. Sâir cem’ıyyetler, milleti, asker gibi mazhar-ı muhabbet ve uhuvvet içündür.

Ammâ ıttihâd-ı Muhammedî(a.s.m) ki, umûm mü’minlere şâmildir. Cem’ıyyet ve fırka değil. Merkezi ve saff-ı evveli; guzât ve şühedâ, ulemâ, sulehâ teşkil ediyor. Hiçbir ferd, zâbit olsun nefer olsun hiçbir mü’min asker hâriç değil ki, tâ intisâba lüzûm kalsın. Lâkin ba‘zı cem’ıyyât-ı hayriyye kendine, ‘ıttihâd-ı Muhammediyye’(a.s.m) diyebilir. Buna karışmam.”

Ben ki, âdî bir talebeyim; böyle, büyük ulemânın vazîfelerini gasb ettim. Demek cinâyet(!) ettim.

DOKUZUNCU CıNÂYET: Mart’ın otuzbirinci günündeki hareketi iki-üç dakîka, uzaktan
temâşâ ettim. Müteaddid metâlibi işittim. Fakat elvân-ı seb’a sür’atle çevrilse yalnız beyaz göründüğü gibi, sâir metâlibdeki fesâdâtı binden bire indiren ve avâmı anarşîlikten kurtaran ve efrâd elinde kalan umûm siyâseti mu‘cize gibi muhâfaza eden ‘şerîat’ lafzı yalnız göründü. Anladım; iş fenâ, itâat muhtel, nasîhat te’sîrsizdir. Yoksa her vakit gibi yine o âteşin itfâsına teşebbüs edecektim. Fakat avâm çok, bizim hemşehriler gàfil, sâfdil.. Ben de bir şöhret-i kâzibe ile görünüyordum. Üç dakîkadan sonra çekildim. Bakırköy’üne(?) gittim. Tâ beni tanıyanlar karışmasınlar. Rast gelenlere de karışmamak tavsiyye ettim. Eğer zerre kadar dahlim olsa idi; zâten elbisem beni i‘lân ediyor, istemediğim bir şöhret beni büyük gösteriyordu, bu işte pek büyük görünecektim. Belki Ayastefanos’a kadar tek başıma olsun ((Hareket Ordusu’na karşı)) mukàbele ederek isbât-ı vücûd edecektim, merdâne ölecektim. O vakit dahlim bedîhî olurdu, tahkîka lüzûm kalmazdı.

ıkinci günde, ukde-i hayâtımız olan itâat-i askeriyyeden suâl ettim. Dediler ki, “Askerin zâbitleri asker kıyâfetine girmiş. ıtâat çok bozulmamıştır.” Tekrâr suâl ettim: “Kaç zâbit urulmuş?” Beni aldattılar. Dediler: “Yalnız dört tâne. Onlar da müstebid imişler. Hem de, şerîat’in âdâb ve hudûdu icrâ olunacak.”

Ben de gazetelere baktım; onlar da o kıyâmı meşrû‘ gibi tasvîr ediyorlardı. Ben de bir cihette sevindim. Zîrâ, en mukaddes maksadım; şerîat’in ahkâmını tamâmen icrâ ve tatbîktir. Fakat, itâat-i askeriyyeye halel geldiğinden nihâyet derecede me’yûs ve müteessir oldum. Ve umûm gazete ile, askere hitâben neşrettim ki:

“Ey, askerler! Zâbitleriniz bir günâh ile nefislerine zulm ediyorlar ise; siz o itâatsizlikle otuzmiyon Osmanlı ve üçyüzmilyon nüfûs-i ıslâmiyyenin birer birer haklarında zulm ediyorsunuz. Zîrâ, umûm ıslâm ve Osmânîler’in haysiyyet ve saâdet ve bayrak-ı tevhîdi sizin itâatinizle kàimdir. Hem de şerîat istiyorsunuz; itâatsizlikle, şerîat’e şiddetli muhâlefet ediyorsunuz.”

Ben onların hareketini ve şecâatlerini okşadım. Zîrâ, efkâr-ı umûmiyyenin yalancı tercümânı olan cerîdeler, nazarımıza hareketlerini meşrû‘ göstermişlerdi. Ben de takdîr ile berâber nasîhati bir derece te’sîr ettirdim. ısyânı bir derece bastırdım. Yoksa böyle âsân olmazdı.

Ben ki, bilfiil timârhâneyi ziyâret etmiş bir adamım; “Böyle işler neme lâzım, akıllılar düşünsün” demediğimden cinâyet(!) ettim.

ONUNCU CıNÂYET: Harbiyye Nezâreti’ndeki asâkir içinde Cum’a günü ulemâ ile berâber gittim. Gàyet müessir nutuklar ile askeri itâate getirdim. Nasîhatimin te’sîrini sonradan tâm gösterdiler. ışte nutkun sûreti:

“Ey, asâkir-i muvahhidîn! Otuzmilyon Osmanlı ve üçyüzmilyon ıslâmın nâmus ve haysiyyeti ve saâdeti ve bayrak-ı tevhîd sizin itâatinize vâbestedir. Sizin bir zâbitiniz bir günâh ile nefsine zulm etmiş, siz bu itâatsizlikle üçyüzmilyon ıslâma zulm ediyorsunuz. Zîrâ, bu itâatsizlikle hayât-ı ıslâmı tehlikeye atıyorsunuz. Biliniz ki, asker ocağı cesîm ve muazzam bir fabrikaya benzer. Bir çark itâatsizlik etse bütün fabrika hercümerc olur. Asker neferâtı siyâsete karışmaz. Yeniçeriler şâhiddir. Siz şerîat dersiniz, hâlbuki şerîat’e muhâlefet ediyorsunuz ve lekedâr ediyorsunuz. şerîat ile, Kur’ân ile, Hadîs ile, hikmet ile, tecrübe ile; sağlam, hakperest ulü’l-emre itâat farzdır. Sizin ulü’l-emr ve üstâdınız , zâbitlerinizdir. Nasıl ki; mâhir mühendis ve hâzık tabîb günahkâr olurlar ise, tıb ve hendeselerine halel vermez. Kezâlik, münevverü’l-efkâr ve fenn-i harbe âşinâ mektebli mü’min zâbitleriniz ki, herbiri belki bine mukàbildir. Bir cüz’î nâmeşrû‘ hareketi içün itâate halel vermekle umûm Osmanlı ve ıslâmlara zulm etmeyiniz. Zîrâ, itâatsizlik yalnız bir zulm değil, milyonlarca nüfûsun hakkına tecâvüz demektir. Bilirsiniz ki, bayrak-ı tevhîd-i ılâhî sizin yed’-i şecâatinizdedir. O yed’in kuvveti de itâat ve intizâmdır. Zîrâ, bin muntazam ve mutî‘ asker, yüzbin başıbozuğa bedeldir. Ne hâcet, yüz sene zarfında otuzmilyon nüfûsun vücûda getirmediği böyle inkılâbları itâatle, kansız siz yaptınız.

Bunu da söylüyorum ki, bir mektebli münevverü’l-fikir zâbiti zâyi‘ etmek aklınızı, ma‘nevî kuvvetinizi zâyi‘ etmektir. Zîrâ; şimdi hükümfermâ, şecâat-i îmâniyye ve akliyye ve fenniyyedir. Ba‘zan bir münevverü’l-fikir, bine mukàbildir. Ecnebîler size, bu şecâatle galebeye çalışıyorlar. Yalnız şecâat-i fıtrî kâfî değil.

Elhâsıl: Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâmın fermânını size tebliğ ediyorum ki; itâat farzdır. Yaşasın asker, yaşasın meşrûta-i meşrûa!..”

Demek, bu kadar âlim var iken böyle mühim vazîfeleri der’uhde ettiğimden cinâyet(!) ettim.

ONBıRıNCı CıNÂYET: Ben, Vilâyât-ı şarkıyye’de bedevîlerin hâl-i perîşânını görüyordum. Anladım ki, dünyevî saâdetimiz bir cihette fünûn-i cedîde-i medeniyye ile olacaktır. O fünûnun da gayr-i müteaffin bir mecrâsı ulemâ ve bir menbaı da medreseler olmak lâzımdır. Tâ ulemâ-i dîn, fünûn ile ünsiyyet peydâ etsinler. Zîrâ, o vilâyâttaki nîm-bedevî vatandaşların zimâm-ı ihtiyârı ulemâ elindedir.

Ve o sâik ile Devr-i ıstibdâdda Dersaâdet’e geldim; saâdet tevehhümiyle.. O vakitte, şimdi münkasim ve şiddetlenmiş olan istibdâdlar, merhûm Sultân-ı mahlû‘a isnâd edildiği hâlde, onun maâş ve ihsân denilen hakk-ı sükûtu kabûl etmedim, reddettim. Hatâ ettim. Fakat, medrese ilmiyle dünyâ malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle hatâ, savâb oldu. Aklımı fedâ ettim, hürriyyetimi terk etmedim. Ona boyun eğmedim.. şimdiki sivrisinekler beni cebr ile değil, muhabbetle, ıslâmiyyet hamiyyetiyle kendilerine müttefik edebilirler.

Birbuçuk senedir (şimdi kırksekiz sene oldu) burada, Vilâyât-ı şarkıyye’de neşr-i maârif-i îmâniyye ve ulûm-i ıslâmiyye içün çalışıyorum. Ekser ıstanbul ve Anadolu bunu bilir.

Ben ki, bir hammâlın oğluyum. Bu kadar dünyâ bana müyesser iken, kendi nefsimi hammâl oğulluğundan ve fakr-ı hâlden çıkaramadım. Ve dünyâ ile, - gönülleşemediğim ve en sevdiğim mevki‘ olan - doğduğum Vilâyât-ı şarkıyye’nin yüksek dağlarını terk etmekle millet-i ıslâmiyye içün tîmârhâneye, tevkifhâneye ve Meşrûtıyyet zamânında işkenceli hapishâneye düştüğüme sebebiyyet veren öyle umûrlara teşebbüs etmekle, büyük bir cinâyet(!) eyledim.

YARI CıNÂYET: şöyle ki: Dâire-i ıslâmın merkez ve râbıtası olan nokta-i hilâfeti elinden kaçırmamak fikriyle ve Sultân-ı sâbık, sâbık kusûrâtını derk ile nedâmet ederek kabûl-i nasîhatime isti‘dâd kesb etmiş zannıyle ve “aslah tarîk musâlahadır”
mülâhazasıyle şimdiki en çok ağrâz ve infiâlâta mebde-i tohum olan hâzır sûretini dahâ ahsen
sûretle düşündüğümden merhûm Sultân-ı sâbıka cerîde lisâniyle söyledim ki:

Hâşiyye: Zamânı; on-onbeş sene sonra, yirmisekiz sene bir sebeb-i hapsim olan, Sirâcü’n-Nûr’un âhirindeki Süfyân’a âid bahse havâle ediyorum.

“Münhasif Yıldız’ı dârülfünûn et, tâ Süreyyâ kadar a‘lâ olsun. Ve eski zebânîler yerine melâike-i rahmeti yerleştir, tâ Cennet gibi olsun. Ve Yıldız’daki milletin sana hediyye ettiği serveti, milletin baş hastalığı olan cehâleti tedâvî içün millete iâde et. Ve milletin mürüvvet (ve) muhabbetine i‘timâd et. Zîrâ, senin şâhâne idârene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünyâ seni terk etmeden sen terk et. Zekâtü’l-ömrü, ömr-i sânî (Ömer-i Sânî) yolunda sarf eyle.”

şimdi muvâzene edelim: Yıldız, eğlence yeri olmalı veyâ dârülfünûn? Ve içinde seyyâhîn gezmeli veyâhûd ulemâ tedrîs etmeli? Ve magsûb olmalı veyâhûd mevhûb olmalı.. dahâ iyidir? Eshâb-ı insâf hükmetsin.

Ben ki, bir gedâyım; bir büyük pâdişâha nasîhat ettim. Demek yarı-cinâyet(!) ettim.

Cinâyetin(!) öteki yarısını söylemek zamânı gelmedi.(Hâşiyye)

Dirîgà!.. Bir ma‘den-i saâdetimiz olan “meşrûtıyyet-i meşrûa” ve bir menba‘-ı hayât-ı içtimâiyyemiz olan “ıslâmiyyet’e uygun maârif-i cedîde”ye millet nihâyet derecede müştâk ve susamış olduğu hâlde, bu hâdisede ifrâtperver olanlar, Meşrûtıyyet’e
ağrâz karıştırmakla ve münevverü’l- fikirler de harekât-ı lâübâliyâne ile ragabât-ı millete karşı
maatteessüf sed çektiler. Bu seddi çekenler ref‘ etmelidirler. Vatan nâmına ricâ olunur.

Ey, Pâşâlar ve Zâbitler! Bu onbirbuçuk cinâyetin(!) şâhidleri binlerce adamdır. Belki ba‘zılarına ıstanbul’un yarısı şâhiddir. Ben bu onbirbuçuk cinâyetin(!) cezâsına rızâ ile berâber onbirbuçuk suâlime de cevâb isterim.

ışte bu seyyiâtıma(!) bedel bir hasenem de var, söyleyeceğim:

Herkesin şevkini kıran ve neş’esini kaçıran ve ağrâz ve hiss-i tarafdârlığı uyandıran ve sebeb-i tefrîka olan cem’iyyât-ı avâmiyyeyi teşkîle sebebiyyet veren meşrûtıyyetü’l-ism ve müstebidülma‘nâ olan, “ıttihâd” ismini de lekedâr eden buradaki fırka-i hafiyyeye muhâlefet ettim.

Herkesin bir fikri var. Ben de hürüm, selâmet-i vatan içün bir fikrim var. ışte: Sulh-i umûmî, afv-ı umûmî ve ref‘-i imtiyâz lâzım. Tâ ki, biri, bir imtiyâz ile başkasına haşerât nazarıyla bakmakla nifâk çıkmasın.

Fahr olmasın, derim ki: Biz ki, hakîkî müslümânız; aldanırız fakat aldatmayız. Bir hayât içün yalana tenezzül etmeyiz. Zîrâ, biliyoruz ki;
اِنَّمَا الْحِيلَةُ فِى تَرْكِ الْحِيَلِ
Fakat, meşrûtıyyet-i hakîkıyye-i meşrûanın müsemmâsına ahd ü peymân ettiğimden, istibdâd ne şekilde olursa olsun, meşrûtıyyet libâsı giysin ve ismini taksın, rast gelsem sille uracağım.

Fikrimce, meşrûtıyyetin düşmânı; meşrûtıyyeti gaddâr, çirkin ve hilâf-ı
şerîat göstermekle meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir. “Tebeddül-i esmâ ile hakàik tebeddül etmez.”

En büyük hatâ, insân kendini hatâsız zannetmek olduğundan hatâmı i‘tirâf ederim ki; nâsın nasîhatini kabûl etmeden, nâsa nasîhatimi kabûl ettirmek istedim. Nefsimi irşâd etmeden başkasının irşâdına çalıştığımdan, emr-i bi’l-ma‘rûfu te’sîrsiz etmekle tenzîl ettim.

Hem de tecrübe ile sâbittir ki; cezâ, bir kusûrun netîcesidir. Fakat, ba‘zan o kusûr, işlenilmemiş başka kusûrun sûretinde kendini gösterir. O adam ma‘sûm iken cezâya müstehak olur. Allah musîbet verir, adâlet eder. Fakat hâkim cezâ verir, zulm eder.

Ey, Ulü’l-Emr! Bir haysiyyetim vardı, onunla ıslâmiyyet milliyyetine hizmet edecektim, kırdınız. Kendi kendine gelen bir şöhret-i kâzibem vardı, onunla avâma nasîhatimi te’sîr ettirirdim, maalmemnûniyye mahvettiniz. şimdi, usandığım bir hayât-ı zaîfem var. Kahrolayım, eğer i‘dâma esirgersem. Merd olmayayım, eğer ölmeğe gülmekle gitmezsem. Sûretâ mahkûmiyyetim, vicdânen mahkûmiyyetinizi intâc edecektir. Bu hâl bana zarar değil, belki şândır. Fakat, millete zarar ettiniz. Zîrâ nasîhatimdeki te’sîri kırdınız. Sâniyen kendinize zarardır. Zîrâ, hasmınızın elinde hüccet-i kàtıa olurum. Beni mihenk taşına urdunuz.. Acabâ fırka-i hâlisa dediğiniz adamlar böyle mihenge urulsa kaç tâne sağlam
çıkacaktır? Eğer meşrûtıyyet, bir fırkanın istibdâdından ibâret ise ve hilâf-ı şerîat hareket ise;

فَلْيَشْهَ&#158 3;ِ الثَّقَلاَ&#160 6;ِ اَنِّى مُرْتَجِعٌ (Hâşiyye).

Zîrâ yalanlarla ittihâd yalandır. Ve ifsâdât üzerine müesses olan ism-i meşrûtıyyet, fâsiddir. Müsemmâ-yı meşrûtıyyet ; hak, sıdk, muhabbet ve imtiyâzsızlık üzerine bekà bulacaktır. Maatteessüf, bunu kemâl-i telâş ve teessüfle ihtâr ediyorum ki: Meselâ bir âlim-i zîtehevvür ki, sıfat-ı ilm kendini fesâd ve
fenâlıkdan men‘ etmiş iken, dâimâ onun sıfat-ı tehevvüründen vücûda gelen fesâd ve fenâlığın zikri vaktinde onu âlimlikle yâd etmek ve sıfat-ı ilme ilişmek, nasıl ki, ilme husûmet ve
adâveti îmâ eder.. Kezâlik, şerîat-i Mutahhara’nın ve ıttihâd-ı Muhammedî’nin (a.s.m) ism-i mukaddesi ki; fırkaların ağrâz-ı şahsiyye ve hilâf-ı şerîat ile ektikleri tohum-ı fesâdı, birmilyon fişenk havâya atıldığı ve umûm siyâset ve âsâyiş efrâd elinde kaldığı ve ortalık anarşist gibi olduğu hâlde, o müdhiş fırtına mu‘cize-i şerîat’le kansız ve hafîf geçtiği hâlde, o mübârek nâmlar o müdhiş fesâdı binden bir dereceye indirmekle berâber dâimâ o ismi, sâhib-i ağrâza siper göstermek pek büyük ve hatârlı bir noktaya, belki ukde-i hayâtiyyeye ilişmektir ki, dehşetinden her bir vicdân-ı selîm titriyor ve dağdâr-ı teessüf oluyor. Süreyyâ’yı süpürge,.. üfürmekle şemsi söndürmeğe ihtimâl veren, belâhatini i‘lân eder.

Meselâ Eğri Dağ ve Sübhân Dağı.. ıkisini tartacak dehşetli bir mîzân ile muvâzenelerini.. Cevv-i semâda (Zühal’de) duran bir melek de o mîzânın ucunu tutsa.. Eğri Dağ üzerine bir dirhem ilâve olunsa.. Sübhân Dağı âsumâna, Eğri Dağ zemîne geldiğini görenlerden kàsırünnazar olan, kıymet ve sıkleti tamâmen o ilâveye verecek. Haysiyyet-i askeriyye ve hamiyyet-i ıslâmiyye o cesîm dağlara benzer. Esbâb-ı hâriciyye bir dirhem kıymetindedir. Bu kıymetsiz esbâbı esâs tutmak, insâniyyetin ve ıslâmiyyet’in kıymetini bilmemek ve tenzîl etmektir.

Hakkın hâtırını kırmayacağım, hakîkati söyleyeceğim. Zîrâ, “Hakkın hâtırı âlîdir, hiçbir hâtıra fedâ edilmez.” Kimin hâtırı kırılırsa kırılsın, yalnız hak sağ olsun. şöyle ki:

Hâşiyye: Ya‘nî: Bütün dünyâ, cin ve ins şâhid olsun ki, ben mürteci‘yim.

Otuzbir Mart Hâdisesi denilen o sâika ve müdhiş fırtına, esbâb-ı adîde tahtında öyle bir isti‘dâd-ı tabîî müheyyâ etmiş idi ki; netîcesi hercümerc olduğu hâlde, min-indillâh ehl-i kıyâmın lisânına, dâimâ mu‘cizesini gösteren ism-i şerîat geldi. O fırtınayı gàyet hafîf geçirdiğinden, Nîsân’ın nısfından sonraki cerîdeleri indallâh mahkûm ediyor. Zîrâ, o hâdiseyi sebebiyet veren yedi mes’ele ve onunla berâber yedi hâl nazar-ı mütâlaaya alınsa, hakîkat tezâhür eder. Onlar da bunlardır:

1- Yüzde doksanı ıttihâd ve Terakkî’nin aleyhinde ve tahakkümü ve istibdâdı aleyhinde bir hareket idi.
2- Fırkaların meydân-ı münâkaşâtı olan vükelâyı tebdîl idi.
3- Sultân-ı mazlûmu, sukùt-ı musammemden kurtarmaktı.
4- Hissiyât-ı askeriyye ve âdâb-ı dîndârânelerine muhâlif telkînâtın önüne sed çekmekti.
5- Pek çok i‘zâm edilen Hasan Fehmî Bey’in kàtilini meydâna çıkarmaktı.
6- Kadro hâricine çıkarılanları ve alay zâbitlerini mağdûr etmemekti.
7- Hürriyyeti; sefâhate şumûlünü men‘ ve âdâb-ı şerîat’le tahdîd ve, avâmın siyâset-i şer’î bildikleri yalnız kısâs ve kat‘-ı yed haddini icrâ idi.

Fakat, zemîn bataklık ve, dâm ve plan serilmiş idi. Ve mukaddes olan itâat-i askerî fedâ edildi. Üssül-esâs esbâb, fırkaların tarafdârâne ve garazkârâne münâkaşâtı ve cerîdelerinin belâgàt yerine mübâlagàt ve yalan ve ifrâtperverâne keşmâkeşleri idi. Bu metâlib-i seb’ada; nasıl ki, elvân-ı seb’a çevrilse yalnız beyaz görünür, bunda da yalnız “Ziyâ-i şerîat-i Beyzâ” tecellî etti. Zîrâ fesâdın önüne sed çekti. Hem de mukaddemedeki hakîkat
düşünülse, her yerinde şerîat’in ism-i mübârekinin mu‘cizesi görünür.

Sekiz – dokuz ayda cerîdelerin neşriyyât-ı müheyyicâneleriyle ve fırkaların cem’ıyyetlere fedâî yazmakla ve inkılâbı vucûda getiren zevâtın tahakkümâtıyle ve itâat-i askeriyyeye münâfî olan hürriyyet-i mutlaka efrâda sirâyetle ve âdâb-ı dîniyyeye muhâlif zannettikleri şeyleri ba‘zı dikkatsizlerin efrâda telkînâtiyle ve itâat bozulduktan sonra; müstebidler, câhil mutaasıblar, dinde hassâs muhâkeme-i akliyyede noksan olanlar, iyilik zanniyle o bataklık zemînde tohum ekmeğe başlamasiyle ve devletin umûm siyâsâtı câhil efrâdın elinde kalmakla ve birmilyona yakın fişenk havâya atılmakla ve dâhil ve hâric müddeîleri parmak urmakla ortalık anarşistlik hâline geldiğinden, bu hâdisenin isti‘dâd-ı tabîîsi, hercümerc ve müdâhale-i ecnebî iken min-indillâh ism-i şerîat, o esbâb-ı müteaddideden çıkan ervâh-ı habîse ve münteşireyi, yuvalarına ircâ ile onüç asırdan sonra bir mu‘cize dahâ gösterdi.

Hem geçen inkılâb-ı azîmde ordu ve ulemânın sadâsı ki, “Meşrûtıyyet, şerîat’e müsteniddir..” diye umûm ehl-i ıslâmın vicdânlarını manyetizmalandırdı. O inkılâb, inkılâbların kàide-i tabîıyyesini hark ile, şerîat’in te’sîr-i mu‘cizânesini gösterdi. Ve dâimâ da gösterecektir.

Nîsân’ın nısf-ı âhirinde çıkan cerîdelerin esâs-ı fikirlerine mu‘terizim. şöyle ki:

Hayât onun yoluna fedâ edilen ve hayâttan bin derece dahâ evlâ olan haysiyyet ve itâat-i askeriyyeyi, hayâta fedâ edilen ve ehl-i vicdân nazarında gàyet hasîs olan âmâl-i nâmeşrûaya fedâ etmeye ihtimâl verdiler. Hem de hakàik ve ahvâl, onun câzibesine tâbi‘ ve o merkeze merbût olan şems-i şerîat, saltanata veyâ hilâfete veyâ başka siyâsete tâbi‘

ADÎD(E): Çok. Müteaddid. HARK(‘hı’ ile): Yırtma. ÂMÂL: Emeller.


ve âlet tevehhümiyle, bir şems-i münîri; münkesif bir Yıldız’a peyk ve câzibesine tâbi‘ i‘tikàd etmek gibi göstermekle tarîk-ı dalâlete sülûk ettiler.

Cemî‘ kuvvetimle derim ki: Terakkîmiz, ancak , milliyyetimiz olan ıslâmiyyet’in terakkîsiyle ve hakàik-ı şerîat’in tecellîsiyledir. Yoksa; “yürüyüşünü terk ile başkasının yürüyüşünü öğrenmedi..” olan darbımesel ile mâsadak olacağız.

Evet; hem şân ü şeref, hem sevâb-ı âhiret, hem cem’ıyyet ve hem hamiyyet-i ıslâmî, hem hubb-i vatan, hem hubb-i dîn ile mütehassis olmalıyız. Zîrâ müsennâ dahâ muhkemdir.

Ey Pâşâlar, Zâbitler!..Cinâyetlerime(!) cezâ ve şimdi suâllerime de cevâb isterim(Hâşiyye). ıslâmiyyet ise, insâniyyet-i kübrâ ve şerîat ise, medeniyyet-i fuzlâ olduğundan, âlem-i ıslâmiyyet; medîne-i fâzıla-i Eflâtûniyye olmağa sezâdır.

BıRıNCı SUÂL: Cerîdelerin tesvîlâtiyle meşrû‘ bilerek, buradaki görenek ve âdete binâen cereyân-ı umûmîye kapılan sâfdillerin cezâsı nedir?

ıKıNCı SUÂL: Bir insân yılan sûretine girse, yâhûd bir velî haydûd kıyâfetine, yâhûd meşrûtıyyet istibdâd sûretine girse; ona taarruz edenlerin cezâsı nedir? Belki
hakîkaten yılan ve haydûd ve istibdâddır!?


ÜÇÜNCÜ SUÂL: Acabâ müstebid yalnız bir şahıs olur, veyâhûd eşhâs-ı müteaddide müstebid olurlar ? Bence kuvvet kànûnda olmalı, yoksa istibdâd münkasim olmuş olur.
DÖRDÜNCÜ SUÂL: Bir ma‘sûmu i‘dâm yoksa on cânîyi afv dahâ zarardır?

BEşıNCı SUÂL: Tazyîkàt-ı maddiyye ehl-i meslek ve fikre galebe etmediği gibi dahâ ziyâde nifâk ve tefrika vermez mi?

ALTINCI SUÂL: Ma‘den-i hayâtımız olan ittihâd-ı millet, ref‘-i imtiyâzdan başka ne (ile) olabilir?

YEDıNCı SUÂL: Müsâvâtı ihlâl, yalnız ba‘zılara tahsîs ve haklarında kànûnu tamâmiyle tatbîk etmek, zâhiren adâlet iken bir cihette acabâ müsâvâtsızlıkla zulm ve garaz olmaz mı? Hem de tebriyye ve tahliyye ile ma‘sûmiyyetleri tebeyyün eden ekser mahbûsînin belki yüzde sekseni ma‘sûm iken acabâ ekseriyyet nokta-i nazarında bu hâl hükümfermâ olsa, garaz ve fikr-i intikàm olmaz mı? Dîvân-ı Harbe diyeceğim yok, ihbâr edenler düşünsünler.

SEKıZıNCı SUÂL: Bir fırka kendisine bir imtiyâz taksa, herkesin en hassâs nukàt-ı asabiyyesine dâimâ dokundura dokundura zorla herkesi meşrûtıyyete muhâlif gibi gösterse ve herkes de onların kendilerine taktığı ism-i meşrûtıyyet altında olan muannid istibdâda ilişmiş ise acabâ kabâhat kimdedir?


Hâşiye: ((Bu suâller kırk-elli ma‘sûm mahbûsun tahliyyelerine sebeb oldu.))

DOKUZUNCU SUÂL: Acabâ bağçevân bir bağçenin kapısını açsa, herkese ibâhe etse, sonra da zâyiât vukû‘ bulsa, kabâhat kimdedir?

ONUNCU SUÂL: Hürriyyet-i kelâm ve fikir verilse, sonra da muâheze olunsa, acabâ bî-çâre milleti âteşe atmak içün bir plan olmaz mı? Böyle olmasaydı başka bir bahâne ile mevkî‘-i tatbîka konulacağı hayâle gelmez mi idi?

ONBıRıNCı SUÂL: Herkes meşrûtıyyete yemîn ediyor. Hâlbuki, yâ müsemmâ-yi meşrûtıyyete kendi muhâlif veyâ edenlere karşı sükût etse acabâ keffâret-i yemîn vermek lâzım gelmez mi? Ve millet yalancı olmaz mı? Ve ma‘sûm olan efkâr-ı umûmiyyeyi; yalancı, ma‘tûh ve gayr-ı mümeyyiz addolunmaz mı?

Elhâsıl: şedîd bir istibdâd ve takakküm, cehâlet cihetiyle şimdi hükümfermâdır. Gûyâ istibdâd ve hafiyyelik tenâsüh etmiş ve Sultân Abdülhamîd’den de istirdâd-ı hürriyyet değilmiş, belki; hafîf istibdâdı şiddetli ve kesretli yapmakmış.

YARIM SUÂL: Nâzik ve zaîf bir vücûd ki, sivrisinek ve arıların ısırmasına tahammül edemediği içün gàyet telâş ve zahmetle def’ine çalışırken biri çıksa dese ki, maksad bu sivrisinekleri ve arıları def‘ değil, belki büyük arslanı îkàz ile musallat etmek ister. Acabâ hangi ahmağı kandıracaktır?

Suâlin diğer yarısı çıkmağa izin yoktur.

Ey Pâşâlar, Zâbitler!.. Cemî‘ kuvvetimle derim ki, cerîdelerde neşrettiğim umûm makàlâtımdaki umûm hakàika nihâyet derecede musırrım. şâyet zamân-ı mâzî cânibinden Asr-ı Saâdet mahkemesinden adâletnâme-i şerîat’le da‘vet olunsam; neşrettiğim hakàikı aynen ibrâz edeceğim. Olsa olsa o zamânın ilcaâtının modasına göre bir libâs giydireceğim. şâyet müstakbel tarafına üçyüz sene(Hâşiyye) sonra tenkidât-ı ukalâ mahkemesinden târih celbnâmesiyle celb olunsam; yine bu hakîkatleri, tevessü‘ ve inbisât ile çatlayan ba‘zı yerlerini yamalamakla berâber, tâze olarak orada da göstereceğim… Demek,
hakîkat tahavvül etmez, hakîkat haktır. اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَ يُعْلَى عَلَيْهِ
Millet uyanmış, mugàlata ve cerbeze ile iğfâl olunsa da devâm etmeyecektir. Hakîkat telakkî olunan hayâlin ömrü kısadır. Feverân-ı efkâr-ı umûmî ile o tesvîlât ve mugàlatât dağılacaktır. Ve hakîkat meydâna çıkacaktır.

Sizin işkenceli hapishânenin hâli: Zamân müdhiş, mekân muvahhiş, mahbûsîn mütevahhiş, cerîdeler müreccif(?), efkâr müşevveş, kalbler hazîn, vicdânlar müteessir ve me’yûs, bidâyet-i hâlde me’mûrlar şemâtetli, nöbetçiler müz’iç olmakla berâber, vicdânım beni ta‘zîb etmediği içün o hâl bana eğlence gibi idi. Ve musîbetlerin tenevvüü, mûsîkînin tenevvü‘-i nagamâtı gibi idi.

Hem de geçen sene tîmârhânede tahsîl ettiğim dersi şimdi bu mektebde itmâm ettim. Ya‘nî, kırkyedi sene evvel tîmârhâne hükmündeki mahkeme-i

Hâşiyye: şimdi kırkyedi senedeki dehşetli mahkemelerimde aynen onbirbuçuk suâllerimi o Dîvân-ı Harb-i Örfîdeki gibi tekrâr ediyorum. (?):Diğer nüshalarda, ‘mürcif’. (B.T.)

zâlimânede aldığım dersi, şimdi bu gaddârâne hâzır mektebde imtihân verdim. ıki şehâdetnâme aldım. Musîbet zamânının uzunluğundan (uzun) dersler gördüm. Dünyânın rûhânî lezzeti olan hüzn-i ma‘sûmâne ve mazlûmâneden; zaîfe şefkat, gadre şiddet-i nefretle istifâde ettim.

Ümîdim kavîdir ki; çok ma‘sûmların kalblerinden harâret-i hüzn ile tebahhur eden “ây, vây ve âhlar” rahmetli bir bulut teşkîl edecektir. [Ve Âlem-i ıslâm’da yeni yeni ıslâm devletlerinin teşkîlleriyle rahmetli bulut teşekküle başlamıştır.](*)



Eğer medeniyyet, böyle tecâvüzâne-i haysiyyetşikenâne ve iftirâât-ı nifâkcûyâne ve fikr-i intikàm-ı bîinsâfâne ve mugàlatât-ı şeytanatkârâne ve diyânette harekât-i lâübâliyâneye müsâid bir zemîn ise; herkes şâhid olsun ki, o saâdet-sarây-ı medeniyyet tesmiyye olunan, akreb (ve) yılanların yuvaları olan öyle mahall-i ağrâza, Vilâyât-ı şarkıyye’nin hürriyyet-i mutlakanın meydânı olan yüksek dağlarındaki bedeviyyet ve vahşet haymelerini tercîh ediyorum. Zîrâ, mimsiz medeniyette görmediğim hürriyyet-i fikir ve serbestî-i kelâm ve hüsn-i niyyet ve selâmet-i kalb, Vilâyât-ı şarkıyye’nin dağlarında tâm ma‘nâsıyle hükümfermâdır.

Bildiğime göre, edîbler edebli oluyorlar.. Edebsiz ba‘zı cerîdeleri nâşir-i ağrâz görüyorum. Eğer edeb böyle ise ve efkâr-ı umûmî böyle müzebzeb olsa, şâhid olunuz böyle edebiyâttan vazgeçtim. Bunda da dâhil değilim. Vatanın yüksek dağlarında, ya‘nî Bâşîd başında, ecrâm ve elvâh-ı âlemi, cerîdelerine bedel mütâlaa edeceğim.

Muarrâdır fezâ-yi feyzimiz şeyn-i temennâdan,
Bize dâd-ı ezeldir zîrden, bâlâdan istiğnâ;
Çekildik neşve-i ümîdden, tûl-i emellerden,
O mecnûnuz ki, ettik vuslat-ı Leylâ’dan istiğnâ.


وَلَوْلاَ تَكَالِيفُ الْعُلَى وَ مَقَاصِدُ عَوَالٍ * وَ اَعْقَابُ اْلاَحَادِ&#161 0;ثُ فِى غَدٍ
َلاَعْطَيْ&#157 8;ُ نَفْسِى فِى التَّخَلِّ&#160 9; مُرَادَهَا * وَ ذَاكَ مُرَادِى مُذْ نَشَئْتُ وَ مَقْصَدِى
وَ اَكْتُمُ اَشْيَاءً وَلَوْ شِئْتُ قُلْتُهَا * وَلَوْ قُلْتُهَا لَمْ اُبْقِ لِلصُّلْحِ مَوْضِعًا

(*): Köşeli parentezdeki ibâre, H.1327-28 / M.1909-10 nüshalarında yok. (B.T.)



TENBÎH


Medeniyyetten ((isti‘fâm)) sizi düşündürecek. Evet, böyle istibdâd ve sefâhete, zilletle memzûc medeniyyete, bedeviyyeti tercîh ediyorum. Bu medeniyyet, eşhâsı fakîr ve sefîh ve ahlâksız eder. Fakat (hakîkî) medeniyyet, nev‘-i insâniyyetin terakkî ve tekemmülüne, mâhiyyet-i nev’ıyyesini kuvveden fi‘le çıkmasına hizmet eder. ışte bu nokta-i nazardan, medeniyyeti istemek, insâniyyeti istemektir.

Hem de ma‘nâ-yi meşrûtıyyete ibtilâ ve muhabbetimin sebebi budur ki: Asya ve Âlem-i ıslâmiyyet’in istikbâlde Firdevs’in birinci kapısı, meşrûtıyyet-i meşrûa (ve) şerîat dâiresinde hürriyyettir. Ve tâli‘ ve taht ve baht-ı ıslâm’ın anahtârı da meşrûtıyyetteki şûrâdır. Zîrâ şimdiye kadar üçyüzyetmişmilyon ıslâm, ecânibin istibdâd-ı ma‘nevîsi altında eziliyordu. şimdi hâkimiyyet-i millet, âlemde, bâhusûs bundan sonra Asya’da hükümfermâ olduğu hâlde her bir ferd-i Müslümân, hâkimiyyetin bir cüz‘-i hakîkîsine mâlik olur. Ve hürriyyet, üçyüzmilyon ıslâm’ı esâretten halâs etmeğe bir çâre-i yegânedir. Farz-ı muhâl olarak burada yirmimilyon nüfûs, te’sîs-i hürriyyette çok zarardîde olsalar da fedâ olsunlar. Yirmiyi verir üçyüzü alırız.

Dirîgà! Bizdeki unsurlar, ırklar; havâ gibi muhtelittir. Su gibi mümtezic olmamış. ınşâallâh, elektrik-i hakàik-ı ıslâmiyyet’le imtizâc ederek, ziyâ-i maârif-i ıslâmiyye ve harâretiyle kuvvet tevlîdiyle bir mizâc-ı mu‘tedile-i adâlet vücûda gelecektir.

Yaşasın meşrûtıyyet-i meşrûa! Sağ olsun hakîkat-i şerîat’in terbiyyesinden çıkan neyyîr-i hürriyyet!

ıstibdâd’ın Garîbüzzamân’ı
Meşrûtıyyet’in Bedîüzzamân’ı
şimdikinin de Bid’atüzzamân’ı

((SAÎD NÛRSÎ)


Kırkdokuz Sene Evvel
DEVR-ı ıSTıBDÂD VE SAÎD NÛRSÎ

[ Tîmârhânede tabîble vâkı‘ olan mâcerâm olup ıkinci , Üçüncü Noktalarda kendini medresede tahayyül ederek doktorla konuşmuş.(Hâşiyye) ]

Ey Tabîb Efendi, sen dinle ben söyleyeceğim!.. Cinnetime bir delîl dahâ senin eline vereceğim .. Suâl olunmadan cevâb :

Antika bir dîvânenin sözünü dinlemeği arzû edersiniz, muâyenemi muhâkeme sûretinde istiyorum. Senin vicdânın da hakem olsun. Tabîbe ders-i tıb vermek fuzûlîlik ammâ teşhîs-i illete yardım edecek noktalar hastanın vazîfesidir. Hem de istikbâl sizi tekzîb etmemek içün, dinlemenize lüzûm görürsünüz, şu dört noktayı nazar-ı mütâlaaya alınız:

Birincisi: Ben, şark’ın dağlarında büyümüşüm. Kaba olan ahvâlimi şark’ın kàpânıyle tartmalısınız. Hassâs olan medenî ıstanbul mîzânıyle tartmamalısınız. Öyle yaparsanız, bir ma‘den-i saâdetimiz olan Dersaâdet’ten önümüze sed çekmiş olursunuz. Hem de ekser şarklı hemşehrilerimi tîmârhâneye sevk etmek lâzım gelir. Zîrâ, Vilâyât-ı şarkıyye’de en revâclı olan ahlâk; cesâret, izzet-i nefs, salâbet-i dîniyye, muvâfakat-ı kalb ve lisândır. Medeniyyette, nezâket denilen emr; onlarca müdâhenedir, dalkavukluktur.

ıkincisi: Benim, elbisem gibi ahvâl ve ahlâkım da nâsa muhâliftir. Hak ve nefsü’l-emri mihenk i‘tibâr ediniz. Zamânın veyâ âdetin revâc verdiği görenek vâsıtasıyle nümûne-i imtisâl olmuş ba‘zı ahlâk-ı seyyieyi mikyâs yapmayınız. “Neme lâzım, başkası düşünsün.”, feryâd-ı meyyitâne gibi.. Ben derim ki: Müslümânım, ıslâmiyyet cihetiyle ma‘nen me’mûrum ve sadâkatle mükellefim.. Millete, Dîn ve Devlete nâfî olan bir şey’i düşüneceğim.

Üçüncüsü: şâz ve nâdir olarak, isti‘dâd-ı zamânın fevkınde çok kimseler gelip gitmiş. Nâs, ibtidâ onlara cünûn veyâ abes isnâdından sonra sihre veyâ hârikaya haml etmişler.. Birinci ve ıkinci noktanın mâbeyninde olan tezâd, cinnetime hükmeden zevâtın, delîl ve müddeâlarında olan tezâda îmâdır. Zîrâ, ef’âlleriyle demişler; “Dîvânedir, çünki; her mesâil-i müşkileye cevâb veriyor”. Böyle bir delîl getiren elbette delidir.

Dördüncüsü: Asabî adam, husûsan benim gibi sinirli bir kimsenin telâş ve hiddet etmesi zarûrîdir. Bâhusûs bir fikr-i âlîyi, - ya‘nî hürriyyet-i şer’ıyye’yi - onbeş sene zihninde taşıyan ve bilfiil karîb olduğu zamân, - ya‘nî; bir inkılâb-ı azîmle - kendini muhâtarada ve mehlekede görse ve temâşâsından mahrûm kalsa, nasıl telâş ve hiddet etmesin?.. Hem de benden dahâ dîvâne, Zabtıyye Nâzırı’dır. Zîrâ; benden dahâ hiddetlidir. Hem de bu cinnet-i muvakkateye mübtelâ olmayan binde birdir.

Eğer; müdâhane, temelluk, tazarrû‘-i sinnevrî(*), menfaat-i umûmiyyeyi


Hâşiyye: Nasıl ki, kabirde bir talebe-i ulûm, Münker-Nekir’in, “Men Rabbüke?” suâline karşı, medresede imtihân ediliyor zannetmiş, kàide-i ilimle cevâb vermiş. Saîd de kendini medresede tahayyül ederek doktorla konuşmuş.

(*): kedi gibi yalvarma ( Okunuş, ‘Tenvîr’ nüshasından. ‘Âsâr-ı Bedîiye’de “sinnûrî”) (B.T.)
menfaat-i şahsiyyeye fedâ etmek aklın muktezâsından addedilmek lâzımgelse, şâhid olunuz; ben o akıldan isti‘fâmı veriyorum. Dîvânelikle – ki; bence bir mertebe-i ma‘sûmiyyet gibidir – iftihâr ediyorum.

Dört nokta şüpheyi da‘vet etmiş. Ânları; bilerek, ba‘zı hikmet-i hafiyye içün yapmışım:

Birincisi: şekl-i garîbim.. Bu muhâlif libâsımla; makàsıd-ı dünyeviyyeden istiğnâmı ve âdât-ı beldeye adem-i mürâatten özrümü ve ahvâl ve etvârımın nâsa muhâlefetini ve münâsebât-ı zâhir ve bâtın ile tabîîlik-i insâniyyetimi ve ecdâdıma muhabbeti(mi) i‘lân etmek içündür. Hem de, garîb bir ma‘nâ garîb bir lafz içinde olmalı. Tâ ki, nazar-ı dikkati celb etsin. Hem de, sanâyi‘-i mahalliyyeye revâc vermek içün bir nasîhat-i fi‘lî ediyorum. Hem de, kendimde bir meyl-i teceddüdü göstermek ve zamânın teceddüd edeceğine işâret ediyorum. Hem de, Sultân Selîm’e bîat etmiştim.. O da başına benim gibi Vilâyât-ı şarkıyye külâhını giydiğini – bir fotoğrafını – görüyoruz.

ıkinci: Ulemâ ile olan münâzaramdır. Ânın sebebi: ıslâmbol’a geldim, gördüm ki; sâir şuûbâta nisbeten medâris terakkî etmemiştir. Bunun da sebebi: Kitâba nazarla istinbât-ı mes’ele etmek olan isti‘dâdı, meleke-i ilm yerinde ikàme olunmuş. Ve talebelerde adem-i münâzara ve, suâl ve cevâb olmamasından şevksizlik ve melekesizlik ve atâlet gibi ba‘zı hâli intâc etmiş. Sâir sebeb-i taaccüb ve hayret olan ulûm-i ekvân, veyâ eğlence ile vakit geçirmeğe sebeb olan fünûn-i hevesât galebe etmiş. Ve lezzât-ı hakîkiyyeyi mütezammin olan ulûm.. Maksûd-i bizzât gibi ulûm-i ılâhiyye tahsîl olunmaz. Bunun da yâ bir himmet-i âlî veyâ bir tevaggul-i tâm veyâ müsâbakayı müntic olan suâl ve cevâb gibi bir şevk-i kasrî ve hâricî lâzımdır. Veyâhûd taksîm-i a‘mâl kàidesine tatbîkan her bir talebe, isti‘dâdına göre ba‘zı fünûn ile tevaggul etmeli tâ mütehassıs olsun, sathî olmasın. Zîrâ her ilmin bir sûret-i hakîkiyyesi var…( Meleke olmadığı vakit ba‘zı tarafı nâkıs olan sûretlere benzer. Bunun da çâresi, ona müstaid olan bir fenni esâs tutmalı. Ve buna münâsib fünûnu, her birinden bir fezleke alınmalı ve o fenn-i esâsın sûret-i hakîkıyyesini mütemmim ittihâz etmelidir. Zîrâ, her bir fezleke bir sûret-i müstakileyi teşkîl etmiyor. Lâkin bir sûret-i esâsiyyeyi tekmîl edebilir.)

Ey sözümü işiten talebe-i ulûm, mektebliler gibi – ki, ve onlar nâkıs olan seleflerine hayrülhalef olmuşlar – çalışalım ki, evc-i kemâle vâsıl olan seleflerimize hayrülhalef olalım. Ben münâzara ile bilfiil iki noktadan îkàz etmek istiyordum.

Üçüncüsü’nün neşri başka zamâna bırakıldı.


[ Devr-i ıstibdâd’da Tîmârhâneden sonra Tevkîfhânede iken Zabtıyye Nâzırı şefîk Pâşâ ile muhâveremdir ]

Zabtıyye Nâzırı:

“ - Pâdişâh sana selâm etmiş, on altûn (bin guruş) da maâş bağlamış. Sonra da memleketine döndüğün vakit o maâşı yirmi – otuz lira yapacak. Ve bu seksen altûnu da ihsân-ı şâhâne olarak sana göndermiş. Hem sana selâm ediyor.” dedi.

Ben cevâben:

“ – Ben maâş dilencisi değilim. Bin lira da olsa kabûl etmem. Kendim içün gelmedim, memleketim içün geldim. Hem de bu bana vermek istediğiniz, hakk-ı sükûttur.”

Nâzır:

“- ırâdeyi reddediyorsun, ırâde reddolunmaz!”

Cevâben dedim:

“ – Reddediyorum; tâ ki Pâdişâh darılsın, beni çağırsın. Ben de doğrusunu söyleyeyim.”

Nâzır:

“ – Netîcesi vahîmdir!”

Cevâben:

“ – Netîcesi deniz olsa, geniş bir kabirdir. Hem de ıstanbul’a geldiğim vakit hayâtımı rüşvet getirmişim. Ne isterseniz ediniz. Bunu da ciddî söylüyorum. Ben isterim ki, ebnâ-yı cinsimi bifiil îkàz edeyim ki; devlete intisâb hizmet içündür, maâş kapmak içün değildir. Hem de benim gibi bir adamın millete ve devlete hizmeti, nasîhatiyledir. O da hüsn-i te’sîrledir, o da hasbîlikledir, bu da garazsızlık, o da ivazsızlık, o da terk-i menâfi‘-i şahsî iledir. Binâen-aleyh, ben maâşın kabûlünden ma‘zûrum.”

Nâzır:

“ – Senin, memleketine neşr-i maârif olan maksadın meclis-i vükelâda derdest-i tezekkürdür.”

Cevâben:

“ – Acabâ, maârifi te’hîr, maâşı ta‘cîl edersiniz; ne kàide iledir, menfaat-i şahsiyyemi menfaat-i umûmiyye-i millete tercîh ediyorsunuz?”

Nâzır hiddet etti. Ben dedim:

“ – Ben hür yaşamışım. Hürriyyet-i mutlakanın meydânı olan şark’ın dağlarında büyümüşüm. Bana hiddet fâide vermez. Nâfile yorulmayınız. Beni nefyedin. Fîzân olsun, Yemen olsun râzıyım. Siz de pînedûzluktan ve yamalıkcılıktan kurtulursunuz. Ben de yüksekten düşmekle incinmekten kurtulurum.”

Nâzır:

“ – Ne demek istiyorsun?”


Bilâl Tunç

Orta Düzey

Mesajlar: 360

Konum:

Meslek:

Hobiler: 1- tashih, 2- Osmanlıca, 3- arıcılık

  • Özel mesaj gönder

31

16.12.2007, 16:11

Cevâben dedim ki:

“ – Sigara kâğıdı kadar ince ve nizâm nâmıyle bir perdeyi, bu kadar feverân-ı efkâr ve hissiyâta karşı herkesin üstüne örtmüşsünüz. Herkes, altında, sizin tazyîkàtınızla meyyit-i müteharrik gibi inliyor. Ben acemî idim, altına girmedim, üstüne düştüm. Sûret-i telebbüsüm gibi ahlâkım da sakîl idi..Bir kerre, Mâbeyn’de yırtıldı, şişli’de bir Ermeni’nin evine düştüm. Orada yırtıldı, şekerci Hânı’na düştüm. Orada da yırtıldı, tîmârhâneye düştüm. şimdi de tarassudhâneye düştüm. Hâsılı; siz de o kadar yamacılık
yapamazsınız, ben de incinirim.

Hem de Vilâyât-ı şarkıyye’de iken sizi iyi bilirdim. Bu ahvâl, sizin serâirinizi bana iyi şerh etti. Hem de bu hâllere teşekkür ederim. Zîrâ, sû-i zan makàmında hüsn-i zan eder idim.”

MOLLA ((SAÎD NÛRSÎ))


HÂTıME

[ Ebnâ-yi cinsime de burada birkaç söz söylemezsem bence bahis nâtamâm kalır ]

Ey, Âsûrîler ve Tûrânîler ve Kiyânîler’in cihângîrlik zamânında pîşdâr, kahramân askerleri olan arslan Türkler, Kürdler! Beşyüz senedir yattığınız yeter! Artık uyanınız, sabâhtır! Yoksa sahrâ-yi vahşette gaflet sizi gàret edecektir!

“Hikmet-i ılâhî” denilen; makine-i âlemin nizâmı ve telgraf hattı gibi umûm âleme mümted ve müteşa‘-ub kànûn-i nûrânî-i ılâhî’nin müessisi olan Hikmet-i ılâhî; ufk-ı ezelden engüşt-i kaderi kaldırmış, size emrediyor ki; tefrika ile katre katre müteferrik su gibi zâyi‘ olan hamiyyet ve kuvvetinizi fikr-i milliyyetle ya‘nî ıslâmiyyet milliyyetiyle tevhîd ve mezc ederek, zerrâtın câzibe-i cüz’iyyeleri gibi bir câzibe-i umûmî-i millî teşkîli ile Türk, Kürd gibi bir kitle-i azîmi küre gibi tedvîr ederek, şems-i şevket-i ıslâmiyye ve Osmâniyye’nin mevkebinde bir kevkeb-i münevver gibi, câzibesine ittibâ‘ ile muvâzene ve âheng-i umûmiyyeyi muhâfaza ediniz.

Hem de “hürriyet” denilen; Sübhân ve Ağrı Dağları gibi istikbâlin cibâl-i şâhikasının tepesinde ayağa kalkmış ve esâret-i nefs altına girmeği yasak etmiş ve gayre tecâvüzü tecvîz etmeyerek şerîat’e isnâd(?) etmiş olan sultân-ı hürriyyet; yüksek sadâ ile, sizin gibi mâzînin en derin derelerinde gàfil ve müteferrik bir kavme, “ cehâlet ve fakra hücûm içün fen, san’at ve silâh başına! ıleri, arş!” emrini veriyor.

Hem de “hakîkat” denilen; tabakàt altında mestûr ve mahbûs kalmış ve tabaka-i istibdâdın mahv ve ref’iyle omuzu üstünde olan tabaka-i cehl ve gafletin tahfîfiyle ihtizâza gelmiş ve kıyâma teşebbüs etmiş olan muhbir-i hakàik size her cihetle haber veriyor ki, mâhiyyetinizde dest-i Kader’in ektiği isti‘dâdâtı ve mukadderâtınızı fi‘le çıkaran ve mâhiyyet-i kavmiyyenizde saklanmış olan secâyânızı âb-ı hayât-ı maârifle iskà etmek vaktidir. Yoksa kuruyacak yâhûd tefessüh edecektir.

Hem de “ihtiyâc” denilen; medeniyyetin pederi ve terakkıyyâtın müessisi olan üstâd-ı ihtiyâc, sillesini kaldırmış size hükmediyor ki; yâ hayât-ı hürriyyetinizi bu sahrâ-yi vahşette gàrâte vereceksiniz veyâhûd meydân-ı medeniyyette fen ve san’at balonuna, şimendüferine binerek istikbâli istikbâl ve o emvâl(?)-i müttefikayı istirdâd ederek kâ‘be-i kemâlâta koşacaksınız.

Hem de “milliyet” denilen; mâzî derelerinde ve hâl sahrâlarında ve istikbâl dağlarında haymenişîn olan Rüstem-i Zâl ve Salâhaddîn-i Eyyûbî ve Celâleddîn-i Havârizmşâh ve Sultân Selîm ve Barbaros Hayrî’nin emsâlleri gibi Türk, Kürd dâhî kahramânlarıyle bir çadırda oturan bir âile gibi, herkesi başkasının haysiyyet ve şerefiyle şereflendiren ve hissiyyât-ı ulviyyenin enmûzeci olan ıslâmiyyet milliyyeti size emr-i kat’î ile emrediyor ki; tâ her biriniz umûm bir milletin ma‘kes-i hayâtı ve hâmî-i saâdeti olunuz. şimdiki gibi bir şahıs değil, bir millet kadar büyüyeceksiniz. Zîrâ, maksadın büyümesiyle himmet de büyür. Ve hamiyyet-i ıslâmiyye’nin galeyâniyle ahlâk da tekemmül ve teâlî eder.

Hem de “meşrûtıyyet” denilen; sebeb-i saâdet-i akvâm ve hâkimiyet-i milliyyeyi te’mîn ile makine-i hayâtın buhârı olan hürriyyetteki irâde-i cüz’iyyeyi, istibdâd ve tahakkümün itfâsından kurtaran meşveret-i şer’ıyye’nin mâyesiyle mâyelendiren

(?): H.1327-28 baskılarında, ‘istinâd’. (B.T.) ıTFÂ(‘tı’ ile): Söndürme. (?): H. 1327-28 baskılarında, ‘ahvâl’. (B.T.)

meşrûtıyyet-i meşrûa; sizi meclis-i imtihâna da‘vet ediyor ki, sinn-i rüşde bulûğunuzu ve vasıyyete adem-i ihtiyâcınızı görmek istiyor. ımtihâna hâzırlanınız. Mevcûdiyyetinizi ittihâdla gösteriniz. Ve hamiyyet-i millî ile, fikir ve vicdân-ı şahsiyyenizi milletin kalb ve akl-ı müştereki gibi gösteriniz. Yoksa sıfır çekecek ve şehâdetnâme-i hürriyyeti elinize vermeyecektir.

Evet, mâzînin sahrâlarında keşmâkeşinize sebebiyyet veren, her birinizdeki meylül-ağalık ve fikr-i hodserâne ve enâniyyet, şimdi ise; istikbâlin saâdet-sarây-ı medeniyetinde fikr-i îcâda ve teşebbüs-i şahsiyyeye ve fikr-i hürriyyete inkılâb edecektir. Hattâ diyebilirim ki, başkalarının sükûtî medreselerine nisbet, sizin gürültülü olan medreseleriniz bir meclis-i meb’ûsân-ı ilmiyyeyi gösteriyor. Ve imâm arkasında kırâet-i Fâtiha ile semâvî ve rûhânî vızıltılarınız mezheben ve medreseten; fıtraten mâhiyyetinizdeki isti‘dâd ve meşrûtıyyet sırrına Kader’in bir îmâ ve nişânı vardır.
وَ اَنْ لَيْسَ ِلْلاِنْسَ&#157 5;نِ اِلاَّ مَا سَعَى nın başka bir ünvânı olan teşebbüs-i şahsîye müşevvik var.

Hem de, herbir kemâlin müessis ve hâmîsi olan “cesâret ve nâmûs-i millî” emrediyor ki; nasıl ki, şimdiye kadar dimağdan kalbe mecrâ açmakla aklı kuvvete mezc ederek maârifinizi kılıncın hutût-ı cevherinden öğrenmekle şecâat-i maddiyyede terakkî ettiniz. şimdi ise, kalbden fikre karşı menfez açınız. Kuvveti aklın imdâdına, hayâtı efkârın arkasına gönderiniz. Tâ ki, şecâat-i akliyye-i medeniyyet meydânında nâmûs-i milliyye-i ıslâmiyye pâymâl olmasın. Kılıncınızı fen ve san’at cevherinden yapmalı..



BEDÎÜZZAMÂN ((SAÎD NÛRSÎ))

32

16.12.2007, 22:58

Tahrif eserler akıl dışı..

burda aktarılan parça, tahrifli eserdir..bu tahrif bir değil on değil, onlarcadır...bu tahriflere bakarsanız daha önce bahsettiğim mantık hataları olan üstadın fikrini yansıtmayan ve milleti olan kürtler için çabaladığını ve onları hamiyet-i milliyeye teşvik eden tüm ifadeleri cinayetlerde ve daha sonraki yerlerde tamamen tahrif edilmiştir...daha sonra tüm detayları burda aktarılanlar ile tahrif olunmamış yerlerin farkıyla nasıl bir üstad çıktığını göreceğiz..

önce şunu aktararak başlayayım. üstadın bu eserlerinde muhatab hemen hemen her yerde kürtlerdir ve onlara hitaben söylediği ifadelerdir..münazarat zaten kürt aşiretleriyle soru cevapla geçen eserdir..iki mektebi musibetin şehadetnamesinde ve cinayetlerde ise üstad dönemin siyasi aktivitelerini, ve milleti kürtler için yaptıklarını sıralar..
ama gel gör ki tahrifatları okuyunca inanın güleyim mi ağlıyayım mı bilemiyorum..

sadece bir kaç komik ve saçma örnek vereyim:

üstadın tahrif edilmemiş risalesinde:

Ey, Âsûrîler ve Kiyânîler’in cihângîrlik zamânında pîşdâr, kahramân askerleri olan arslan Kürdler! Beşyüz senedir yattığınız yeter! Artık uyanınız, sabâhtır! Yoksa sahrâ-yi vahşette gaflet sizi gàret edecektir!

akıl mantık dışı olan tahrifli parçanız:

Ey, Âsûrîler ve Tûrânîler ve Kiyânîler’in cihângîrlik zamânında pîşdâr, kahramân askerleri olan arslan Türkler, Kürdler! Beşyüz senedir yattığınız yeter! Artık uyanınız, sabâhtır! Yoksa sahrâ-yi vahşette gaflet sizi gàret edecektir!

açıklıyayım bu mantık dışı tahrifi: üstad kürtlere hitap ederken kürtlerin medenyetçe ileri ve güçlü olduğu ilk medeniyetler olan asuriler ve kiyanileri zikredip kürdlerin şu anki perişan hallerinin ve asimile edilişinin ve milli birlikten uzaklığın verdiği dağılmışlığın giderilmesi için 500 yıldır uyutulduğunu ve artık uyanmaları gerektiğini söylerken;

tahrifli parçada araya türkler, turaniler katılmış ve 500 yıldır yatıldığı söyleniyor ki allah akıl versin bunu yapanlara..türkler ne zaman 500 yıl yatmış ve türklerin turanileri ne zaman asurilere ve kiyanilere komşu olmuş ki. alakası yok bir kere..bunlar mezopotamya kürt medeniyetleri iken hem de m.ö. dir. turaniler denilen kavimler ise ortaasyadadır ve m.s. 400 lerdedir...bu kadar saçmalık olabilir yani...

allah insaf versin..bu sadece ve sadece kürt düşmanlığıdır..bunu savunacak kişiye şaşarım..


devam edeceğim..selamlar..

33

16.12.2007, 23:08

Allah ıslah eylesin, hidayet ve istikamet nasip etsin tüm mü'minlere...


Estaizübillah..

Ve'l asr-i innel insane lefi hüsr. ıllellezine amenü ve amilüssalihati vetavasav bil haggi ve tavasav bissabr.

Hasbünallahi ve ni'mel vekil, ni'mel Mevla ve ni'mel masir..

La havle vela kuvvete illa billahil aliyyül azim.....

Sedat

Orta Düzey

  • "Sedat" bir erkek

Mesajlar: 167

Konum: Frankfurt

Meslek: Sürücü kursu ögretmeni

  • Özel mesaj gönder

34

16.12.2007, 23:25

osmanoca kardesim sana hayatinda basarilar dilerim

selam ve dua ile
molla Said i kürdinin 300 milyon (bugün 1 milyar) milletinden
bir nefer Sedat

35

16.12.2007, 23:58

Allah razı olsun...

Milletler inkar edilmez ama alt kimliktir..allahın ayetleridirler..ama milletleri bağlayan bağ dindir ki buna inancımız tamdır..üstadın dediği gibi hamiyeti milliye inkar edilmez reddedilmez ama hamiyet-i milliye hamiyet-i diniyeye hadim olmalıdır...

her türk, türklerin iyi olmasıyla iyi olduğu gibi her kürd de kürdlerin iyileşmesiyle iyi olur..bu duygu allahın milletleri yaratması ile ortaya çıkan fıri bir şeydir...türklerin kendi milletlerini ve kültürlerini sevme ve koruma hakkı olduğu gibi said-i kürdinin de elebette cehalette bırakılan milleti için bir taraftan uyandırmaya çalışması gayet gerekli bir vazifesidir ve öyle der...

burda herkes kürtlerin ne kadar diğer milletlerden geri olduğunu bilir ama bunu düzeltilmesini elbette öncelikle türklerden beklemek hatadır..meğer ki kardeşlik dugusu çok fazla ola..ancak her milleti anlayan o milletin ferdi olduğu için herkes önce kendi milletini sonra diğer uzak milletleri bilinçlendirmekle sorumludur..yakından uzağa...
eğer millet düşüncesi olmazsa herkes neme lazım der ve kimse ilerlemez...

yaratan allah ise kimse başkasını inkar etmemeli ve hiçbir bahane ile asimilasyona gitmemelidir..eğer islam dışı yollar çıksın istenmiyorsa islamın kürt sorununa çzöümünü konuşabilmek gerekir...üstad üzerine düşeni yaptı ve kürtleri uyandırmaya ve teşvikte bulunmaya çalıştı...tabi bu sadece kendi milleti ile ilgili olan kısım...diğer dini ve imani hareket ayrıdır...işte o noktayı kabullenebilmememiz gerekir..

asabiyet-i cahiliye insanları zulme götürür...eski saidi tanıyalım...devam edeeriz inşallah...selamlar...

Bilâl Tunç

Orta Düzey

Mesajlar: 360

Konum:

Meslek:

Hobiler: 1- tashih, 2- Osmanlıca, 3- arıcılık

  • Özel mesaj gönder

36

17.12.2007, 00:03

Bay osmanoca,
Bu ifâdelerini de okuduktan sonra söyleyecek söz bulamıyorum. Sen hiç Hazret-i Üstâd'ın kendi eliyle düzeltilmiş eserini veyâ el-yazısını gördün mü? Okuduğunu da sanmıyorum ama, bu Eser, Â.Bedîyye'de kapak resmi bulunan eserdir ve yeni-yazı ile ilk def'a neşrediliyor! Hiç değilse bir bilene sorsa idin! Eserin Müellifini dahî tahrifkârlıkla ithâm ediyorsun. Bu iflâh olmaz inkârınla ne yapmak istiyorsun? Sen Zehrâ Cemâatine de başka bir Nûr Cemâatine de mensub olamazsın. Sen kabil-i hitâb olmayan birisin. Allah seni ıslah etsin!..
Allâh'a havâle ediyorum. (Sana değil!) Bütün Türk, Kürd, Arab, vs. Kardeşlerime, bütün îman Kardeşlerime selâmlar ediyor Mübârek Kurban Bayramlarını tebrik ediyorum.

37

17.12.2007, 01:12

ALLAH hepimizi ıslah etsin

elimde Badıllı abinin elinde de olan asar-ı bediiye de var ve herşey aynıdır...dediğim gibidir..iman kardeşiyiz elbette. ama benim muhatabım burda konuşan herkes değildir..üstadın bazı tashihleri bazı yerlerde vardır ama el değmemiş bir risale ile şu an piyasada çıkan eski said eserlerinde el değmemiş yer kalmamış...özellikle kürtlerin övüldüğü yerlerin hepsi sitisnasız tahrif edilmiştir...yüzlerce tahrif var..bu birilerinin zaafıdır üstadın tashihi değil...

hem de sadece tashih bazı talebeler için yapılmış ve bu kesinlikle tüm eserlerde düzeltilsin şeklinde bir emirle yapılmamış..şu an kürt meselesi gündemde iken ilk çözüm bu tahriflerin düzeltilerek üstadın kürtlere telkinleri piyasaya sunulmalıyken malesef aynı zaaf ve rejim korkusu sürmektedir...

allah bayramınızı mübarek kılsın ve kürt-türk kardeşliğine vesile kılsın...

38

17.12.2007, 02:16

biz bu adamı bir yerden hatırlıyoruz..
o kendini daha iyi bilir..
cümlelerinden..

39

17.12.2007, 12:06

1907 eserleini baz alıp, Üstadın 1950 li yıllarda yaptıkları tashihleri görmezden gelip de, Yeni Asya cemaatini delilsiz karalayan birinden ben hayır bekleyemiyorum. ıddia değildir diyorsunuz. Neredeyse 2 haftadır takip ediyorum bir tek somut delil koyamadınız. Beklediğim somut delillerse şunlardı;

1- Bahsini ettiğiniz orijinal risalelerin bilgisayarda taranılıp bu foruma koyularak araştırma imkanı sunmanız,

2- Bahsini ettiğiniz röportajdaki Kutlular ağabeyin, iddia ettiğiniz şekilde "biz yanlış yaptık ama inatla yanlışımızı sürdürüyoruz" dediği kısmın geçtiği röportajı komple okuyabileceğimiz kaynak linkini vermenizdi. Ayrıca ilgili röportajın yayınlanma tarihi veya gazete sayı numarasını da koyabilirdiniz.

Bunlar olmadığı sürece müfterisiniz. Allah ıslah eylesin...

Not: AKP'ci Abdülkadir Badıllı ağabeyin (22 Temmuz öncesinde) Yeni Asya'ya ettiği ağır hakaretleri de hala unutmuş değiliz.

40

17.12.2007, 12:27

Re: [b]şAHSA DEğıL HATALARA DÜşMANLIK[/b]

Alıntı sahibi ""osmanoca""

Evvela: CEKA kardeşimin mesajına tamamen katılıyıyorum.
birisi süleyman demireli savunurken ecevite destek vereni suçlu görüyor ve kendini haklı nedenlere dayandırıyor...bir başkası ecevitle veya sistemle beraber yürürken müslümanları karşısına alması normal görüyor ve müslümanlarla aynı safta görünmemeye çalışıyor...ve daha sonra 28 şubatlar olunca iyi ki oldu deyip kendisinin zarar görmememesini en ehemmiyetli olay ve istikametli yol sayıyor..

bu hatalar asla affedilecek şeyler değil...zalimlere ve zulme meyleden ve bir tarafında yer alanlar tüm zulümlere ortaktır..kuran ayeti bunu söyler ve üstad bu ayeti açıklar..


Bakara Suresi
204.ıNSANLARDAN öylesi var ki, bu dünya hayatı hakkındaki görüşleri senin hoşuna gider; (dahası), kalbindekilere Allah'ı şahit tutar, üstelik tartışmada son derece ustadır.

205.Ancak hakimiyeti eline alır almaz yeryüzünde fesat çıkarmaya, [insanın] ürünü[nü] ve nesli[ni] yok etmeye çalışır: Allah fesadı sevmez.

Hocam bakınız hak üzere davet ettiniz. Siz de hak üzere olunuz.

Her işte her müşkülede ve hakikate ulaşmak istediğimizde Kur'an ve onun en mükemmel tefsirinin metod ve umdelerini istimal etmeliyiz.

ışte şu ısrarla hata diye eleştirdiğiniz Kutlular Abinin sözüne metod ve umdelerle bakalım. ışte o haktır ki hakikat öyle açığa çıkar.

Demişsiniz ki, birisi Demireli savunurken Ecevite destek vereni suçluyor ve kendini haklı nedenlere dayandırıyor.

Elbette haklı nedenlere dayandırıyor.Elbete işini kötü yapan bir sanatkarı eleştirene, "kötü iş yapanı eleştiriyorsun, işini iyi yapan şu ustayı niye eleştirmiyorsun" denemez. Komik olur!

Bir kere bir sözde bir kim söylemiş diye bakıyor ve diyorsunuz "madem bu sözü filan zat dedi o zaman yanlıştır" ışte bu metod risalelere muhaliftir. Zira, bir sözde kim söylemiş, ne için söylemiş, ve hangi makamda söylemiş, bak umdesini işletmek lazım.

Ayrıca bir umde daha vardır ki hem Kuran hem Risaleler gayet açık ve net ifade ediyor. Hata o umdenin bir darb-ı meseli var; "ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz"

şimdi Kutlular Abi sözde Fethullah Gülen cemaati için "niye ona oy verdiniz" diyor mu? Onların dilediğini seçme hakkına darb ediyor mu? Sözleri bu maksatla mı söylenmiş? Elbette hayır.

Fethullah Gülen cemaatinin kişiliğini mi eleştiriyor, metodunu mu? Sözlerine mi cevap veriyor işine mi?

Ortada ortak bir kola şişesi olsun. ıkimize ait. Ben o ortak kolayı alıp bir dikişte içsem , sen beni eleştirme hakkına sahip olursun. Ama kendi ayakkabımı kötü kullansam sen bana ancak tavsiyede bulunursun.

ışte Fethullah Gülen cemaati ortak kola şişesini bir dikişte içiyor ve sen diyorsun ki "eşleştirmeye ne hakkın var"

Ecevit 12 yaşından küçüklerin Kuran okumasını yasaklattı. Mecliste başörtülü Merve Hanıma yaptıkları hala gözümde. Ve hakeza şimdi ölmüş bir adam hakkında gıybet luzumsuz. Din aleyhine icraatları ortada.

şimdi o temsilde ki kola dindir. Elbette o ortak mala kendi malı ve tasarrufta hakkı varmış gibi iş yapanın metodu eleştirilir. O cemaatin niyeti eleştirilmiyor ki hata olsun. Hatta Kutlular Abi diyor; "FEthullah Gülen cemaatinin hizmetleri inkar edilemez" ve takdir edip mealen diyor "Ama Risale-i Nur metod ve umdeleri ile hizmet etmiyor"
Bakınız niyetine hastır diyor , umdesi batıl demiyor, ama Risale-i Nur'a muhallif diyor.

Bir iş Risale-i Nur'a muhalifse "Bu iş Risale-i nur'a muhallif" demek suçmu

Peki diyeceksiniz ki siz demirele oy verirken ortak mala zarar vermiyor musunuz?

Ben de sorarım "Demirelin söz haricinde işinde dine verdiği tek bir zarar gösteriniz"

Siz gösteremezsizin ,ancak Demirlin dine yaptığığı hadsiz hizmeti ben size gösteririm ve daha önceki yazımda sadece bir kaç tanesini yazdım. Hal böyle olunca demirele oy vermek ortak kola değil, bizim ayakkabımız meselesidir. Elbettedemokratik hakkımızdır ve oyumuzu meşveretle seçiyoruz. Elbette hata olsa siyasi bir hatadır, binde bire dahildir zararı ihmal edilir. Elbette siyaset ortak kola değildir ki "Demirele oy verdiğimiz için eleştirme hakkına sahip olun." Hem Demirel münafıksa zaten münafık kendini gizleyen demektir. Biz fiileri iyi olan bir adam ortada duruken, o adamı münafık ilan eden siyasi rakiblerine göre mi hareket edelim? Peki o siyasi rakiblere bir vahiy mi gelmiş ki demirel münafık diye hükmettikleri vakit , red edince günaha girelim veya dall olalım.

şimdi biz Nurcuyuz ve umdemiz "söze değil fiile bakma" şeklindedir.

Bakınız Demirelin "Başörtülüler suudi arabsitana gitsin" dediği iddia ediliyor. Peki göndermiş mi?

Peki, "Başörtüsü namusumuzdur" diyen Bülent Arınç'ın AKP'si bu söz rağmına ne yaptı. Bakınız Demirel "baş örtülüler suudi arabistana" dedi, ama iktidarken göndermedi. Bilakis başörtüsü yasağını kaldırdı.

Ama "baş örtüsü namusumuzdur" diyen AKP fiili ile öyle bir çıkmaza soktu ki baş örtülüler sinema salonlarından kovuluyor, tek gidecekleri yer Suudi Arabistan kaldı.

Sen şimdi söze bakıyor eleştiriyorsun. Ama fiile bakmıyarak tamamen Risale-i Nur ve Kur'an'a muhalefet ediyorsun.

Biz AKP'nin niyetini mi eleştiriyoruz, fiilini mi? Sözlerine mi bakıyoruz işine mi?

şimdi kim hak üzere kim batıl üzere?

Hem Risale-i Nur siyasete dahil olmaz. Ama talim ettirir. Talebesine oy noktasında nasıl tercih yapacağının umdelerini verir. Der "siyaset sanat işidir. SArhoş bir saatçi pek ala sarhoş değilek iyi saat yapabilir"

Yeni Asya cemaati Risale-i Nurları siyasete alet etmek ile suçlanıyor. Peki, oy vermek suçmu. Reylerinizi meşveretle teşettüten muhafaza ediniz ,düsturuna uymak suçmu? Siyasetin sanat işi olduğunu bilip, o işi ustasına bırakmak suçmu, siyaset mi? Siyasete dahil olmak mı?

Bakınız Yeni Asya'yı siyasetle suçlayanlar siyasetin tam göbeğine düşmüş. Bunlar AKP'ye dindar diye oy veriyor ve AKP'nin sözlerine bakarak, işlerini sözlerini görmezden geliyor. Üstelik bu işe sanki Risale-i nur prensibiymiş gibi sıkı sıkı sarılıyor. AKP'yi kutlsal yapmış ve eleştirtimyorlar. Dindar olduğu için AKP'ye oy vermedik diye bizi dall, münafık, cuntacı ilan ediyorlar.

DAha uzatmak luzumsuz. Risale-i nur iman mesleğidir ve Yeni Asya cemaati bu mesleği icraa ederken bir kusuru mu olmuş, çığır mı açmış? Vicdanınız ölmedi ise "hayır" diyeceksiniz.

O zaman velev ki siyasi meselede hata yapalım. Üstad yine metod veriyor diyor "Siyaset binde birdir. Hata yapılsa bile zarar olmaz"

Hem Yeni Asya cemaatinde kişiler oy noktasında meşverete tabidir ve Kutlular Abinin emri asla cari değildir. Görülmemiş bir meşveret sistemi ile oy verilecek parti belirlenir. Bu AKP çıksa daha kimse değiştiremez.

şimdi Meşveret siyasette yapılır mı? ışte metod Risale-i Nur'da "reylerinizi meşveretle teşettütten muhafaza ediniz"

Peki, Zehra Vakfı bu konuda meşveret etti mi? Yoksa serbest mi bıraktı? Peki, bu işi biz eleştirme hakkına sahip değil miyiz? Elbette Risale-i Nur mesleği ortak kola şişesidir. Eleştiririz. Ama işinizi; kalbiniz değil...


Hocam buyurun bize metodlarla, umdelerle konuşunuz. Yoksa tarafgir duygularınız hakikat değildir. Tarafgirlik hak bir metod da değildir.

Selametle
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir