Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

  • Konuyu başlatan "insirah"

Mesajlar: 1,518

Konum: istanbul

Meslek: NURolog

  • Özel mesaj gönder

1

15.04.2007, 22:56

Bir Yıldız Daha Kaydı/E.N.Sezer

Bir yıldız daha kaydı

Siz, hiç musalla taşında sessizce yatan bir ölü gördünüz mü? Benim de sorduğum soruya bak, elbette görmüşsünüzdür. Peki şöyle sorayım, hiç durup uzun uzun ibretli gözlerle düşündünüz mü? Bir gün yüzde yüz bizlerin de o taşta bir namazlık saltanatımızın olacağını tefekkür ettiniz mi?

Ecel bu, ne zaman geleceği genç ihtiyar hiç fark etmeyeceği, Azrail’in ise hiç mi hiç şakası olamayacağını düşündünüz mü?

Öyle ya hiç dikkatimizi çekmeyen şu musalla taşında yatan da bir gün gençti. Bizler gibi hayatta idi. Gülüyordu, seviyordu, ağlıyordu, hayalleri vardı. Ya şimdi acaba hangi âlemlerde dediğiniz ve kendi ölümünüzü düşündüğünüz oluyor mu?

Mal da yalan, mülk de yalan, var biraz da sen oyalan” diyen Yunus çok haklı değil mi?

Kırık dökük, toprağı kaymış, üzerindeki çiçekleri solmuş garip bir mezarlıkta hayalî yattığınızı ve yatacağınızı hatırladınız mı?

Silinmeye yüz tutan o mezar taşlarındaki isimleri okudunuz mu?

Bir gün, bütün sevdiklerinizden ayrılıp başka bir âleme gideceğinizi bu yolculuğun ise kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın olduğunu bilmem düşündünüz mü?

Bu sözler belki de bir çok insana soğuk gelebilir. Tıpkı ölüm gerçeği gibi.

Almanya’nın Stuttgart şehrindeyim. Genç kızlarla sohbet edeceğim. Genç kızlara sordum “Size ölümden bahsedeyim mi?” diye. Bir teyze “Gençlerle hiç ölüm üzere sohbet olur mu?” demez mi?

Ben ise “Neden teyzeciğim, gençler ölmüyorlar mı? Onlar ölümsüz mü? Oysa ölüm de hayat gerçeği gibi kesin ve yaşanacak gerçeklerden değil mi?” dedim.

Yine Frankfurt’ta hanımlara sohbet edeceğim. “Ölümden bahsedelim” dedim, bir hanım ayağa kalktı “Hocam, başka konu bulamadınız mı şimdi durup dururken insanların huzurunu kaçıracaksınız” demez mi?

Oysa Efendimiz (asm) “Hayatın lezzetini acılaştıran ölümü çok zikredin” demiyor mu? Gençlere ölümden bahsetme, hanımlara ölümden bahsetme, aman alınırlar diye ihtiyarlara hiç bahsetme, peki ölüm gibi bir gerçek kime nasıl bahsedilecek?

Gözümüz önündeki en büyük meselemiz ölüm gerçeği değil mi? Böylesi her insanın yüzde yüz yaşayacağı olay ölüm karşısında, lâkayt kalmak o idam-ı ebedî olan, ehl-i dalâlet için sonsuz bir hapis olan kabir gerçeğinden kurtulmanın çaresini aramak lüzumlu değil mi?

ıdam-ı ebedî, nihayetsiz kuyuyu, ebedî âleme, saadet saraylarına, nurlar âlemine açılan kapıya çevirmek hadisesi, bizim bu dünyadaki en büyük hadisemiz.

Ona lâkayt kalmak, düşünmemek, konuşmamak, hazırlanmamak başımıza yüzde yüz gelecek olan ölüm gerçeğini değiştirir mi?

Bu yolculukla gözünü kapatmak veya lakâyt kalmak insana bir fayda sağlamaz ki, sadece gözünü kapatan kendine gece yapar.

Âlem-i ervahtan başlayan bu yolculukla insan, dünya misafirhanesine et ve kemiğe bürünerek gelir. Gelmesiyle beraber hayata çığlık atması da bir olur. ışte bundan olmalı ki hayat çığlıkla başlar, hıçkırıklarla son bulur.

ınsanın hayata çığlıklar atarak gelmesi, aynı zamanda onun hayata merhaba demesi değil midir? Büyür, evlenir, bu defa da daha başka hayatlara merhaba der. Bu merhabalarda bu defa çığlıklar değil sevinçler vardır. Bu sevinçleri paylaşmak için genç kız ise beyaz gelinlikler giydirilir. Hayata veda ederken de fani âlemden ebedî âleme göçtüğü için, bu defa sevincin yerini hasret almış, acı almış, ayrılık almış, gözyaşı almıştır bu defa ki kostüm ise beyaz kefendir.

Demek ki her insanın ruhlar âleminden başlayan yolculuğu rahm-ı maderden, çocukluktan, gençlikten, kabirden, berzahtan, sırattan ve haşirden geçecek. Böyle bir yolcunun öyle birine dayanması gerekir ki, ölümün karanlığından, kabirden, mahşerin hududundan, sırat köprüsünden hakîmâne geçilebilip saadet-i ebediyeye mazhar etsin.

Ölüm o kadar kat'î ki, bu günün gecesi ve bu güzün kışı gelmesi gibi ölüm bir gün başımıza gelecek. Bu dünya nasıl ki gelenler ve gidenler için bir misafirhanedir, öyle de bu zemin yüzü dahi acele hareket eden yolcuların yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır. Her bir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği vardır.

Ey insan düşün, sen alaküllihal öleceksin. Ama yok! Nedense nefsimizden gelen sesi dinlesek ebedî bu dünyada kalacak gibi, hep Azrail başkalarının kapısını çalacakmış gibi.

Sevdiklerinin beklenmeyen ölümü karşısında ağlayıp dövünen, gözyaşı döken insan nedense kendi ölümünü hiç düşünmüyor, ‘Benim halim ne olacak acaba, kazanacak mıyım veya kaybedecek miyim?’ demiyor.

Büyük randevu bilmem nerede, saat kaçta?

Peki o büyük randevu için hazırlanıyor muyuz? Hazırlanmak ne gezer, ne mezara bakmaya, ne cenaze görmeye, ne de ölüm konuşmaya cesaretimiz var. Hatta öyle ki evini mezarlık görmesinden rahatsız olanlar bile var.

Rahmetli annemin evi ile cami arasında küçük bir sokak vardır. Bir gün anneme giderken baktım caminin bahçesinde musalla taşında bir mevta yatıyor. Herkes birbiri ile muhabbet ediyor, mevtanın etrafında hiç kimseler yok. Biraz seyrettim, sonra apartmanın kapısına doğru yürüdüm. Sıcak bir yaz günü gençler merdivenin basamaklarına kızlı erkekli oturmuş muhabbet ediyorlar. Ben birden gençlere “Gençler ölüm var, biliyor musunuz?” dedim. Hepsi şaşırdı, hiçbir şey demediler ve birbirlerine baktılar. Ben apartmandan içeri girerken, arkamdan bir genç şöyle söyledi: “Galiba teyzenin başına güneş geçmiş

Oysa “şu geçeni durdursam, çekip de eteğinden / Soruversem, haberin var mı öleceğinden“ diyor Necip Fazıl Kısakürek. Ben de gençlere sordum ama gençlerden aldığım cevap işte ortada. Demek ki kimsenin öleceğinden fazla haberi yok gibi.

Bediüzzaman da canlılar için canlı cenaze diyor. Ne kadar gerçekçi bir benzetme.

Değil mi şu musallâ taşına yatan mevta bir gün önce bizler gibi canlıydı. O da akıp giden hayat selinin bir damlasıydı. Onun da ne ümitleri, hayalleri vardı.

Hâlık-ı Rahîm ve Rezzak-ı Kerim şu dünyayı âlem-i ervah için bir bayram yeri yapmamış mı? Bu bayramı da senelere, asırlara, haftalara, günlere ayırmış. Her bir ruha da, ona münasip ceset verip bir defaya mahsus bu dünya misafirhanesine göndermemiş mi? Resmigeçiti biten, kulluk vazifesini yapan, yine kendini yaratan Yaratıcıya dönmüyor mu?

Bu dünyada oyun ve oyalanması bitenin son durağı musalla taşı değil mi?

Osmanlı padişahlarının musalla taşını saltanat koltuğuna çok yakın yaptırmalarının sebebi, saltanat ile musalla arasından fazla mesafenin olmadığını unutmamak için değil mi?

ınsan hayatta her şeyi inkâr etse, şu ölüm gerçeğini inkâr edemiyor. Ölüm de, hayat gibi bir mahlûktur. Her gün gözümüz önünde sevdiklerimizin ölümünü yaşarken insan nasıl kendi ölümünü hatıra getiremiyor?

ışte bunlardan bir tanesini geçtiğimiz günlerde hep beraber yaşadık.


—Devam edecek—

Esra Nuray SEZER

13.04.2007

  • Konuyu başlatan "insirah"

Mesajlar: 1,518

Konum: istanbul

Meslek: NURolog

  • Özel mesaj gönder

2

15.04.2007, 22:59



Yarın kabirde nasıl yatacaksınız?”

Sıradan bir günü yaşarken telefonum çaldı. Telefondaki ses “Biliyor musun, Birinci Ağabey ölmüş” diyordu. Bir anda gözlerim karardı. Yaşanılan hayat, bir sinema şeridi gibi gözlerimin önünden gelip geçmişti. Rahmetli ağabeyimiz, şu karşımdaki koltukta az mı bizlere imanî sohbetler etmiş, şu masada az mı yemek yemiş, şu koridorlardan kim bilir kaç defa gelip geçmişti.

Ayağa kalkıp bize geldiği zaman yattığı çekyatlı odaya gitmiş, çekyata öylece otura kalmıştım. Bir gün yine bize gelmişti, biz çekyatı açtık. “Eşim, bunun üzerine bir de yün döşek koyalım” dedi. Bir de yün döşek koyduk, rahmetli ağabeyimiz içeri geldi, yün döşeğe bakıp “Bu ne?” dedi. Biz de “Ağabey çekyatta rahat edemezsiniz diye bunu koyduk” dedik. “Kaldırın bunu, sabaha kadar rahat edip tatlı tatlı uyumak yok, ibadet var, burada bu kadar rahat ederseniz, yarın kabirde nasıl yatacaksınız?” dedi ve bize yün döşeği toplattı.

Bu olay bana hemen Asr-ı Saadet’te yaşanan bir olayı hatırlattı. Efendimizin (asm) hasır bir döşeği varmış. Eve geldiği zaman onun üzerinde uzanır ve dinlenirmiş. Öyle olurmuş ki mübarek sırtına, hasırın izi çıkarmış. Bir gün Hz Âişe (ra) annemiz, bir sahabe annemizle otururken sahabe annemiz kendisine sormuş: “Bu nedir?”

Hz. Âişe (ra) annemiz de anlatmış. Sahabe annemizin rikkatine dokunmuş olmalı ki, eve gitmiş, otlardan yapılmış kalın bir döşek getirip sermiş, “Hiç değilse Allah Resûlü bunun üzerinde dinlensin” demiş.

Efendimiz (asm), eve gelmiş, bakmış, hasır yok, onun yerinde kabarık bir döşek. Âişe (ra) annemize “Bu nedir?” diye sormuş.

Âişe annemiz de olanları anlatmış. Efendimiz “Ya Âişe! Biz dünyaya talip değiliz, kaldır şunu” demiş. Onlar her şeyleriyle ebediliğe taliptiler, bizler gibi fani dünyanın şişeleriyle oynamaya değil. Mehmed Emin Birinci Ağabey de, Allah Resûlünün (asm) yolunda gidiyor, dünyanın rahatına dönüp bakmıyordu.

Oysa dünya gerçekten de fani. Bu fani olan dünyanın da iki yüzü yok mu? Biri faniye bakan, diğeri de bakiye. Neden bizler hep faniye bakan yüzüne takılıp kalıyoruz ki. Neden “Ya Bâkî, madem Sen Bâkîsin yeter. Her şeye bedelsin. Madem Sen varsın, her şey var. Öyle ise Senin muhabbetinle onlar sevilir. Yoksa kim olursa olsun kalbin alâkasına onlar lâyık değiller” demiyoruz.

Neden sonra bu düşüncelerden sıyrılıp, koltukta olduğumu fark ettim. Daha sonra kaybolan yıllar bir bir gözlerimin önünden gelip geçti. Sanki yaşanılan yıllar dün gibiydi.

Uzun yıllar olmuştu Birinci Ağabeyi tanıyalı. Ama onunla hizmet adına tanışmamız 1991 yılında Almanya’nın Duisburg şehrinde olmuştu. Ben Duisburg’a 15 günlüğüne gitmiştim. Birinci Ağabeyle orada karşılaştım. Bana “Ne zaman ıstanbul’a döneceksin?” demişti. Ben de “Ağabey, birkaç gün sonra döneceğim” dediğim zaman, “Yok öyle, hizmet etmeden kolay kolay gitmek yok” demişti. O zaman oğlum daha çok küçüktü ve rahmetli anneme bırakmıştım.

Ağabey, olmaz, oğlum çok küçük, anneme bıraktım” dediğim zaman çok sinirlenmiş “Oğlan kız olmaz kardeşim öyle, bu hizmet zahmet ister, emek ister, fedakârlık ister, sokakta değil annende” demişti.
Bir hafta daha programı uzatmıştı ve kendisiyle beraber Viyana’ya kadar gitmiştik.

O gece Almanya’nın Köln şehrinde kaldık. O akşam hanımlara sohbet ayarlamışlardı. Sohbette bir hanımın tavrı beni çok rahatsız etmiş ve içimden o hanıma kızmıştım. O akşam rüyamda Birinci Ağabey geldi ve bana “Kardeşim, kalbini neden bozuyorsun, bozma” demişti.

Ertesi sabah erkenden eşim, ben, Birinci Ağabey ve şoförümüz özel bir arabayla Viyana’ya yola çıktık ve ben rüyanın o kadar tesirinde kaldım ki rüyamı Birinci Ağabeye anlattım: “Ağabey bana bu gece çok kızdınız” dedim. Bana döndü ve dedi ki: “Kardeşim, kalbini sen de bozma, ben de kızmayayım.” Mesaj alınmıştı.

Yıl 2005. Bu defa, programım Almanya’nın Mainz şehrinde. Birinci Ağabey de Mainz’de. Bizim program gece geç vakit bitti ve biz Stuttgart’a dönmek zorundayız. Yarın erkenden bir programımız daha var. Gecenin üçü ve biz şehre giriyoruz. Artık yoğun programlar, gece yorgunluğundan arabayı kullanan hanım Hamide Öksüz, bir an dalgınlığa gelmiş olmalı ki şehrin içinde hızı 50 olması gerekirken 90’a çıkmış. Hemen flaşlar patladı, radar resimlerimizi çekti. Arkadaş o kadar kötü oldu ki “Kesin hem birkaç puanım gider, hem de burada çok büyük bir suç, ehliyetime el korlar ve üç ay ehliyetim gider” dedi.

Eve geldik, orada bu işleri bilen bir arkadaşa sorduk. O da aynı şeyleri söyledi, “şehir içinde bu kadar sür'at olmaz. Bunu Alman affetmez, cezanız çok büyük” dedi.

Ben arkadaşa “Üzülme, Allah Kerim” dedim ve Birinci Ağabeyi hemen aradım. Olanları anlattım ve bana söylediği şu: “Korkmayın bir şey olmaz, hizmete devam.” Ama arkadaş “Nasıl olmaz, iki hafta sonra ceza gelir” diye söyleniyordu. Aradan zaman geçti, ne ceza geliyor, ne de en ufak bir ihtar. Sonra anladık ki güya radarda film bitmiş, bizi çekememiş. Arkadaş “Bu, Almanya tarihinde olmaması gereken bir şey” dedi. Onlar varsınlar film bitmiş desinler, hayatını iman ve Kur’ân hizmetine vermiş Bediüzzaman’ın talebesi “Korkmayın, hizmet için yollara düşmüş insanları engelleyecek resimler, melekler tarafından yırtılmaz mı?” diyordu.

Mayıs ayında ben Almanya’ya program için gitmiştim. Ortalık çok sıcaktı. Beni programlara götüren Hamide Hanımla aramızda şöyle tatlı bir tartışma geçiyordu. Hamide Hanım diyordu ki: “Ortalık çok sıcak, ferahlarsın, sana dondurma alayım.” Ben ise “Hayır, yemem, şüpheli olan şeylerden kaçmak lâzım.”

Hamide hanım ise diyordu ki, “Kardeşim, bunlar doğru söyler, varsa katkı maddesi var derler, yoksa yok derler, bunlara inan” diyordu. Ben ise “Hayır yemem” diyordum.

O sıralar Birinci Ağabeyin Viyana’da olduğunu öğrendim. Bir gün baktık, ansızın çıkıp benim misafir olduğum eve geldi. Birkaç gün de onunla beraber kaldık. Hep beraber Mannheim’e gideceğiz.

Arabada gidiyoruz, Birinci Ağabey birden dedi ki: “Kardeşim, şüpheli şeylerden uzak durmanız gerekiyor. Siz şimdi ortalık çok sıcak ferahlayalım diye dondurma yemek isteseniz, bu dondurmada katkı maddesi yok dersiniz, ama katkılı dondurmadan çıkardığı kaşıkla sana vermeye kalkışır ve az da olsa sen yemiş olursun, en iyisi mi burada dondurma yemeyin” dedi. Hamide hanım, arabanın aynasından bana bakarken işaret ettim, tamam mesaj alınmıştır. “Demek ki Viyana’dan Birinci Ağabey bunu bize söylemek için gelmiş” dedik.

Birinci Ağabeyin bende o kadar çok hatıraları var ki... Bir gün Kadıköy’de vitrinde bir kıyafet beğendim. Mağazaya girdim, "şu vitrindeki kıyafeti alabilir miyim?" dedim. Tezgâhtar “O tek kaldı, şu an vitrini bozamayız, birkaç gün sonra gelin verelim” dedi.

O akşam bize Birinci Ağabey geldi. Yemekler yenildi, çaylar içildi ve hemen iman hakikatlerine, sohbete başladı. Sohbet ederken bir ara bana bakarak dedi ki: “Kardeşim, dünya fani, vitrinde gördüğünüz bir kıyafeti beğenip de onu düşünmeyin, alın, aklınız onda kalmasın” demez mi? Ben de “Ağabey alacaktım ama adam vitrini bozmadı” dedim.

Bir gün yine rahmetli ağabeyimiz bize gelmişti. Eşim, “Birinci Ağabey yesin” diye kiraz almış, dolaba koymuş, bana söylemeyi unutmuş. Ben de fark etmemiş olacağım ki, Birinci Ağabey hem sohbet ediyor, hem de kiraz misâli veriyordu. Bir değil, iki değil. Eşim beni hemen mutfağa çağırdı “Ben Birinci Ağabeyin yemesi için kiraz almıştım, onu bize hatırlatıyor” demişti.

Yaptığı sohbetlerde aile efradının ne sıkıntısı varsa onun üzerinde sohbet eder, herkesin içini okur, teker teker ihtar ederdi. O, sohbet ederken herkes göz göze bakışır, tasdik ederdik.

Hani Bediüzzaman diyor ya: “Kerâmetin izharı, zaruret olmadan zarardır. ıkramın izharı ise, bir tahdis-i nimettir. Eğer kerâmetle müşerref olan bir şahıs, bilerek harika bir emre mazhar olursa, o halde eğer nefs-i emmâresi bâki ise, kendine güvenmek ve nefsine ve keşfine itimad etmek ve gurura düşmek cihetinde istidraç olabilir. Eğer bilmeyerek harika bir emre mazhar olursa: Meselâ, birisinin kalbinde bir sual var. ıntâk-ı bilhak nev'inden ona muvafık bir cevap verir; sonra anlar. Anladıktan sonra kendi nefsine değil, belki kendi Rabbisine itimadı ziyadeleşir ve ‘Beni benden ziyade terbiye eden bir Hafîzim vardır’ der, tevekkülünü ziyadeleştirir. Bu kısım, hatarsız bir kerâmettir

Demek ki onun bize kerâmet göstermesi bir zaruretti, ama o hiçbir zaman onu kendi nefsinden bilmiyordu.


—Devam edecek—

Esra Nuray SEZER

  • Konuyu başlatan "insirah"

Mesajlar: 1,518

Konum: istanbul

Meslek: NURolog

  • Özel mesaj gönder

3

15.04.2007, 23:11



Birinci Ağabeyin en büyük özelliği, namazı vaktinde kılar, her ne işi olursa olsun ezan okunduğu vakit onu bırakır, hemen namazı kılmaya başlar ve bizlere de her sohbetinde “Bacılar, ezan mı okundu, ocağın altını kapatın, çamaşır yıkanıyorsa makineyi kapatın, ne olursa olsun hemen namazınızı kılın, gıybet etmeyin, televizyona da bakmayın, ben size ahirette kefilim, eteğimden tutun” derdi.

Birinci Ağabeyle Avrupa’da gitmediğimiz yer kalmadı, onunla çok seyahat ettim. Yollarda mescit olmadığı, konaklama yerlerinde rahat abdest alınamadığı için yolculuğu öyle ayarlardı ki bir vakti kılardık, ‘Öbür vakitte kardeşim sen bizi oraya yetiştireceksin’ derdi ve Allah’ın izni ile de yetişirdik.

Karlı bir kış günü Almanya’nın Mainz şehrindeyiz. Akşam, Mainz Üniversitesindeki Türk gençlere konferansım var. Konferanstan çıkıp Birinci Ağabeyle birlikte Hannover’e gideceğiz. Hedef, sabah namazı orada olmak. Geç vakitte program bitti, ihtiyar halinde, kış günü dışarıda kar var. Arabaya bindik. Mainz’de Halil kardeşe ilk söylediği şuydu: “Bizi sabah namazına yetiştir”.

Son zamanlarında hastahanede komaya girdiği halde bile kendine geldiği zaman ilk sorduğu “Namaz vakti girdi mi?” oluyordu.

“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz nasıl ölürseniz öyle de dirilirsiniz.” Onun hayatında en özel yeri, en güzel yeri, her mü’min için mi'rac olan namaz teşkil etti. Ölüm anında da her kelâmı elbette namaz olacaktı.

Birinci Ağabeyi anlatmak kelimelere sığmaz. Ruhun şâd olsun Mehmed Emin Birinci Ağabey diyorum ve bir hatırasına yer vermek istiyorum:

Üstadın uzun yıllar hizmetinde bulunan Emirdağlı Hamza Emek Ağabey vefat ettiği zaman defin işlerinde ağabeyler uğraşırken Birinci Ağabey bir kenarda seyre dalar. Bir ağabey de gelip Birinci Ağabeye der ki: “Ağabey, Hamza Ağabey bu gece kabirde acaba ne yapacak?”

Birinci Ağabey de “Kardeşim, ne yapacak, Üstad onu birazdan gelip alıp götürecek” der.

Soruyu soran ağabey kendi kendine der ki: “Kolay mı öyle hemen gitmek

O gece bu soruyu soran ağabeyin rüyasına Hamza Emek Ağabey gelir. Ağabey hemen sorar: “Ağabey, bu gece ne yaptın?”
Hamza Emek Ağabey “Kardeşim, ne yapacağım, Üstadım gelip götürdü.”

Zira Üstadımız, demiyor mu “Bu asırda maddiyunluk tâunuyla çoklar o dâvâyı kaybediyor. Hatta bir ehl-i keşif ve tahkik bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesinin kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler.”

Arkasından verdiği müjdede ise, diyor ki: “Ben onları ve onlar gibi binler şakirtleri şahit göstererek derim ve ispat ederim ve ispat etmişim ki, o büyük dâvâyı yüzde doksanına kazandıran yirmi senede yirmi bin adama o dâvânın kazancının vesikası ve senedi ve berati olan iman-ı tahkîkîyi eline veren ve Kur’ân-ı Hakim’in mucize-i maneviyesinden neş’et edip çıkan ve bu zamanın birinci dâvâ vekili bulunan Risale-i Nur’dur.”

Yine bir müjdesinde “Risâle-i Nur’un şehid kahramanı olan merhum Hafız Ali, hapiste Meyve Risâlesini kemal-i aşkla yazarken ve okurken vefat edip kabirde melaike-i suale mahkemedeki gibi meyve hakikatleri ile cevap verdiği misillü, ben ve Risâle-i Nur şakirtleri de o suallere karşı Risâle-i Nurun parlak ve kuvvetli hüccetleriyle, istikbalde hakikaten ve şimdi mânen cevap verip onları tahsine, tebriğe sevk edecekler inşallah.”

Zaten Üstadımız demiyor mu, birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz mazide, birimiz müstakbelde, birimiz dünyada, birimiz ahirette olsak biz birbirimizle beraberiz diye...

Bunu da kabrinde dile getirmedi mi? Kabrine koydukları zaman kendinin hayatta iken yapmış olduğu Yirminci Mektub’un şu kısmını okuyordu Birinci Ağabey:

Ve yumît. Yani, mevti veren O’dur. Yani; Hayat vazifesinden terhis eder, fani dünyadan yerini tebdil eder, külfet-i hizmetten azad eder. Yani; hayat-ı faniden seni hayat-ı bakiye alır.” Bu gerçeği kabirde hakkalyakîn yaşıyor ve bize oradan ders veriyor gibiydi.

O şimdi Eyüp sırtlarında serin serviler altında dostlarıyla ebedî saadet sohbetlerinde. Bir zamanlar Mekke’den Medine’ye gelen Allah’ın Habibine kucak açan Eyyübe’l-Ensarî, şimdi de Bediüzzaman’ın talebelerine kucak açmış; Zübeyirler, Bekir Berkler, Tahiri Mutlular, Mustafa Polatlar, Sadullah Nutkular... Böyle kucağa koşulmaz mı, böyle dostlar sohbetine gidilmez mi?

“Eğer ımam-ı Rabbani Ahmed-i Farukî bugün hayattadır diye bir dâvet vuku bulsa, bütün zahmetlere tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim. Binâenaleyh ıncil’de Ahmed, Tevrat’ta Ahyed, Kur’ân’da Muhammed (asm) ismiyle müsemmâ, iki cihan güneşi kabrin arka tarafında, milyonlarca Farukî Ahmedler ile muhat olarak sakindir. Onları ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Bu yolculukta geri kalmak hatadır.”

Bu yolculukta geri kalmayan, ebedî âleme yolcu ettiğimiz Birinci Ağabey! “Hadi yolun açık olsun. Sen git, biz de nasıl olsa bir gün geleceğiz.” Ama ne mutlu sana hizmet bitti, meşakkat bitti, ücret almaya gidiyorsun


- SON-

Esra Nuray SEZER

15.04.2007

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir