Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

06.11.2007, 09:27

İdareci ve Siyasilerin Bediüzzaman´la alâkadarlığı

Son yüz yıllık tarihimize damgasını vuran Üstad Bediüzzaman'a dost görünmek, eserleri olan Risâle–i Nur'a sahip çıkmak, öyle her babayiğidin yapacağı işlerden değildir.

Bazı hükümetler döneminde ve özellikle firavunlaşmış bazı frenkmeşreplerin nazarında terörden bile daha tehlikeli, daha sakıncalı bulunan Risâle–i Nur hareketini savunmak, yahut sahiplenmek için, elbette ki yürek ister, cesaret ister.

En başta bu vatan ve milletin mukadderatıyla alâkadar olan ve beşerin iki dünya saadetini temine çalışan Risâle–i Nur'la, herşeye rağmen ciddî, samimî şekilde alâkadar olan, dostça yaklaşan siyasiler ve hükümetin bazı erkânları olmuştur. Bunun bâriz misâllerine Cumhuriyetten evvel olduğu gibi, Cumhuriyet döneminde (bilhassa 1950'den sonra) de rastlamaktayız.

Bazı siyasiler ve hatta hükümet başkanı olan bazı liderler çıkmışlar, Risâle–i Nur'u sahiplenmişler ve Üstad Bediüzzaman'la olan dostluklarını açıkça deklare etmişlerdir.

Ayrıca, ülkenin gündemindeki hayatî meselelere dair Bediüzzaman Said Nursî'nin fikirlerini hatırlatmışlar, hatta referans göstermişlerdir.

Bizim asıl hayret ettiğimiz husus ise, ekseriyetinin dindar olduğu ifade edilen bugünkü iktidar mensuplarının, ortada onca ilgili gündem maddesi olmasına rağmen, onların Risâle–i Nur ve Said Nursî hakkındaki sükûtu, sessizliği, ilgisizliği, bîganeliğidir.

Neden acaba?

Neden, meselâ hayatî meselelerin konuşulduğu, ehemmiyetle müzakere edildiği Meclis oturumlarında bir yürekli vekil çıkıp da Said Nursî'den fikir aktarmaya, Risâle–i Nur'dan çare tekliflerini sunmaya çalışmaz?

ışte bu noktayı, bir türlü aklımız, havsalamız almıyor. Evet, neden?

Hani, seçim zamanı da değildir ki, bir istismar endişesi taşınsın...

Ülke sıkıntılı bir süreçten geçiyor, bölge ülkeleriyle ciddî sıkıntılarımız var, bir yandan da kardeşlik muhabbetinin yerine husumet ateşi yakılıyor, komşularla, eski müttefiklerle karşı karşıya gelme ihtimalinden bahsediliyor, vesaire...

Ama, bütün bunların üstesinden gelecek, huzur, asayiş ve barışı temin etmede en tesirli rolü oynayacak olan Risâle–i Nur'dan reçetelerden hiç bahsedilmiyor.

Evet, bir kez daha neden, niçin?

şimdi, bugünkü siyasilerin ve hükümet erkânının Risâle–i Nur'la münasebetini sorgulayarak daha iyi anlayabilmek için, özellikle tarihimizin son yüz yıllık kesitlerine kısaca bir nazar gezdirelim.

Dileriz ki, bugüne yarayacak ve geçmişi bugünle kıyaslayarak muhakeme yürütecek bazı bilgi ve donelere ulaşma şansını, imkânını sağlamış oluruz.


ıstibdatla pençeleşme

Bundan tamıtamına 100 sene önce, yani 1907 yılı Kasım ayında Bitlis'ten ıstanbul'a seyahat eden Bediüzzaman Molla Said Efendi, Dersaadet'e gelir gelmez, dönemin "hafif istibdat" hükümetiyle pençeleşti.

Osmanlı tahtında otuz yıldır padişahlık yapan Sultan II. Abdulhamid oturuyordu.

Sultanın etrafını yağcılar, dalkavuklar, müdahaneciler, buluttan nem kapanlar sarmış, mütemadiyen korku pompalıyor ve ortalığı evham bulutlarıyla karartmaya çalışıyorlardı.

Mutlakıyet rejimi, olanca kuvvetiyle hükümfermâ idi.

şefkatli padişah Abdulhamid ise, korku ile ümit, merhamet ile gazap, hizmet ile hezimet arasında gidip gelerek, saltanatının son yıllarını yaşıyordu.

ışte bu ve benzeri sebeplerle, zamanın hükümeti, ıstanbul'da istibdat perdesini yırtarak meydana atılan Bediüzzaman Hazretlerini anlayamadılar.

Daha doğrusu yanlış anladılar, hatta maksadının tam aksi yönünde anladılar. Bazı nâdanlar ise, zaten öyle anlamak istediler.

Neticede, o zâtın "maarife dair" tekliflerini ve "Medresetüzzehrâ eğitim projesini" anlamak, gereğini yapmak yerine, onu gözetim altında cezalandırmayı tercih ettiler. "Tehlikelidir" diyerek, önce Yıldız Mahkemesine sevk ettiler, ardından "Delidir" damgasını vurarak Toptaşı Tımarhanesine attılar.

Evet, Üstad Bediüzzaman, "hafif istibdad"a yaslanmış olan Mutlakıyet devri sona erinceye kadar, böyle musibetten musibete sürüklendi.

Sonra, hürriyet ilân edildi ve Meşrûtî idareye geçildi.


ılimde/fikirde, en önde

Bu yeni dönemin (1908) başlarında, ilim ve medrese camiasının parlayan yıldızı olarak ön safa geçen ve meydanlarda nutuk irad eden Bediüzzaman, hürriyet ve meşrûtiyete sadâkatla bağlı olanlar tarafından hararetle alkışlandı.

Artık, meşrûtiyet bir güneş gibi doğmuştu, ortalığı aydınlatıyor ve herkesi, her tarafı ısıtıyordu.

Fakat ne yazık ki, bu güneşten hoşlanmayan yarasa tabiatlı bazı herifler, başlarına da hamiyet maskesini geçirerek çok fenâ işler yapmaya başladılar.

şebekeyi ele geçirmeye çalışan bu şebekler, önce fikrî muhaliflerini fâili meçhûl cinayetlerle bertaraf etmeye başladılar. Ancak, bununla da yetinmeyip bir iç isyan kumpasını (31 Mart) hazırladılar. Saf askerleri ve bir kısım muhakemesiz dindarları oyuna getirerek, ortalığı kan gölüne çevirdiler.

Böylelikle, geçmişi de aratan yeni ve çok daha şiddetli bir istibdat rejiminin kurulmasına sebebiyet verdiler.

Müstebitler, bu esnada Said Nursî'nin de hayatına kast ettiler ve onu idamla yargıladılar. Fakat, o ılâhî inayetle kurtuldu.

Daha sonra, haricî tehlike doğdu. Devletin, milletin başına Birinci Cihan Savaşı açıldı. Bediüzzaman da, devrin müstebit ıttihatçı hükümetinin yanında haricî tehlikeyi defetmek için canla, başla çalıştı. (Başkumandan, yani padişah vekili Enver Paşanın arzu ve teklifiyle, Bediüzzaman bir Milis Alayı kurdu ve Fahrî Miralay rütbesiyle bu silâhlı birliğin başına geçti.)

Savaş ortamında, cephede bir de eser telif etti, Üstad Bediüzzaman.

Çatışmada esir düştü, iki buçuk yıl kadar süren esaret hayatı sonrasında ıstanbul'a geldi.

En büyük arzularından biri, harp esnasında telif etmiş olduğu ışarâtü'l–ı'câz isimli eserini tabetmek idi.

ışte, onun bu arzusunu tahakkuk ettirmek için lâzım olan en büyük destek, o dönemin en popüler ve terfi itibariyle en tepede olan Enver Paşadan geldi.

Bir "yadigâr–ı harb" olarak görülen bu eserin bütün kâğıt masrafını şahsî kesesinden karşılayan Enver Paşa, ayrıca Üstad Bediüzzaman'ın "Ordu–yu Hümâyun" temsilcisi olarak Darü'l–Hikmeti'l–ıslâmiye'de âzâ sıfatıyla vazifelendirilmesini istedi.

Enver Paşa, bu her iki konuda da ciddî ve samimî davrandı.

Üstad Bediüzzaman da, onun bu husustaki davranışlarından memnun oldu ve bu iki şahsiyet ölünceye kadar da birbiriyle dost kaldılar.

Kolağası Niyazi Bey, Sadrâzam Said Halim Paşa ve Enver Paşa gibi Meşrûtiyet döneminde tanınmış bazı şahsiyetlere dostluğu bulunan Bediüzzaman Said Nursî'nin, Cumhuriyet dönemindeki yakın dostlarının kim/kimler olduğunu ve aralarında nasıl bir münasebetin tesis edildiğini, Nursî'nin vefatından sonraki bazı siyasilerin ise, Risâle–i Nur'a olan dostâne alâkadarlıklarının nasıl bir seyir takip ettiğini de bilmekte fayda var.
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

2

06.11.2007, 09:29

Kendisi aktif siyasetle uğraşmayan, siyasetin başına geçmeyi düşünmeyen, talebelerini de bir siyasî parti kurmaktan ve siyaset yoluyla başa geçme çabasından men'eden Bediüzzaman Said Nursî'nin, yine de siyasetle uğraşan birçok dostu, seveni olmuştur.

Bir önceki yazıda, bu dostların Meşrûtiyet döneminde yaşamış bazı simâlarından söz ettik. Kaldığımız yerden devam ediyoruz.


Fırtınalı dönem

Dost kervânına dahil olan siyasilerin sayısı fazla değildir.

Gariptir ki, bu cenahtan samimane dost olanlardan öncü kısmının siyasî hayat ve icraatleri de hep kısa olmuştur.

Meselâ, 1908'de hürriyet kahramanı ilân edilen Resneli Niyazi Bey, komitacıların iğfaliyle korumasına vurdurularak katledilmiş, bir diğer ıttihatçı lider olan Enver Paşa ise, Buhara taraflarında vücuduna isabet eden Rus mermileriyle şehit düşmüştür.

Prens Sabahaddin ve Mizancı Murad gibi aydın ve bilgin şahsiyetler ise, şiddetli baskı ve tehditler altında tutularak, onların siyaset yapmalarına imkân, fırsat verilmemiş.

Bütün bu zorluklara ve aksiliklere rağmen, yine de Meşrûtiyet hükümeti tarafından Van'da tesisi teklif edilen Medresetüzzehra'ya sahip çıkılmış, eser için ödenek ayrılmış ve inşaatı başlatılabilmiştir. (ınşaat hizmeti, 1914'te patlak veren Dünya Harbi sebebiyle akamete uğradı.)

Kezâ, yine bu dönemde Divân–ı Harb–i Örfî, Münâzarât, Hutbe–i şâmiye, Sünûhat gibi hakikî hürriyet ve meşrûtiyeti anlatan müstesnâ eserlerin basım ve dağıtımı yapılabilmiştir. (Not: Divân–ı Harb–i Örfî isimli eserin ilk baskısı için, hükümet tarafından yasak ve toplatma kararı çıkartıldı. Eser, daha sonra beraat etti ve aynı dönemde ikinci kez basıldı.)


Mutlak istibdat

Tıpkı Meşrûtiyet döneminde olduğu gibi, yeni Meclis ve yeni Cumhuriyet döneminde benzer durumlar yaşanmış. Meselâ, Ali şükrü, Hüseyin Avni, Refet Bele ve Kâzım Karabekir gibi tanınmış vatanperver şahsiyetlerin, aktif siyasetle uğraşmalarına fırsat tanınmamış, hatta kimisinin canına okunmuş ve kimisinin de siyasetle arasında set çekilmiştir.

Buna rağmen, yine bu gibi dost zâtların takdir ve alâkadarlığı sâyesinde, Üstad Bediüzzaman'ın Hubâb, Beyannâme ve Tabiat Risâlesi (Arabî) gibi eserleri Ankara matbaalarında tab ve neşredilebilmiştir.

1923'ten sonra, araya uzun süren bir kesinti devresi girdi.

Üstad Bediüzzaman ile mebusların, bakanların ve diğer siyasilerin müsbet mânâdaki irtibatı kesildi.

Hele hele, 1925 sürgününden sonra, hemen bütün siyasiler, Said Nursî'ye ve onun temsil ettiği imân–Kur'ân dâvâsına adeta düşman kesildiler. ıcraatleriyle de bunu ispat ettiler.

Yani, din nâmına gördükleri hemen her şeyi yasaklayarak, yahut bozup saptırarak, esasen insanlık tarihinde görülmedik bir tatbikatta bulundular.

27 yıl süren bu tatbikat tarzını, Said Nursî "mutlak istibdat" şeklinde târif ve tavsif ediyor.

Artık şeytanın emrine giren o dönemin siyasetinden Allah'a sığınarak uzaklaşan Üstad Bediüzzaman, gizli ve münafıkane bir tarzda tezgâhlanan imansızlık cereyanına set çekecek ve tahkiki imanı kalp, ruh ve dimağına yerleştirecek eserler yazmaya koyuldu.

Ona "Sen siyaset cereyanında mısın?" diye kuşkulu yaklaşanlara, o "Efendiler, ben imânın cereyanındayım" diye karşılık vererek, seviyesiz siyasetle arasına koyduğu mesafeyi tarif etti.

Onun siyasilerle kopukluğu, irtibatsızlığı, hatta zıddıyeti, tâ 1950 senesine kadar devam etti.


Yeni bir pencere açıldı

1950 senesine gelindiğinde, ciddî mânâda meşrûtî/demokratik bir pencerenin açıldığını düşünen ve artık siyasetle belirli ölçüler dahilinde alâkadar olmanın gerektiğine kanaat getiren Üstad Bediüzzaman'ın, bazı siyasetçilerle samimî dostluk münasebetleri kurduğunu da görmekteyiz.

Kendi ifadeleriyle, Adnan Menderes, Tevfik ıleri ve Namık Gedik gibi üst seviyeden hükümet erkânlarını vatan, millet ve din hizmetinde samimî birer dost mesabesinde görmektedir.

Aynı şekilde, Gazi Yiğitbaşı, Tahsin Tola, Gıyaseddin Emre gibi Risâle–i Nur'a hizmet eden mebuslarla da daimî irtibat halindedir.

Bütün bu dostane münasebetler neticesinde, bilhassa 1957'den itibaren bütün Nur Külliyatının ilk kez olmak üzere matbaalarda basılıp neşredildiğini görmekteyiz.

Hakkını teslim etmek lâzımdır ki, bu makbul ve muazzam hizmetin ifasında, bizzat Başbakan Menderes'in maddî ve mânevî büyük destekleri olmuştur.

Bununla beraber, halen hayatta olan muhterem Gıyaseddin Emre de şahittir ki, Adnan Menderes, muhalefet lideri ısmet Paşanın hakaret ve sataşmaları karşısında susmamış ve Meclis kürsüsünden Said Nursî'yi açıkça müdafaa ederek samimî dostluğunu dünya âleme deklare etmiştir.

ışte bizim, dün olduğu gibi bugün de dost mesabesindeki siyasîlerden beklediğimiz merdane tavır budur.

Yani, korkmasınlar, çekinmesinler ve yeri, zamanı, makamı geldiğinde, Said Nursî'nin vatan ve millet hayrına ortaya koymuş olduğu içtimâî reçeteleri yüksek sesle dillendirsinler.

Evet, yapacakları, söyleyecekleri birşeyler varsa, bunu şimdi ortaya koysunlar. Zira, gidişata bakılırsa geç bile kaldılar.

Ama, işin bir de nasip meselesi yönü var. Nasipleri yoksa, yapacakları herhangi birşey de yok.
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

3

06.11.2007, 09:30

Bediüzzaman Hazretlerinin vefatından evvel olduğu gibi, vefatından sonra da siyasilerin Risâle–i Nur'la olan alâkadarlığı devam etmiştir.

Bu açıdan bakıldığında, son beş–on yıllık kesinti yahut tevakkuf hali, bir hayli düşündürücüdür, elbette.

Ancak, şunun bilinmesi lâzımdır ki, özellikle 1965'ten 1995'lere kadar süren otuz yıllık süreç içinde, Said Nursî, eserleri olan Risâle–i Nurlar ve Nur Talebeleri, daima siyasilerin ilgisini çekmiş, lehte yahut aleyhte onları bir şekilde meşgul etmiştir.

* * *

1965 yılı (10 Ekim) genel seçimlerinde partisi hezimete uğrayan CHP'nin Millî şefi ısmet Paşa, bu mağlubiyetinin faturasını Nurculara keser, bir yandan da "Beni onlar yıktı" diyerek, her fırsatta bu dâvânın mensuplarına yüklenmeye ve sataşmaya çalışır.

ışte, o günlerde ısmet Paşanın başlatmış olduğu bir tartışma (daha doğrusu sataşma), gazetelerin birinci sayfasından toplumun gündemine yansıyordu.

Daha çok Ulus ve Cumhuriyet gazetelerinde geniş yer verilen ısmet Paşanın konuşmaları o derece zıvanadan çıkıyor ki, artık dönüp sahibini tekzip edecek, hatta bunak durumuna düşürecek bir mahiyete bürünüyor.

Meselâ, şunları söylüyor ısmet Paşa (Parantez içindeki ifadeler bize ait):

1) "Said Nursî, okuma–yazma bilmeyen bir cahildi... Volkan gazetesinde yazdığı yazılarla 31 Mart’ı körüklemiştir."

(Bir kimse nasıl hem cahil olur, hem de yazdığı yazılarla kitleleri harekete geçirir? Kaldı ki, Said Nursî, o tarihte kurulan mahkemede suçsuz bulunmuş ve beraat etmiştir.)

2) "AP Başkanı Demirel, Said Nursî’nin halifesidir. Değilse, çıkıp açıkça ‘Ben halife değilim desin.’"

(Manşetten duyurulan bu çıkışa, Demirel şu karşılığı verir: "Paşamız hayli yaşlanmış ve anlaşılan bunamıştır. Zırvalayıp duruyor." 1966'da yaşanmış olan bu hadiseyi, 1985'te Demirel'in Tuzla'daki evinde bizzat kendisinden de dinledik.)

* * *

Demokrat Parti misyonunu devam ettiren AP Genel Başkanı Demirel, 1976'da Aydınlar Ocağında vermiş olduğu bir konferansta, Risâle–i Nur'u takdirle yâdediyor ve bu eserlerin yasaklanamayacağını söylüyordu.

Aynı Demirel, 1990'da Kocatepe Camiinde ilk kez tertiplenen "Bediüzzaman Mevlidi" vesilesiyle gönderdiği kutlama telgrafında, Üstad Bediüzzaman'ın büyük bir ıslâm âlimi olduğunu ifade ediyor ve onu bu sözlerinden dolayı muaheze edenlere de "O zât için 'Büyük ıslâm âlimi değildir' diyenlerin alnını karışlarım" diye meydan okuyordu. (1991'de, ıstanbul Marmara Grubunda verdiği konferansta da aynı savunmayı yaptığını biliyoruz.)

Tıpkı rahmetli Menderes gibi Demirel'in de 1990'lı yıllarda Said Nursî'ye sahip çıktığı, pekçok kimseye Risâle–i Nur'u tavsiye etiği bir Türkiye'de, ne yazık ki son on yıldır siyaset âleminde âdeta bir tevakkuf hali yaşanıyor.

Önceki Meclislere kıyasen, en fazla dindarların bulunduğuna kanaat getirdiğimiz bugünkü Meclis üyeleri arasından bir tek mebusun çıkıp da, ülkenin huzur, güven, asayiş ve kardeşlik gibi en mühim, en hayatî konularında Üstad Bediüzzaman'ı hiç hatırlamaması, her biri başlıbaşına birer reçete olan eserlerinden hiç söz etmemesi, bize bir hayli düşündürücü geldiği için, birkaç gündür bu konuları sizlerle yeniden paylaşmaya çalıştık.

Ne diyelim; Allah baştaki başlara akıl, iz'an, feraset, yüreklerine de cesaret versin.

M. Latif SALİHOĞLU
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

4

06.11.2007, 20:14

istifade edilebilecek bir yazı dizisi olmuş..teşekkürler!

Hasan_Sinan

Moderatör

  • "Hasan_Sinan" bir erkek

Mesajlar: 2,136

Konum: Almanya

Meslek: Uzman Pazarlamaci

Hobiler: Okumak Okumak Okumak

  • Özel mesaj gönder

5

07.11.2007, 02:13

Su an öyle bir politika izlenimi olusturuyorlarki, adeta millet bizim is yaptigimizi görsün, bizi konussun, herhangi bir isle -velev kendi hakki bile olsa- onla mesgul olmasin. 4 küsür aydan IRAK meselesi. 8 aydir Cumhurbaskani meselesi vesaire gibi bos ve anlamsiz meseleler ile milleti oyaliyorlar.

Bediüzzaman ise yazilarda anlasildigi gibi en karmasik dönemlerde dahi insanlari en önemli, en elzem bilgileri pervazisca ve her türlü imkani kullanarak bunu yapiyordu. Tiyatroda, Isyan sirasinda ve gazetelerle insalari herzaman teyakkuza davet ediyordu.

Acaba bu zamanda az da olsa bunu kim yapiyor? diye insaf ile düsünmek lazim!
Kur’an’a hücum edilecek; î’câzı, onun çelik bir zırhı olacak.Ve şu î’câzın bir nevini şu zamanda

izhârına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak.Ve namzet olduğumu anladım.

Hasan_Sinan

Moderatör

  • "Hasan_Sinan" bir erkek

Mesajlar: 2,136

Konum: Almanya

Meslek: Uzman Pazarlamaci

Hobiler: Okumak Okumak Okumak

  • Özel mesaj gönder

6

07.11.2007, 02:43

En vâhimi

Ankara’da bitmeyen tartışma devam ediyor. Türkiye’nin AB ılerleme Raporunun açıklanacağı günde, Ankara terörle mücadeleyi tartışıyor. Tartışma, bizatihi oyalama oyununun bir parçası: “Erdoğan-Bush görüşmesinde neler konuşuldu ve Bush’un sözleri ne anlama geliyor?” Ankara şimdi bunları tartışıyor. Görüşmede Bush, terör örgütü PKK’yi “düşman” olarak nitelemiş; “Sâdece Türkiye’nin değil, ABD’nin ve Irak’ın da düşmanı.”

ılk akla gelen şu: PKK Irak’ın ve ABD’nin düşmanı ise ve Irak ABD’nin işgali altında ise, işgalcilerin güdümündeki Kuzey Irak, Irak’ın bir parçası ise, o halde terör örgütü neden hâlâ burada yuvalanıp himâye ediliyor? Niçin terörist elebaşları Türkiye’ye teslim edilmiyor?

Bir aydır merakla beklenen ve Genelkurmay Başkanının haftalar öncesinden gelişmeleri odaklandırdığı Beyaz Saray görüşmesi, ardından bu ve buna benzer bir yığın soru bıraktı? şimdi Ankara’da bunların cevapları konuşuluyor... Mesela Bush, “anlık ve görsel sıcak istihbarat paylaşımı”ndan bahsetmiş. Bildiğimiz kadarıyla bu “taahhüd” daha önce de defalarca verilmiş ve dağ fare doğurmuştu. Tıpkı “koordinatörlük” meselesinde olduğu gibi...

Ne var ki “üçlü mekânizma”nın bir sonuç vermediğini ve Türkiye’yi onbeş ay oyaladığını açıkça ikrar eden Erdoğan, bu defa bir başka “üçlü mekânizma”dan bahsediyor. Türkiye, ABD ve Irak silâhlı kuvvetlerinin en üst düzeydeki ikinci komutanların bir araya gelip terörle mücadeleyi koordine edeceklerini belirtiyor. Ancak bunun nasıl olacağı ortada. Keza Erdoğan’ın üç kez “stratejik müttefikliğe” atıfta bulunduğu görüşmede dile getirilen “yakın işbirliği”nin neyi kapsadığı da muamma...

Erdoğan’ın, daha sonra CSıS adlı lobi kuruluşunda yaptığı konuşmada da açıkladığı gibi, hükûmet Meclis’in verdiği “tezkere”yi mutlaka kullanacak mı? Kullanacaksa nasıl kullanacak? Bunlar da bilinmiyor. Zira Türkiye’nin ABD’den Irak’ın hava sahasını kullanmasını istediği ve buna “izin” verildiği haberleri, Türkiye’nin yapacağının bir “operasyon”la sınırlı kalacağının işâreti.

Anlaşılan, sözkonusu “tezkere”nin bunca gürültüyle çıkarılmasına karşı, Erdoğan kamuoyunu yatıştırma peşinde. Hükûmet bu kritik süreçte gelinen noktada ABD’ye karşı yükselen infiali yatıştırmak ve önalmak için psikolojik taktik güdüyor.

“Başbakan’ın Bush’la görüşmesinden memnun ayrıldığı” iddiaları da, Erdoğan’ın, “Hamd olsun, istediğimizi aldık” sözleri de hep mu maksada mâtuf. Yoksa, bu safhadan sonra yüzbinlerce askerin, Kuzey Irak’a girip Kandil’e vararak alabildiğine geniş bataklıkta bir netice alamayacağını herkes biliyor...

Bush’un toplantıda elindeki kağıda “PKK” yazıp etrafını çizmesini, “PKK’yi çizdiler” diye değerlendiren Türkiye’deki mâlum medya, belli ki bir süre de bununla oyalayacak. Daha önce, meydanlarda terörle yapacağı mücadelede “stratejik müttefikimiz” dahil kimsenin olurunu almak mecburiyetinde olmadıklarını ifâde eden Erdoğan’ın, Amerika’da “stratejik müttefikimiz ABD ile birlikte hareket ediyoruz” demesi dikkat çekici.

Bir başka dikkat çekici husus, Amerikan Basın Kulübü’nde, El Kaide’ye “terörist” denip PKK’yı “asi, “direnişçi” veya “isyancı” denmesinden yakınan Erdoğan’ın, “11 Eylül saldırılarıyla bir başka boyut kazanan küresel terör” nitelemesi...

Doğrusu Erdoğan’ın, hükûmet olarak, “ABD’nin ‘terör’ saydığını biz de “terör” sayıyoruz, mücadele ettiğine biz de mücadele ediyoruz, tam destek veriyoruz; ABD niye bize destek vermiyor” şeklindeki tarizleri, baştan beri Türkiye’nin saplandığı çıkmazı ele veriyor...

* * *

Aslında Bush’un, sekiz askerin teslim edilmesini “ortak çalışma”nın başarısının bir ürünü olduğunu söylemesi, ABD’nin ciddî olarak istediğinde Irak’taki terör örgütünü tasfiye edebileceğinin örtülü ifâdesi. Bu imâlı ifâdelerle Bush, “PKK elimizde, yeter ki Türkiye bizim projelerimize uysun” diyor. Demek Bush yönetimi, bizzat Başbakan’ın Amerika’da açıkça anlattığı, hükûmetin Afganistan’da ve Irak’ta “stratejik müttefik ABD”nin işgal ve savaşına verdiği desteği yeterli görmüyor.

Türkiye’nin onlarca havaalanı ve deniz limanını Amerikan askerlerine ve mühimmatına açması ve Millî Savunma Bakanının itirafıyla Irak’a binlerce sorti yapıp bombalamasına aracılık etmesi de kâfi gelmiyor. Ki Erdoğan’ın, Amerika’da “Türkiye alt yapısına ve üst yapısına varıncaya kadar özgür bir Irak için her türlü desteği verdi” diye şikâyet edip ABD’nin desteğini istemesi bu anlama geliyor.

Peki Bush yönetiminin yeni projesi nedir; Türkiye’den daha ne istiyor? ışte bütün mesele burada düğümleniyor. Toplantıda Bush’un, Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi ıran’a yönelik saldırı ve operasyonunda Türkiye’nin desteğini almayı hedeflediği ve yüzündeki muzip gülümsemenin âdeta “bu iş tamam” anlamına geldiği kulislerde konuşuluyor.

ışte işin en vâhimi, Türkiye’nin ıran operasyonuna âlet edilmesi. ABD’nin Türkiye’ye yapacağı en büyük kötülük bu...

07.11.2007

E-Posta: cevher@yeniasya.com.tr
Kur’an’a hücum edilecek; î’câzı, onun çelik bir zırhı olacak.Ve şu î’câzın bir nevini şu zamanda

izhârına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak.Ve namzet olduğumu anladım.

7

07.11.2007, 10:12

Başka bir başlıkta ifade etmiştik. Türkiye şu 1 kaç aydır, afedersiniz ama, pis bir oyunda figüran görevi almış oynuyor..ısrail'in yakıt tanklarını bizim askerlerimizin yerleştirildiği iddiasına cevap geldi mi silahlı kuvvetlerden ve ya hükümetten?
ıran ve Suriye'nin gözünü korkutma senaryosunda figüran Türkiye oldu!
Gelelim yaklaşık 2 aydır, terörün aleni akıttığı kanlara..Aleni diyoruz, çünkü zaten 5 yıldır bu kan aktığı halde örtbas ediliyordu. Bir asker anasının ifadesine göre; 2 sene önce yalnız Ankara'ya bile günde en az 25 şehit gidiyordu! Demek ki birilerinin bu şehitlerin üzerinden 1 aydır bir hesabı var! Ki durup dururken vatandaşın sokaklara dökülmesini istiyorlar..Hesap nedir?
Eylül ayında Irak parlementosundan geçmesi beklenen petrol yasası!
Barzani takımı bu yasaya karşı! Onun gözünü korkutma figüranlığı da şu anda Türkiye'ye devredilmiş durumda..Hiç akmıyormuş gibi ani baskınlar düzenlenerek Türk halkı galeyana getirildi!
Perde arkasında da abd menfaatleri el oğuşturuyor..Elden ele dolaşan postalarla insanlar ırki farklılıklarından ötürü birbirlerine düşürülüp, hatta Bediüzzamana'a r.a. dahi milliyet üzerinden hakaret ediliyor!
Va esefa, Türkiye şu anda hükümet boşluğu yaşıyor vesselam!

8

20.10.2009, 10:47



Bediüzzaman'sız bir dünyanın geleceğini tayinde, siyasiler hep çıkmazda kalacaktır..

Çâre Ondan başka yerde arandıkça da vakit kaybı olacaktır ancak..




Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir