Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.
Alıntı sahibi ""Ruhsatioğlu Ozan""
Saidi Nursi Cahildir:
Kendisinden asrın harikası “"Bedîüzzaman" olarak bahseden Sait bir risalesinde radyodan bahsederken dünyanın bir ucundan söylenen bir sözün kilometrelerce uzaklıktaki bir kutudan duyulmasını kutudaki meleklerle açıklamaktadır. Günümüzde beş yaşında bir çocuğa kendini güldürecek iddiaları ve tarihi vesikalar ile sabit olduğu üzere az okur ama yazamaz, imla bilmez (bkz. Kürd Said’in Mezhebi Hakkında Reddiye Armağanı Son Osmanlı şeyhulislamı Mustafa Sabri) biri için cahillik herhalde ağır bir itham olmasa gerek.
Alıntı sahibi ""Tarihçe-i Hayat""
Van'da bulunduğu müddet, vali ve memurîn ile ihtilat ederek, bu asırda yalnız eski tarzdaki ilm-i kelamın ıslam dîni hakkındaki şek ve şüphelerin reddine kafı olmadığına kanaat hasıl etmiş ve fünûnun tahsiline lüzûm görmüştür.
Bu kanaati hasıl ettiği o zamanda, ulûm-u müsbete denilen bütün fenleri tetebbua başlayarak, pek kısa bir zamanda tarih, coğrafya, riyaziyat, jeoloji, fizik, kimya, astronomi, felsefe-gibi ilimlerin esaslarını elde etmiştir. Bu ilimleri bir hocadan ders alarak değil, yalnız kendi mütalaası sayesinde hakkıyla anlamıştır. Mesela bir coğrafya muallimini, mübaheseye girişmeden evvel yirmi dört saat içerisinde eline geçirdiği bir coğrafya kitabını hıfz etmek sûretiyle, ertesi gün Van valisi merhum Tahir Paşanın konağında ilzam eder. Ve yine aynı sûrette bir muaraza neticesinde, beş gün zarfında kimya-i gayr-i uzvîyi (inorganik kimya) elde ederek, kimya muallimiyle muarazaya girişir ve onu da ilzam eder. ışte, pek genç yaşındaki mezkûr harikuladeliklere ve bahr-i umman halinde bir ilme malikiyetine şahit olan ehl-i ilim, Molla Said'e "Bediüzzaman" lakabını vermiştir.
Alıntı sahibi ""Tarihçe-i Hayat""
ıstanbul' a gelir gelmez ulemayı münazaraya davet etti. Bunun üzerine ıstanbul'daki meşhur alimler, grup grup ziyarete gelip sualler soruyorlar ve o hepsinin de cevaplarını sahîh olarak veriyordu. Bundan maksadı, şarkî Anadolu'daki ilim ve irfan faaliyetine nazar-ı dikkati celb etmekti. Yoksa, Molla Said, katiyen hodfüruşluğu sevmezdi. Her türlü gösteriş ve alayişten müberra olarak hareket ederdi. ılim, cesaret, hafıza ve zeka îtibarıyla pek harika idi. Aynı derecede, belki daha ziyade olarak, halis ve muhlis idi. Tasannû ve tekellüften katiyen hoşlanmazdı. ıstanbul'daki ikametgahının kapısında şöyle bir levha asılı idi: "Burada her müşkül halledilir, her suale cevap verilir; fakat sual sorulmaz.
ıstanbul'da, grup grup gelen ulemanın suallerini cevaplandırıyordu. Genç yaşında böyle bilaistisna bütün suallere cevap vermesi ve gâyet muknî ve beliğ ifade ve harika hal ve tavırlarıyla, ehl-i ilmi hayranlıkla takdire sevk ediyordu. Ve "Bediüzzaman" ünvanına bihakkın layık görüyorlar ve bu fevkalade zatı, bir "nadire-i hilkat" olarak tavsif ediyorlardı.
Alıntı sahibi ""Ruhsatioğlu Ozan""
Saidi Nursi Türk Düşmanıdır:
Kürt Sait risalelerinde Ye'cüc Me'cüc denen ve dünyayı yok edecek olan korkunç yaratıkların Özbek, Tatar ve Kırgız gibi Türk boyları olduğunu söylemekte ve soydaşlarımızı "akvâm-ı vahşiyye" (yani vahşi kavimler) olarak tabir etmektedir.
Ye'cüc ve Me'cüc kelimeleri Arapça’ya başka bir dilden girmiştir. Frenkler buna "Yagug ve Magug" demişler, şeytanın zürriyeti olduğuna inanmışlardır.
ıslâm inancına göre ise, Ye'cüc ve Me'cüc, esrât-i saattan yani kıyametin kopacağına işaret sayılan büyük alâmetlerdendir. Ye'cüc ve Me'cüc Kur'ân-i Kerîm'de iki âyette geçer ve her ikisinde de (Kehf, 18/94 , Enbiya, 21/96-97) yer yüzünde bozgunculuk yapan ve kıyamet vakti ortaya çıkıp tüm insanlığa saldırarak dünyayı yakıp yıkacak kötü güçler olarak anlatılmaktadır.
Görüldüğü üzere burada Sait gene din kisvesine sığınarak çarpık fikirlerini yaymaya çalışmakta ve Türk’e düşmanlığını kusmaktadır.
Alıntı sahibi ""Bediüzzaman Said Nursi""
Onlar iyi bilsinler ve titresinler ki, gürültüye pabuç bırakmıyoruz. Zira Risale-i Nur eserlerinde hak ve hakikatı görmüş, öğrenmiş ve inanmışız. Türk gençliği uyumuyor. Bu kahraman Türk milleti başka bir devletin boyunduruğu altına giremez. Fedakâr Müslüman gençliği, sahip olduğu tahkikî ımân kuvvetiyle, vatanını sattırmaz. Dindar, cengâver Türk milleti ve imanlı, cesur Türk gençliği korkmaz. Onun içindir ki, bizi insanlık seviye ve seciyesinde en yüksek mertebelere çıkaran ve her sahadaki terakkiyatımızı sağlayan ve biz gençlere din, vatan ve millet aşkını aşılayarak uğrunda bütün mevcudiyetimizi feda ettirecek hakikî bir dinperver olarak bizleri yetiştiren Risale-i Nur eserlerini okuyoruz ve okuyacağız. Evvelce de arz ettiğim vecihle, Risale-i Nur'dan pek az okuduğum halde, pek fazla istifade ettim. Vatan ve millet ve bütün insanlıkça gayet azîm faydaları temin edecek olan bu çok nâfi eser külliyatını, eğer servetim olsaydı, neşrettirmek için hepsini sarf ederdim. Zira dinimin, vatan ve milletimin ebedî saadet ve selâmeti uğrunda bütün mevcudiyetimi feda etmeye hazırım.
şualar | On Dördüncü şuâ | 469
------------------------------------
şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve ıslâmiyetin en kahraman ordusu olan Türk milleti, o rivayet zamanında Horasan taraflarında bulunup daha Anadolu'yu vatan yapmadığından, o zamandaki meskenini zikretmekle Süfyanî Deccal onların içinde zuhur edeceğine işaret eder.
Gariptir, hem çok gariptir: Yedi yüz sene müddetinde ıslâmiyetin ve Kur'ân'ın elinde şeref-şiar, bârika-âsâ bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülüğü, muvakkaten ıslâmiyetin bir kısım şeâirine karşı istimal etmeye çalışır! Fakat muvaffak olmaz, geri çekilir. Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor diye rivayetlerden anlaşılıyor.
şualar | Beşinci şuâ | 515
-----------------------------
Alem-i ıslamiyet ve insaniyete ve Haremeyn-i şerifeyne asırlarca hizmet eden bu kahraman Türk milletini onun çok sevmesinde ve hayatının mühim bir kısmını hep Türklerle meskun olan bu havalide geçirmesinde büyük hikmetler, mana ve mülahazalar olsa gerektir.
Emirdağ Lâhikası | Yirmi Yedinci Mektubun Lahikasının Zeyli | 75
------------------------------------------------------------------------
Bin seneden beri alem-i ıslamiyeti kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i ıslamiyeyi muhafaza eden ve alem-i beşeriyeti, küfr-ü mutlaktan ve dalaletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri!
Eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur'ân a ve hakaik-i imana sahip çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet eskide yanlış bir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-i Kur'âniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size katiyen haber veriyorum ve kat i hüccetlerle ispat ederim ki, alem-i ıslamın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret; ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet; ve şimdi alem-i ıslamı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlup olup, alem-i ıslamın kalesi ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimaliden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek.
Emirdağ Lâhikası | Eski Dahiliye Vekili şimdi Parti Kâtib-i Umumisi Hilmi Bey | 190
---------------------------------------------------------------
Biz Nur talebeleri, o cebbar gaddarlardan hakkımızı kolayca alabilirdik. Fakat ıslâmiyetin asırlardır bayraktarlığını yapan kahraman Türk milletinin mâsum çoluk çocuk ve ihtiyarlarına karşı Risale-i Nur'un bizlerde husule getirdiği kuvvetli şefkat itibarıyla ve Kur'ân-ı Hakîmin bizleri maddî mücadeleden men edip elimizde topuz yerinde Nur olması haysiyetiyle ve bütün kuvvetimizle mesleğimizin icabı olan âsâyişi temin etmek esasıyla, o zâlimlere maddeten mukabele edemedik. Yoksa, Allah göstermesin, bir mecburiyet-i kat'iye olursa, komünist ve masonlar hesabına ona sebebiyet verenler bin defa pişman olacaklardır.
Emirdağ Lâhikası | Ehemmiyetli Bir Hakikat Ve Demokratlarla Üniversite Nurcularının | 273
---------------------------------------------------------
Ve Türk milletinin bin yıllık kudsî mefahir-i milliyesine mümasil, yine Türk milletinin dünyaya örnek olmuş kahraman ecdadının yerinde ıslâmiyet hakikatlerine sarılarak yine Kur'ân'ın bayraktarlığı vazifesiyle istikbalin kıt'alarında hâkim-i mânevî olacağını hissedebilirler.
Emirdağ Lâhikası | Birinci Ağır Ceza Mahkemesine | 368
--------------------------------------------------------------
ıslamiyetin hakîkatinde mevcud maddî-manevî en yüksek terakkî ve medeniyet umdeleri yerine, dinsiz felsefenin bataklığındaki nursuz prensipler, edepsiz edip ve feylesofların fikir ve ideolojileri gizli komünistler, farmasonlar, dinsizler tarafından telkin ediliyor ve çok geniş bir çapta tedrîs ve talime çalışılıyordu. Bilhassa ıngiliz, Fransız gibi ıslam düşmanlarının ıslam alemini maddeten ve manen yıpratmak, sömürmek emellerinin başında, kahraman Türk milletinin dînî bağlardan uzaklaştırılması, örf, adet, an'ane ve ahlak bakımından tamamen ıslamiyete zıt bir duruma getirilmek planları vardı ve bu planlar maalesef tatbik sahasına konmuştu.
Tarihçe-i Hayat | ıkinci Kısım : Barla Hayatı | 138
-------------------------------------------------------
Alıntı sahibi ""Ruhsatioğlu Ozan""
Saidi Nursi’nin 1327 ( 1909 ) yılında, ıstanbul'da Vezir hanındaki ıkbal-i Millet matbaasında basılmış "ıki Mekteb-i Musîbetin şahâdetnâmesi Yahut Divan-i Harb-i Örfî ve Saîd-i Kürd-î" adlı eserinde açıkça Kürtçülük yapmakta ve Kürtleri uyanmaya ve Kürt milliyetçiliği etrafında birleşmeye davet etmektedir.
Yukarıda bahsettiğimiz kitapta Saidi Nursi aynen şöyle demektedir.
“ Ebnâ-i cinsime burada birkaç söz söylemezsem, bence bahs nâtamam kalır. Ey Asurîler ve Keyânîlerin cihangirlik zamanından pişdar, kahraman askerleri olan arslan Kürtler!... Beşyüz sene yattınız. Yeter artık. Uyanınız. Sabahtır. Yoksa sahrâ-i vahşette vahşet ve gaflet sizi vahşet sahrasında yağma edecektir. Hikmet-i ilâhî denilen makine-î alemin nizamı ve telgraf hattı gibi umum âleme mümted ve müteşa'ib kanun-i nûrân-î ilâhînin müessisi olan hikmet-i ilâhî ufk-i ezelden engüşt-i kaderi kaldırmış, size emrediyor ki, tefrika ile katre katre müteferrik su gibi zayi olan hamiyet ve kuvvetinizi fikr-i milliyetle tevhit ve mezcederek zerrâtın câzibe-i cüz'iyyeleri gibi gibi bir câzibe-i umum-î millî teşkili ile Kürt gibi bir kütle-i azîmi küre gibi tedvir ederek şems-i şevket-i islâmiyye Osmâniyyenîn mevkibinde bir kevgeb-i münevver gibi câzibesini ittiba ile muvazene ve âheng-i umumiyyeyi muhafaza ediniz.
………….
"ınsan için çalışmaktan başka yol yoktur" sözünün öteki ifadesi, şahsî teşebbüstür. Her kemâlin kurucu ve koruyucusu olan cesaret ve millî namus emrediyor ki, şimdiye kadar nasıl maddi şecaatte terakki ettinizse, şimdi de akıl ve medeniyet meydanında millî namusu çiğnetmeyiniz. Millî duyguların mâkesi olan, kıymetinizin ölçüsü olduğu halde ihmalinizle gayet çapraşık bununan diliniz, tûbâ ağacı gibi bir ağacın tecellisine müstatken, böyle kurumuş, perişan ve edebiyatsız kalmış olduğundan, diliniz sizden millî hamiyete şikâyette bulunuyor. ınsanda kaderin sikkesi sikkesi lisandır. Anadil tabiî olduğundan, kelimeler zihne kendiliğinden gelir. Zihin çatallaşmaz, O zihne giren bilgiler taş üzerinde oyulmuş gibi bâki kalır. Millî dille görünen herşey hoş gelir. Millî hamiyetin bir misalini size takdim ediyorum. O da Mutkili Halil Hayâlî Efendi'dir. Millî hamiyetin her şubesinde olduğu gibi, dil alanında da dilimizin esası olan elifbe, sarf (gramer) ve nahvini (sintaksını) vücuda getirmiştir. Hakikaten Kürdistan madeninde böyle bir hamiyet cevherine ratgeldiğinden, istikbalimizi onun gibi birçok cevherler ışıklandıracaktır.
ışte bu zat bir hamiyet örneği göstermiş ve tekemmüle muhtaç dilimize bir temel atmıştır. Onun izinden gitmeyi ve temeli üzerine bina kurmayı hamiyet sahiplerine tavsiye ediyorum.
Bedîüzzaman Saîd-i Kürdî “
Bize neden yazılarımızda Sait’e çattığımızı soranlara soruyoruz :
1- Saidi Nursi, Kürdistan Azmi Kavi Cemiyetinin arzusu üzerine mahalli Kürt kıyafeti ile, boynunda dürbün, belinde tabanca ve kama, ayağında lapçin ve başında poşu olduğu halde ıstanbul’a gelmiş ve büyük bir cüretle Padişaha cemiyetin “Sait” imzası altında yazdığı ve esası kürtçe öğretim yapacak okullar açmaya dayanan dilekçeyi Padişaha sunmuştur. Saidi Nursi bu hareketi neticesinde tımarhaneyi boylanıştır. Sait daha sonra affedilip memleketine yollanmıştır.
Bugün Türk milliyetçisiyim diyen kişilerin tamamı ana dilde eğitim,yayın ve kültürel haklar adı altında Türk devletinde gayrı Türk unsurların yürüttüğü faaliyetlere karşıdır. Bununla beraber din kalkanı ile kendini saklamış olmasından olsa gerek aynı camiada maalesef günümüzün Leyla Zana’sı yada Öcalan’ından farkı olmayan ve daha farklı isteklerde bulunmayan Saidi Nursi’ye sempati besleyenlerle karşılaşmak mümkündür. Bu kişilere sormak gerekir Kürtçe eğitime karşısınızda neden Kürtçe eğitim istediği için tımarhaneye atılan Saidi Nursi’ye karşı değilsiniz ?
2- Büyük Türk milliyetçisi ve Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün değişiyle "Türkiye Cumhuriyeti şeyhler ve dervişler, müritler, meczuplar ülkesi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat uygarlık tarikatıdır."
Türk Milliyetçiliği aziz Türk Milletini dünyanın en ileri , en güçlü milleti yapma ülküsüdür. Risalesinde radyodan bahsederken dünyanın bir ucundan söylenen bir sözün kilometrelerce uzaklıktaki bir kutudan duyulmasını kutudaki meleklerle açıklayan birinin peşinden gidilerek bu ülkü gerçekleştirilebilir mi ?
3- Kürt Teali Derneğinin 3 numaralı ve Kürt Maarifi Neşri Derneğinin kurucusu, yazılarında açıkça Kırgız, Özbek, Tatar gibi Türk boylarını şeytan’ın zürriyeti manasına gelen “Ye'cüc Me'cüc” olarak tanıtan Saidi Nursi’nin peşinden giderek nasıl Türk Milliyetçiliği , Turancılık yapacaksınız ?
Alıntı sahibi ""Said Nursi""
Ey efendiler!
Ben, herşeyden evvel Müslümanım ve Kürdistan'da dünyaya geldim. Fakat, Türklere hizmet ettim ve yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sadık ve en halis kardeşlerim Türklerden çıkmış. Ve ıslamiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, meslek-i Kur'aniyem cihetiyle, her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsî hizmetimin muktezası olduğundan, bana Kürd diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk milletine hizmet ettiğimi, hakîki ve civanmert bin Türk gençlerini işhad edebilirim.
Hem, heyet-i hakimenin ellerinde bulunan otuz-kırk kitabımı, husûsan ıktisat, ıhtiyarlar, Hastalar Risaleleri'ni işhad ediyorum ki; Türk milletinin beşten dört kısmını teşkil eden musîbetzede, fakirler ve hastalar ve dindar müttakîler taifelerine bin Türkçü kadar hizmet eden o kitaplar, Kürdlerin ellerinde değil, belki Türk gençlerinin ellerindedirler.
Heyet-i hakimenin müsaadesiyle, bizi bu belaya sokan ve hükûmetin mühim bazı erkanını iğfal eden ve milliyetperverlik perdesi altında entrikaları çeviren mülhid zalimlere derim:
Ey efendiler! Benim hakkımda tesbit edilmeyen ve tesbit edilse dahi bir suç teşkil etmeyen ve suç olsa bile yalnız beni mes'ul eden bir madde yüzünden, kırktan fazla Türkün en kıymettar gençlerini ve en muhterem ihtiyarlarını, büyük bir cinayet işlemişler gibi bu belaya atmak, milliyetperverlik midir? Evet, sebebsiz böyle işkenceli tevkife düşenler içinde Türk gençlerinin medar-ı iftiharı olacak bir kısım zatlar var ki; Haşiye uzaktan kıymetini hissedip, ona yalnız bir selam veya îmanî bir risale göndermemle, onu bir cani gibi çoluk ve çocukları içinden alıp bu belaya atmak milliyetçilik midir? Ben ki, sizin nazarınızda yabanî millettenim diyorum; bu mevkuf olan civanmert ve muhterem Türk gençleri ve ihtiyarları içinde öyleleri var ki, onların bir tanesini, kendi milletimden yüz adama değiştirmem. ıçinde öyleleri var ki, on sene bana zulüm eden memurlara, beş seneden beri onların hatırları için, o zalimlere bedduayı bıraktım. Ve onların içinde öyleleri var ki, alî seciyelerin en halis nümûnelerini o alicenap Türk arkadaşlarda kemal-i hayret ve takdirle gördüm. Ve Türk milletinin sırr-ı tefevvukunu onlarla anladım. Ben, vicdanımla, mevcud ve çok emarelerle temin ederim ki; eğer bu masum mevkuflar adedince vücudlarım bulunsaydı veyahut onların umûmuna gelen her nevî meşakkatlerini alabilseydim, kasem ederim ki, müftehirane, o kıymettar zatlara bedel çekmek isterdim. Benim bunlara karşı bu hissim, onların kıymet-i zatiyeleri içindir; yoksa şahsıma karşı faidesi dokunması değildir. Çünkü, bir kısmını yeni görüyorum. Bir kısmı, belki o benden faide görmüş, ben ondan zarar görmüşüm. Fakat binler zarar görsem, yine onların kıymeti nazarımda tenzîl etmez.
ışte, ey Türkçülük dava eden mülhid zalimler! Türk Milletinin medar-ı iftiharı olabilecek bu kadar zatları gayet adi ve ehemmiyetsiz bahaneler ile-sizin tabirinizle-benim gibi bir Kürd yüzünden perişan etmek, tezlîl etmek milliyetçilik midir? Türkçülük müdür? Vatanperverlik midir? Haydi, o insafsız vicdanınıza havale ediyorum.
ışte mahkeme-i adile, onların masumiyetini anlamakla çoklarını tahliye etti. Eğer ortada bir suç varsa, o suç benimdir. Onlar, ulüvv-ü cenablarından, benim gibi garib bir ihtiyar hocaya soba yakmak, su getirmek, yemek pişirmek ve kendime mahsus bir risalemi tebyîz etmek gibi cüz'î işlerimi sırf lillah için yapmışlar ve benim hatırım için hatıra defterim hükmünde olan o iki risalemin ahirlerinde, bir hatıra olmak üzere imzalarını atmışlar. Acaba, dünyada, böyleleri böyle bahanelerle muaheze edecek bir kanun, bir usûl ve bir maslahat var mı?
Tarihçe-i Hayat | Üçüncü Kısım : Eskişehir Hayatı | 202-203
Alıntı sahibi ""Ruhsatioğlu Ozan""
ıslamiyet ıle Nurculuk Bağdaşır mı ?
Kendisini asrın harikası “Bedîüzzaman” olarak tanımlayacak kadar kibirli bir şahsiyet olan Saidi Nursi, Asayı Musa ve Zülfikar adlı risalelerinde Nur suresinin bu asra göre kendisi için indiğini iddia etmektedir.
Bir çok kişinin sandığı gibi “Bedîüzzaman” rütbesini Sait’e ona hayran olan müritleri değil bizzat kendisi vermiştir. Bir çok yazsını da “Bedîüzzaman Saîd-i Kürdî “ yani “Asrın harikası Kürt Sait” olarak imzalamıştır.
Atatürk’ün ifadesi ile “(Tanrı) Peygamberimiz aracılığıyla en son dini ve uygar gerçekleri verdikten sonra artık insanlıkla aracı ile temasta bulunmaya gerek görmemiştir. ınsanlığın kavrayış derecesi, aydınlanma ve olgunlaşması sayesinde her kulun doğrudan doğruya, tanrısal düşüncelerle temas kabiliyetine eriştiğini kabul buyurmuştur ve bu sebepledir ki, Peygamber, Peygamberlerin sonuncusu olmuştur ve kitabı, en eksiksiz kitaptır." (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, C.I., s. 269 )
Örümceklenmemiş tertemiz bir ıslami bakış açısı ile hal böyle iken Kuran’daki bazı ayetlerin kendisi için indiğini iddia eden ve kendisini asrın harikası zanneden bir delinin peşinden gitmek ıslamiyete uyar mı ?
Osmanlı şeyhulislamlardan Mustafa Sabri’nin (*) “Kürd Said’in Mezhebi Hakkında Reddiye Armağanı” adlı kitabında, çağdaşı ve bir süre birlikte çalıştığı Said-i Nursi hakkında pek çok şeyler söyler.
Bu kitapta geçen bazı ilginç bölümlerini hiçbir yoruma tabi tutmadan aynen aktarıyoruz.
“Bismillah, Hamdele, Salvele.. Saidi Kürdi meselesini tetkik ederken başlıca iki nokta üzerinde durmak icabeder. Birincisi; Müridlerinin SAıDı i’zam edeceğiz diye küfre kadar varan sözleridir. ıkincisi ise; SAıD’in izharı keramet etmesi ve sureyi Nurun asıl muhatabının kendisi olduğu hakkındaki zu’mu batılı.. Belki de bu sözleri iğfalatı şeytaniyeyi, ilhamatı hakikiye zannedecek kadar ihtiyar ve mağşuş olmasındandır.
Müritlerinin sözleri mücmelen şunlardır : Sait layuhitidir, hatasızdır, yanılmaz ve günah işlemez. Resulü Ekremden sonra Alemi ıslamda böyle büyük bir adam gelmemiştir.. Sözleri aynen Kur’andır.. Beşeriyeti, Risaleyi Nur ve Sait kurtaracaktır.. Dünyada iki milyon kadar nurcu vardır. Bu insanlar dünyanın hakiki Müslümanları ve Müslümanlığı yegane anlayan insanlardır.. Bu zata dil uzatanlar kafirler ve masonlardır.. Sait’in kitabını bir dinsiz okusa itiraz edemez.. vesaire..
Sait ise müritlerinin hilafına kendisi için iki şahsiyet tanır. Birincisi : Eski Sait’tir. Kürtçülük meselesiyle uğraşmış ve siyasete dalmış Saiti Muhti’dir. (Yani günahkar Sait’tir.) Diğeri de Lahuyti, (günahsız), ikinci veya yeni Sait’tir. Kendisine göre sureyi Nurdaki manalar bu asra göre ve kendisi için nazil olmuştur. Keramet ehli, siyasetle meşgul olmıyan ve bu Asra zamanın kutbu olarak bakan bir insandır. Sureyi Nur’daki bu meseleyi ebced hesabı ile Mısır (?) uleması bulup Said’e haber vermişler.. Yani Said’in Cebraili ebcedci alimler oluyor. (Asayı Musa ve Zülfikar adlı kitaplara bakılsın..)
şu iki kısaltmada görüldüğü gibi Saidi kürdi, Müritlerinden daha insaflıdır. Hiç değilse yaşadığı ömrün bir kısmı için hata kabul ediyor.. Müritleri ise onun tırnaklarını ve saçını saklayarak her şeyine bir kudsiyet izafe ediyorlar. Malumatı diniyyeye, esasatı şeriyyeye vakıf olmayan bu insanlar çok büyük hatalara düşüyorlar. Biz hem onları, hem de sair Müslümanları fıkhı müdevven haricinde (dinin belirli hükümleri dışında) teşekkül etmiş veya etmek istidadında bulunan bilumum nevpeyde (yeni çıkan) mezhep ve cereyanlara karşı müteyakkız (uyanık) bulunmaları için bu satırları yazdık.
Bu kadar büyütülen Saidi Kürdi kimdir :
Sait, kürt cemaatından, şafii mezhepli, nakşi tarikatlı, okur fakat yazmaz, imla bilmez, seksen sene içinde yaşadığı millet olan Türk’ün lisanına hakkıyla vakıf olamamış, felaketten felakete sürüklenmiş, bir hapishaneden diğerine sürülmüş ve bugün seksen yaşını geçmiş ihtiyar bir adamdır.
Devletin büyük makamlarını uzun bir zaman ellerinde tutan bir zümre, bu adamcağızı lüzumsuz yere mahkemeden mahkemeye ve hapisten hapise sürükleyerek kahramanlaştırdılar ve zamanın müçtehidi mübeşşiri haline getirdiler. Halbuki Deli Said’in ilim ve diyanetle ne alakası var? Halk, üzerinde bu kadar ısrarla durulan bu şahısta bir şeyler var zannile büyüttükçe büyütmüş ve bu güne kadar gelmiştir. ışte bu idare zümresinin milletin başına sardığı belalardan birisi de budur. ı’zam etmeyi bu gençlik onlardan öğrendi. Bu da antitez olarak böylece doğdu.
Hayatı ömrünün üçte birini hapishanelerde, polis ve jandarma nezaretinde geçiren bu şahsın akibetini, Sultan Abdulhamit Han’a dil uzatan insanların çektiği ve düçar olduğu azap ve felaket muvacehesinde görüyoruz.
Elmalılı Hamdi ve benzerleri gibi selahiyetli din adamlarının nedametleri Mason Cemiyetinin reisi olan Rıza Tevfik’i bile intibaha getirmiş ve nedametini izhar etmiştir. Sait’te buna ait bir satır yazıya rastlamak hala mümkün olamamıştır. Hatta, baştan başa Sultan Abdulhamit Han’a hücum eden “ıki mektebi musibetin şehadetnamesi” isimli kitabı yeniden basılmış ve mahkemede hürriyet aşıkı ve kahramanı olduğuna delil gösterilmek istenilmiştir.
Sait, Kürdistan Azmi Kavi Cemiyetinin arzusu üzerine mahalli Kürt kıyafeti ile, boynunda dürbün, belinde tabanca ve kama, ayağında lapçin ve başında poşu olduğu halde ıstanbul’a gelmiş ve büyük bir cüretle Cuma selamlığında Padişaha cemiyetin “Sait” imzası altında yazdığı ve esası kürtçe tedrisat yapacak mektepler açmaya dayanan arizayı takdim etti. Memleketin ve milleti islamiyenin ittihadını bozmak gayesine matuf olan bu hareketi canianesinden dolayı haklı olarak tımarhaneyi boyladı. Sonra affolup memleketine yollandı.
Kürtçülük uğrunda kendi padişahına sövecek kadar akıl ve iymandan bi behre (nasipsiz) Sait, bugün sahneye müçtehidi mübeşşir veya kutbu azam olarak çıkmış görünüyor ve cehelei nas da bu delinin etrafında haleleniyor. Kendini Kuranı aziymmüşşanın müdafii gibi gösteren Sait bizzat kendisi Kuranı aziymüşşana muhalefet etmektedir. Gaybı yalnız Allah’ın bileceğini, Kuranı Keriymin kaç kere tekrar etmiş olmasına rağmen Sait, Hazreti Ali’nin Celcelutiyye kasidesinde risalei Nur ve Siracünnur’un geçtiğini, bunu keşfettiğine bizi inandırmak ister (ıkinci şua, Sahife 53).
ınsanın aklına öyle geliyor ki; “Acaba ben de Risalei Nur adlı bir kitap yazsam o zaman kasidedeki siracünnur kastı acaba hangimizin kitabı olur?” diyorum.
Risalelerin yazılışı da pek acayiptir. Bilmem kaçıncı Lem’anın kaçıncı şuasının şu meyvesi zühre yıldızından gelmiş beşinci noktası olarak yazılıyor. Sonra bunlar birleşerek Kuran cüzlerine imtisal derecesine, Lemaat, şuaat, Mektubat vs. Olacakmış.. Sözleri de “Sözcat” olmasa bari.
ışbu reddiyeyi, hasreti ile yandığım vatanıma ve uğrunda bir ömür çürüttüğüm dinime ihaneti düşünen gerillacı asi Said’e son ihtar olarak yazdım. Damarında bir damla Türk kanı olan her Müslümana, bu adamın Mason ve Komünist kadar tehlikeli olduğunu ehemmiyetle hatırlatırım. Ve selamü aleyküm ve Rahmetullahi ve Berekatühü.
Mustafa Sabri (*)
Osmanlı ımparatorluğu Sabık şeyhülislamlarından” (1)
Laik düzen ve Cumhuriyete karşı olan ve hatta Din ve milliyet adlı makalesinde din adına Türkçe’den vazgeçmekten bahsedecek kadar koyu bir siyasal ıslamcı olan son Osmanlı şeyhülislamı Mustafa Sabri ‘nin dahi Said hakkında söyledikleri ortada iken Said’in avukatlığını yapmak yada izinden gitmek Türk milliyetçilerine düşemez.
Yakın bir zamanda onun izinden giden ve onca Müslüman ülke varken her nedense FBI ve CIA korumasında sağlık durumunu bahane ederek Amerika’da ikamet eden Fetullah Gülen’den de bahsedeceğiz.
Tanrı Türk’ü Korusun
Ruhsatioğlu Ozan
Alıntı sahibi ""Sözler""
Büyük ve salâbetli bir âlim olan şeyhü'l-ıslâm merhum Mustafa Sabri Efendi, Mısır'da Risâle-i Nur'a sahip çıkmış ve Câmiü'l-Ezher Üniversitesinde en yüksek bir mevkie koymuştur.
Sözler | Konferans | 713
Alıntı
Mustafa Sabri Efendi (1869-1954)
Son dönem ıslâm alimlerindendir. Osmanlı şeyhülislamlarının yüz yirmi yedincisidir. ıttihat ve Terakki Cemiyetine muhalif olup, Beyanü'l-Hak dergisinde baş yazarlık yaptı. Çok zor bir dönemde şeyhülislamlık yaptı. 1922 yılından sonra Kahire'ye giderek yerleşti ve Camiü'l Ezher'de müderrislik yaptı. Bediüzzaman ile samimi dostlukları olup, Risale-i Nur'un Ezher'de okunup yayılmasına yardımcı oldu.
Mustafa Sabri Efendi, 1869 yılında Tokat'ta doğdu. ılk eğitimini memleketinde yaptıktan sonra Kayseri'ye giderek medrese eğitimi aldı. Buradan ıstanbul'a geçti. Padişahın ders hocalarından olan Asım Efendi'den ilim tahsil ederek medrese eğitimini tamamladı. Yirmi iki yaşında Fatih Camiinde ders vermeye başladı. Çok sayıda talebe yetiştirdi. Bir ara Sultan Abdülhamid'in kitapçılığı görevinde de bulundu. Bu dönemlerde çeşitli nişan ve rütbeler aldı.
1908 yılında Tokat Mebusu olarak meclise girdi. Cemiyet-i ılmiye-i ıslâmiye'nin yayın organı olan "Beyanü'l-Hak" adlı derginin başyazarlığını yaptı. ıkinci Meşrutiyetin ilanındaki katkı ve çabalarından dolayı ıttihat ve Terakki Cemiyeti ile orduya teşekkür yazılarını kaleme aldı. Ancak, istibdada karşı yola çıkan yeni idarenin eski dönemi aratması ve muhalefete hayat hakkı tanımaması üzerine muhalifler safında yer aldı. Önce Ahali Fırkası ve daha sonra Hürriyet ve ıtilaf Fırkası'nın kurucuları arasında yer aldı.
1913 Bab-ı Âli baskını, giderek sertleşen iktidarın tutumu ve aldığı tehditler üzerine önce Mısır'a, oradan da Romanya'ya gitti. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ordusunun Romanya'ya girmesi üzerine Bursa'ya gönderilerek mecburi ikamete tabi tutuldu. 1918 yılında tekrar siyasi hayatın içine girdi. Aynı yıl Darü'l-Hikmeti'l-ıslâmiye azalığına seçildi. Bir yıl sonra şeyhülislam oldu. Kısa bir süre sonra bu görevden ayrıldıysa da 1920 yılında tekrar bu göreve atandı. Ancak, kabine üyeleriyle anlaşamadığından bu görevi de kısa süreli oldu ve istifa etti. Aynı yıl teşkil edilen "Mutedil Hürriyet ve ıtilaf Fırkası" kurucuları arasında yer aldı. (Sadık Albayrak, Son Devrin ıslâm Akademisi Dar-ül Hikmet-il ıslâmiye, Yeni Asya Y., 2. Baskı, ıstanbul 1973, s. 179)
Damat Ferit Paşa kabinesinde yer alması, Kuva-yı Milliyecilere karşı tutumu gibi sebeplerden dolayı tekrar yurttan ayrılmak zorunda kaldı (1922). Önce Romanya'ya giderek şehzade Nizamettin Efendi'nin yanında bulundu. 150'likler listesinde yer aldığı için artık dönmesi mümkün değildi. Bir süre oğlu ile birlikte Yunanistan'da "Yarın" gazetesini çıkardı. Bazı eserlerini tefrika olarak gazetesinde neşretti. Daha sonra Hicaz'a ve oradan da Mısır'a giderek Kahire'ye yerleşti. Ezher Üniversitesinde müderrislik yaptı. 1954 yılında burada vefat etti.
Son Osmanlı ulemasından olup, önemli fikir ve din alimi olan Mustafa Sabri, özellikle ıslâm'a yöneltilen haksız ithamlar karşısında fikirlerini beyan ederek karşı çıktı. Bununla beraber bazı din adamları ile de fikri ayrılığa girdi. Mevkifü'l-Akl ve'l-ılm adlı eserinde Muhammed Abduh ve Cemaleddin Efgani hakkında çok sert eleştirilerde bulundu. Söz konusu şahısların Ezher'i karıştırdıklarını, adım adım dinsizlere yaklaşarak zararlı gelişmelere sebep olduklarını sert bir şekilde ifade etti. (Yeni Rehber Ansiklopedisi, "Mustafa Sabri Efendi", Türkiye G.Y., 15. C., s. 29)
Bediüzzaman Hazretleri, bir soru üzerine Mustafa Sabri Efendi ve Musa Carullah (Risale-i Nur'da Musa Bekuf olarak geçmektedir) ile ilgili izahlarda bulunmaktadır. Birincisi muhafazakâr, diğeri reformist olarak adlandırılan bu şahıslar hakkında; "Birisi ifrat etmiş, diğeri tefrit ediyor" değerlendirmesinde bulunmaktadır. Bediüzzaman'a göre; Mustafa Sabri Efendi görüşlerinde Musa Carullah'a göre haklı olmakla beraber, "Muhyiddin gibi ulûm-u ıslâmiyenin bir mucizesi bulunan bir zâtı tezyifte haksızdır... Mûsâ Bekûf ise, ziyade teceddüde taraftar ve asrîliğe mümâşâtkâr efkârıyla çok yanlış gidiyor. Bazı hakaik-i ıslâmiyeyi yanlış tevillerle tahrif ediyor. Ebu'l-Âlâ-yı Maarrî gibi merdut bir adamı muhakkikînlerin fevkinde tuttuğundan ve kendi efkârına uygun gelen Muhyiddin'in Ehl-i Sünnete muhalefet eden meselelerine ziyade taraftarlığından, ziyade ifrat ediyor." (Lem'alar, s. 272, 273)
Hüseyin Cahit Yalçın saldırgan bir ifade ile; Arap kültürüne ihtiyacın olmadığını açıkça ifade ettiğinde, dini duyarlılığı olanların tepkisine yol açtı. Gerek o zaman gerekse sonraki dönemlerde "Arap kültürü" maskesi kullanılarak dini değerlere saldırılar yapıldı. ıslâm'a açıktan saldırma yerine Arap kültürü ifadelerinin kullanılması tercih edildi. Yalçın'a karşı en sert tepkiyi gösterenlerden birisi de Mustafa Sabri Efendi oldu. Yazılarıyla ıslâmiyet'in üstün bir kültüre sahip olduğunu dile getirdi. Müslümanları harekete geçmeye çağırdı. (şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı, ıletişim Y., ıstanbul 1992, s. 221-226)
Mustafa Sabri Efendi, Kahire'de bulunduğu sıralarda hem Bediüzzaman hem de Risale-i Nur ile alakasını kesmedi. Ezher Üniversitesinde Nurlara özel önem verdi, okunmasına katkıda bulundu. (Sözler, s. 713) Bediüzzaman, "Dârü'l-Hikmet'te benim arkadaşım" dediği Mustafa Sabri Efendi'ye verilmek üzere Camiü'l-Ezher'e "hediye-i vakfiye... olarak on bir tane hususî mecmuaları[nı]..." gönderdiğini belirtmektedir. ıslâm'ın büyük medresesinin o sıralarda yirmi yedi bin öğrencisinin olduğu belirtilmektedir. (Emirdağ Lahikası, s. 301) Böylece Nurlardan çok sayıda kişinin istifadesi sağlanmıştır.
Bazı hatıralarda, Risale-i Nur Külliyatı içinde neşredilmek üzere Mustafa Sabri Efendi'nin bir eserini gönderdiği nakledilmektedir. Eseri getiren şahıslara Bediüzzaman'ın, böyle bir şeye müsaadenin olmadığını, eserde ihtilaflı konuların bulunduğunu, Nurların ittifakı esas aldığını belirterek selamını götürmelerini istediği belirtilmektedir (Necmeddin şahiner, Son şahitler, 3. C., s. 118-119). Ezher'de okuyanlardan Hacı Ali Kılıçalp, Mustafa Sabri Efendi'nin aracılığıyla Bediüzzaman tarafından üniversiteye hediye edilen Külliyatın kütüphaneye teslim edildiğini ve teslime dair resmi bir belgenin kendisine verildiğini nakletmektedir. (şahiner, 3. C., s. 133)
Bediüzzaman ile aralarında samimi bir dostluk olmakla birlikte temel bazı fikir ayrılıkları da mevcuttur. Muhyiddin-i Arabi konusunda farklı yaklaşımlarının yanında başka görüş ayrılıkları da olmuştur. Mesela, Mustafa Sabri Efendi Kuva-yı Milliye hareketine karşı olmasına rağmen Bediüzzaman, Kuva-yı Milliye hareketinden yana tavır koydu ve esaret altındaki ıstanbul'da şeyhülislamlık tarafından verilen menfi yöndeki fetvaya karşı çıktı.
Mustafa Sabri Efendi, Bediüzzaman'ın çok sayıda talebesi olmasına rağmen neden cihat için harekete geçmediğini, Ezher'de okuyan talebeler aracığıyla sordu. Bediüzzaman, en büyük cihadın iman dâvâsı olduğunu, en önemli meselenin imanı kurtarmak olduğunu, dahilde müspet hareket ederek asayişe zarar verilmemesinin ehemmiyetine işaret ederek cevap verdi. "... bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve ıngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için, bilatereddüt sarf edecek." O dâvâ da imanı kazanma veya kaybetme dâvâsıdır (Asa-yı Musa, s. 20-21). Prof. Dr. Ali Özek, Bediüzzaman'ın imanın ehemmiyeti hakkında uzun bir izahatta bulunduğunu ve söylediklerini daha sonra Mustafa Sabri Efendi'ye aktardığını belirtmektedir.
Mustafa Sabri Efendi, Bediüzzaman ve söyledikleri hakkında; "...Said Efendi gerçekten haklıdır! Evet söyledikleri doğrudur. O dâvâsında muvaffak oldu. Biz hata ettik. O memleketten hiçbir yere ayrılmadı, sebat etti..." ifadeleriyle Bediüzzaman'ı tasvip ve takdir ettiğini belirtti. (şahiner, Son şahitler, 4. C., s. 442)
Mustafa Sabri Efendi; "Yeni ıslâm Müçtehidlerinin Kıymet-i ılmiyesi" adlı eserinde Musa Carullah'ın fikirlerini tenkit etti. "Savm-ı Ramazan" adlı eserinde, orucu fidye ile geçiştirmeye çalışanları eleştirdi. Gerek Türkiye'de gerekse Mısır'da benzeri tartışmalarla namazda surelerin tercümelerinin okunması şeklindeki görüşlere karşı, "Mesele-i Tercemetü'l-Kur'ân" adlı eseri kaleme aldı. Beyanü'l-Hak ve Yarın gazetesi dışında Malumat, Yani Gazete, Tasisat, Alemdar, ıkdam gibi muhtelif yayın organlarında çok sayıda makalesi yayınlandı.
Kaynak: http://www.risaleinurenstitusu.org/index…2002&TextID=392
Alıntı
Kendiniz okuyarak da anlayabilirsiniz. Bilmediğiniz kelimelerin üzerine çift tıklarsanız anlamlarını görebilirsiniz. Yine de ben kısaca anlatayım. Burada Said Nursi'nin Van'da kaldığı zamanda tarih, coğrafya, matematik, jeoloji, fizik, kimya, astronomi, felsefe gibi ilimleri kendi kendine öğrendiği ve mesela coğrafya ilmini 24 saatte, inorganik kimyayı 5 günde öğrendiğini ve kimya öğretmenini ilmiyle yendiğini daha genç yaşındayken bunları yaptığını ve bu üstün ilmine karşılık o zaman ki ilim sahipleri tarafından kendisine "Bediüzzaman" zamanın eşsiz güzelliği sıfatının verildiği anlatılıyor. Ayrıca aşağıdaki kısmı da okuyunuz.
Alıntı sahibi ""hy120""
arkadaslar bu sekilde yaklasımögrenmek değil öğrenime engeldir ve seytanın kurnazlığıdır.
Alıntı
1- Çok büyük bir kesim dediğiniz reddeden veya şaibeli bakan grubun içinden Milliyetçi zihniyetleri ve Kemalistleri çıkardığınızda ne kadar kişi kalıyor bunu söyleyin önce?
Alıntı
2- Dini yönleri ağır basan hangi gruplar Bediüzzaman'ı şaibeli görüyor? ısim verirseniz ancak cevap verebileceğim?
Alıntı
3- Abdülhamid Han tarafından tımarhaneye kapatılmasının sebebine gelince;
Bediüzzaman Hazretleri doğuya medrese yapılması ve meşrutiyet (demokrasi) savunması için Van'dan ıstanbul'a gidiyor. Padişah'ın önündeki engellerden sadrazaman ve vezirler buna mani olmaya çalışıyorlar. Sonrasında Abdülhamid'le konuşan Bediüzzaman'a ihsan-ı şahane olarak teklif ettiği Çamlıcadaki köşk, bin altın lira gibi mükafatları reddettiğinden ve idama doğru giderken Padişah'ın en büyük ihsanını reddeden adam olsa olsa deli olur diyerek tımarhaneye sevk ediyorlar. Oradaki görevli hekimin ifadesiyle "Said'de zerre kadar delilik varsa, dünyada akıllı insan yoktur" diyerekten deli olmadığına karar verilmiştir. Bu olaydan sonra da ıstanbul'da Divan-ı Hikmet'ül ıslamiye üyesi olarak bir süre görev yapmıştır.
şimdi size sorarım. Eğer Osmanlı'da deli olarak bilinseydi, Osmanlı'nın en yüksel ilim heyeti olan Divan-ı Hikmet'il ıslamiye'ye (bugünkü YÖK gibi) üyeliğini diğer ilim adamları kabul eder miydi? Orada Bediüzzaman görev yapabilir miydi?
Alıntı
5- Abartanların olduğu doğrudur. Ama biz abartmıyoruz. Başkalarının hatasının hesabını biz veremeyiz öyle değil mi?
Alıntı sahibi ""Münazarat""
Suâl: "ınkılâptan on sene evvel, hükûmete nihayet derecede mûteriz olduğun halde, hükûmete hücum edenlere dahi îtiraz ederdin. Hattâ selâtin-i Osmâniyeyi ifratla senâ ederdin; hattâ derdin: 'Muhtemeldir, Abdulhamid, muktedir değil ki dizgini gevşetsin, milletin saadetine yol versin. Veyahut hatâ bir içtihad ile olabilir, bir gayr-i makbul özrü kendine bulsun. Veyahut avanelerinin ve vehminin elinde mahpus gibidir.' Sonra birden bütün kabahati ona attın. Neden hem îtiraz, hem hücum ederdin; hem de bâzılara karşı müdâfaa ederdin?"
Cevap: ınkılâptan on altı sene evvel, Mardin cihetlerinde, beni hakka irşad eden bir zâta rast geldim. Siyâsetteki muktesit mesleği bana gösterdi. Hem, tâ o vakitte, meşhur Kemâl'in "Rüyâ"sıyla uyandım. Lâkin, maatteessüf, su-i tesadüfle hükûmete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı, Araptan sonra ıslâmiyetin kıvâmı olan Etrâkı tadlil ediyorlardı. Hattâ bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehl-i kanunu tekfir ederdi.
Otuz sene evvel olan kanun-u esâsîyi ve Hürriyetin ilânını tekfire delil gösterdi, -1-"Her kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse..." Mâide Sûresi: 5:44. ilâ âhir hüccet ederdi. Biçare bilmezdi ki: -2-"Her kim hükmetmezse." bilmânâ -3- 'dır. Acaba sabık istibdadı hürriyet zanneden ve Kanun-u Esâsîye itiraz eden adamlara nasıl itiraz etmeyeceğim? Çendan onlar hükûmete itiraz ederlerdi. Lâkin onlar, istibdadın daha dehşetlisini istediler. Bunun için onları reddederdim. ışte şimdi ehl-i hürriyeti tadlil eden şu kısımdandır.
ıkinci kısım olan ehl-i tefriti gördüm; dini bilmiyorlar, ehl-i ıslâma insafsızca itiraz ediyorlar, taassubu delil gösteriyorlardı. ışte şimdi Osmanlılıktan tecerrüd edip, tam tamına Avrupa'ya temessül etmek fikrinde bulunanlar şu kısımdandır. Bununla beraber, istibdat kendini muhafaza etmek için herkese vesvese verdiği gibi, beni ınkılaptan on sene evvel aldattı ki, ehl-i ihtilalin ekseri masondur. Lillahilhamd, o vesvese bir iki sene zarfında zail oldu. Tâ o vakitte anladım; bizim ekser ahrarımız mutekid müslümanlardır.
Elhasıl: Hükümete hücum edenler, bazıları "Haydo, Haydo" derlerdi, bazıları "Haydar Ağa, Haydar Ağa" derlerdi; ben "Haydar" derdim, şimdide "Haydar" diyorum vesselam...
Eyyühe'l-avâm! şimdi Allahaısmarladık, siz durunuz; havas ile konuşulacak bir dâvâm var. Hükûmet ve eşraf ve ıttihad Terakkîye, mason olmayan kısmına karşı bir mühim meselem var.
Alıntı sahibi ""[url=http://www.yeniasya.com.tr/2007/11/26/yazarlar/lsalihoglu.htm"
M. Latif SALıHOğLU[/url]"]Cehâlet mirası
Said Nursî'ye düşmanlık eden günümüz cahillerinin referansı, Turan Dursun, ımran Öktem, Çetin Özek, Neda Armaner gibi hüviyeti müseccel kimselerdir.
Muhaliflerine yönelik yalan, iftira, düzmece, karalama ve saldırı, onların karakterinde var.
Yapıcı değil, hemen her çıkışları yıkıcı ve kışkırtıcı, hemen her söz ve yazıları yanıltıcı mahiyette olmuştur.
Onun içindir ki, bu Müslüman milletin evlâtları, onlardan hiçbir hayır görmedi. Ama, zararlarını çok gördü. Zira, onlara uzun süre aldananlar oldu.
Bu noktanın geniş bir izahını, geçen haftaki yazılarımızda yaptık. Onun için, burada tekrara lüzum görmüyoruz.
* * *
şimdi, ismini yukarıda sıraladığımız kişilerin ortak kanaatinin bir ifadesi olarak, hemen her vesileyle tekrarladıkları ortak bir metinden birkaç pasaj aktaralım. Ta ki, bunların ne mal oldukları daha iyi anlaşılsın.
ışte, aynı gürûhun bugünkü vârisleri dahil, 1964'ten bu yana tam 43 senedir Said Nursî hakkında tekrar edip durdukları incilerden(!) bir demet: (Parantez içindeki cevabî mahiyet arz eden söz ve izâhlar bize ait. MLS)
Herze�1) "Nurculuğun kurucusu Nurslu Said, yarı cahil, okuyup yazmasını bilmeyen bir adamdır.
"...1909'da Volkan gazetesinde yazdığı yazılarla kitleleri etkilemiş ve olayların büyümesinde etkili rol oynamıştır."
(Cevap�1: Bre mürekkepli cahiller! Bu tür ifadelerle kendi kendinizi tekzip ettiğinizin bile farkında değilsiniz. Anlaşılıyor ki, kin ve husûmet, muhakemenizi kilitlemiş, gözünüze perde çektirmiş. Acaba, hiç hatırınıza gelmedi mi ki, bir kimse okuma�yazma bilmeyecek kadar cahil ise, nasıl olur da bir gazetede yazı yazabilir? Haydi yazdı diyelim, cahil kişi nasıl olur da kitleleri tesir altına alabilir? Haydi kitleleri etkiledi diyelim, o tarihte kurulan ve sayısız insanı idama sevk eden mahkemenin Said Nursî hakkındaki "mâsumiyet kararı" da mı hiç hatırınıza gelmedi? Neyse, herzelerinize biraz daha devam edelim, bakalım...)
Herze� 2) "Said Nursî, bir zamanlar Doğu Bölgesinde şeyhlik faaliyetinde bulunmuş, ıstanbul'da siyasete atılmış, siyasî bir derneğin kurucuları arasına girmiş, Volkan gazetesindeki yazıları ile 31 Mart Vak'asını körüklemiştir. O sıralarda Kürt Teâli Cemiyetine girmiş, Kürtleri Türkler aleyhine tahrike gayret etmiş, Cumhuriyet devrindeki yazılariyle de memleketin birliğini bölücü faaliyet göstermiştir."
(Cevap 2: Bre katmerli cahiller! Defalarca mahkemeye sevk edilen ve özellikle tarîkat yönü tahkik edilen Said Nursî'nin bugüne kadar kaç tane "mürid"i tesbit edilebildi? Bilhassa 1935 Eskişehir, 1944 Denizli ve 1948 Afyon Ağır Ceza Mahkemelerinden de mi haberiniz yok? Nursî'nin şeyhlik yönü gibi, herhangi bir siyasî bağlantısının tesbit edilemediği hususu da yine aynı mahkemelerin kayıtlarında var... Bir başka cehaletiniz de şudur: Sahi, nasıl oldu da 31 Mart Vak'asından Kürt�Teâli Cemiyetine birden zıplayıverdiniz? Yâ hû, bu iki vak'a arasında en az 9�10 yıllık bir zaman farkının bulunduğunu size hiç söyleyen olmadı mı? Birincisi 1909'un başlarında, ikincisi ise 1918'in sonlarında vuku bulan bu iki hadise arasında, ayrıca koskoca bir Dünya Savaşı geldi geçti yahu... Yıkıcı, bölücü faaliyet ise, o tamamen sizin vehminizdir, kuruntunuzdur; ayrıca, hiçbir mahkemenin tesbit edemediği vicdansızcasına bir isnat ve iftiradır.)
Herze� 3) "Nur Risâleleri müsbet ilmi inkâr etmekte, medenî icatları ise Kur'an ile izâha kalkışmakta... Nurculuk, maddiyatı, tabiatı ve modern felsefeyi tamamen red ve bütün dünya saadetlerini insanlara haram etmektedir."
(Cevap: Bre insafsızlar! Müsbet ilmin red yahut inkârına dair bir ifade, Nursî'nin hangi eserinde geçiyor? Bu kocaman iddiaya mukabil, en ufak bir delil dahi getirmeyene acaba ne demeli? Hem, medenî keşif ve icadların, Risâlelerde Kur'ân âyetleri ile izâh edilmesinden niçin rahatsızlık duymaktasınız. Yoksa siz Kur'ân'ın Allah kitabı olduğuna ve "Yaş�kuru ne varsa, içinde var" olduğuna inanmıyor musunuz? Said Nursî, evet sizin kamufle ederek aktardığınız maddecilik, tabiatçılık, dinsiz felsefe gibi küfür ve inkârdan beslenen cereyanları reddediyor. Onlara en susturucu ve bellerini kırıcı ilmî cevaplar da veriyor. Bütün bunlar gerçek. Ama, sizin şu iddianız kökünden yalan: "Said Nursî. bütün dünya saadetlerini insanlara haram etmekte.")
* * *
Aziz okuyucular. Yukarıda birkaç misâlini gördüğünüz herzelerin devamı ve benzerleri de var.
Zaman içinde bunlara gereken cevaplar verildi, verilmeliydi.
Aynen şimdi olduğu gibi, bundan sonra gereken cevapların verilmesine devam edilecek.
Zira, meydanı boş bırakmaya gelmez. Kamuoyunu yanıltmaya ve bilhassa yeni nesilleri iğfal etmeye, zihinleri bulandırmaya hevesli adamların nesli azaldı, ancak henüz tükenmedi.
Son olarak, muhtemel bir suâlin cevabını da vererek nokta koymakta fayda var.
Bazı okurlarımızın hatırına şu husus gelebilir: Yukarıda sıralanan herzeleri sarf edenler, sahiden olmuş mudur?
Cevap: Evet, aynı ifadeleri, başta Yargıtay Başkanı ımran Öktem'in 1966'daki adlî yılın açılışında yaptığı konuşma metni olmak üzere, Turan Dursun ve Çetin Özek gibi, Said Nursî ve Nurculuk hakkındaki kitaplarında da bulabilirsiniz.
Ama, işin en acı bir tarafı da şudur ki: Bu iftiranâme ve hezeyannâmeleri ciddiye alarak, özellikle 1965'ten sonra pekçok Nur Talebesi takibe uğramış, evlerine baskın yapılarak kitapları müsadere edilmiş, hapishanelerde işkencelere mâruz bırakılmış; ancak, sonunda hiçbir suç delili dahi bulunamayarak, mazlûmlar tahliye ve kitapları iade edilmiştir.
Ayrıca, kitapların yakılarak imha edildiği de olmuştur. Bunun son bir örneğine bizzat şahit oldum. 1988'de ıstanbul DGM'den "bilirkişi" olarak bize bir görev verildi: Sahiplerine iade edilmesi gerektiği halde, keyfi sûrette yakılan yüzlerce Risâlenin "maddî değeri"ni hesaplama görevi... (Cağaloğlu'nda bilirkişiliği kabul edecek hiç kimseyi bulamadıkları için, sonunda işi getirip bize tevdi ettiler.)
M. Latif SALıHOğLU
26.11.2007 - Yeni Asya
E-Posta: latif@yeniasya.com.tr
Kaynak: http://www.yeniasya.com.tr/2007/11/26/ya…/lsalihoglu.htm