Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

  • Konuyu başlatan "Mucevvid"

Mesajlar: 2

Hobiler: Qur'anic Qiraah and Qur'anic Recitation

  • Özel mesaj gönder

1

12.04.2007, 13:49

Ehl-i Kitap Sevilebilir Mi?

Said-ı Nur Düşüncesinde Ehl-ı Kitab’a Duyulan Muhabbet Üzerine Küçük Bir Mülahaza

Risale-i Nur namıyla meşhur eserlerin müellifi olan büyük ıslam âlim ve mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî, birçok konuda olduğu gibi “ehl-i kitâb’a muhabbet” konusunda da yeterince anlaşılamamıştır. Hatta kimilerince yanlış anlaşılmıştır. Bu küçük mülahazamızla amacımız, Hazret-i Said-i Nur’un “Münâzarât” adlı kitabında geçen konuyla ilgili birkaç paragrafın daha iyi anlaşılabilmesine biraz olsun katkıda bulunmaktır.

Metin:

“Sual: "Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur'ân'da nehiy vardır. Bununla beraber nasıl 'Dost olunuz' dersiniz?"

Cevap: Evvelâ, delil kat'iyyü'l-metin olduğu gibi, kat'iyyü'd-delalet olmak gerekir. Hâlbuki te'vîl ve ihtimalin mecali vardır. Zira nehy-i Kur'ânî âm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydım izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa; me'haz iştikâk-ı illeti hüküm gösterir.

Demek bu nehy, Yahudi ve Nasara ile yahudiyet ve nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir. Hem de bir adam zatı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyle ise, her bir Müslüman her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı istihsan etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin...

Saniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılab-ı azîm-i dînî vücuda geldi. Bütün ezhanı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için gayr-i müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhanı zapt ve bütün ukûlü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değillerdir. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saâdet-i dünyeviyenin esâsı olan asayişi muhafazadır. ışte bu dostluk, kat'iyyen nehy-i Kur'anîde dâhil değildir.”[ ]

Mülahaza:

"Evvelâ, delil kat'iyyü'l-metin olduğu gibi, kat'iyyü'd-delalet olmak gerekir."

Yani öncelikle bir hükmün iddiası için kendisinden hüküm istinbat edilen metnin kat'i ve şüphesiz olması yanında, istinbat edilen hüküm için metindeki delaletin de kat'i ve şüphesiz olması gerekir. Başka bir ifade ile ayetlerden herhangi bir hükmü çıkarmak için metnin kat'iyyeti yanında çıkarılan hükme delalet eden mananın da kat'iyyeti ve şüphesizliği elzemdir. Bu noktada herhangi bir hükme ulaşmak, metnin kat'i oluşuyla yeterli olmayıp delaletinin de kat'i oluşuyla mümkün olur.

"Hâlbuki te'vîl ve ihtimalin mecali vardır."

Yani Kur'ân ayetlerinin, metnin kat'iyyeti ile birlikte, delalette farklı yorum ve ihtimallere de çoğu zaman imkânı vardır. Bu noktada metnin zahirinden anlaşılabilecek muhtelif manalardan herhangi birinin kat'iyyetine hüküm vermek, her zaman kabil olmaz ve delalet, birçok manaya imkân tanıyabilir.

"Zira nehy-i Kur'ânî âm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir."

Yani Kur'ân'ın men ettiği her şey, umuma tam olarak şamil olmayıp mutlaktır. (bir kayda bağlı olmadan bir ferde veya belirsiz fertlere delalet eden kelime, mutlak kelimedir.) Bu mutlak manadaki kelimeler ise, takyid ile sınırlandırılabilir.
Bu mevzuya bir misal getirmek sanıyorum ki konunun vuzuha kavuşması açısından son derece faydalı olacaktır: Maide Suresi'nin 3. ayetinde şöyle buyrulmaktadır:

حُرِّمَتْ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَة&#161 5; وَ الْدَّمُ وَلَحْمُ الْخِنْزِي&#158 5;ِ

Yani "Leş, kan, domuz eti size haram kılındı" Bu ayette geçen ed-demu (kan) kelimesi mutlaktır. Yani genel olarak "kan"ın haram olduğunu ifade eder. Hâlbuki bu ayetin metin yönünden kat'iyyeti, onun delalet yönüyle de kat'i olduğunu göstermez. Zira bu ayetteki "kan" mutlak ifadesi En'am Suresi'nin 145. ayetinde geçen şu ayetle takyid edilmiştir:

قُلْ لَا أَجِدُ فِي مَا أُوحِيَ إِلَيَّ مُحَرَّمًا عَلَى طَاعِمٍ يَطْعَمُهُ إِلَّا أَنْ يَكُونَ مَيْتَةً أَوْ دَمًا مَسْفُوحًا

Yani "De ki: Bana vahyolunanda, leş veya akıtılmış kan…" Bu ayette geçen "akıtılmış kan" ifadesiyle bir önceki ayette geçen mutlak manadaki "kan" kelimesi takyid edilmiştir. ışte sırf bu sebepledir ki, ıslam uleması, kesilen hayvandan akıtılan kanın haram olduğunda fakat buna karşın akmayıp kalan kanınsa yenmesinin helal olduğunda ittifak etmişlerdir.

"Zaman bir büyük müfessirdir; kaydım izhar etse, itiraz olunmaz."

Bu ifadeleriyle Hazreti Üstad henüz izharı kat'iyyet göstermemiş olan kaydının, zamanla daha iyi anlaşılacağını ifade eyliyor. Zira Kur'ân-ı Kerim her ne kadar şahıslar tarafından tefsir olunmuşsa da, bu müfessirlerin hiçbiri "zaman müfessiri" kadar isabetli olamaz. Kur'ânî hakikatlerin birçoğunun üzerinden geçen zamanla vuzuha kavuşması, üstadın iddiasını teyid eder mahiyettedir.

“Hem de bir adam zatı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyle ise, her bir Müslüman her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve sanatları kâfir olmak lâzım gelmez.”

ıslam anlayışının bir gereği olarak sevgi, Allah rızası için yapılan bir eylemdir. Bu sebeple de bir Müslüman, herhangi birini zatı için değil, bilakis Allah rızası için sevecektir. Bir insan, zatı için sevilecek olsa, onda bulunan bütün sıfatların sevilmeye layık olması lazım gelir. Hâlbuki kişi ister Müslüman olsun isterse de olmasın, tüm vasıflarıyla mükemmel değildir ve onda sevilmeye layık olmayan sıfatlar da vardır. Bununla birlikte bir insandan sırf kâfir olduğu için nefret etmek yahut onu sevmemek, onda bulunan sıfatların da cümlesinden nefret etmeyi ya da en azından bu sıfatları sevmemeyi gerektirir. Fakat bir insanın kafir olması, onda bulunan bütün sıfatların da küfür alameti taşımasını gerektirmez.

“Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı istihsan etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın?”

Bu sebeple de bir kâfirde bile bulunsa, Müslüman bir sıfatın, elbette ki müstahsen görülmesinde ya da iktibas edilmek suretiyle kullanılmasında hiçbir sakınca olmamalıdır. Zira bu sıfatın sudur ettiği dimağ her ne kadar küfrü sembolize etse de, sıfatın kendisi bu alameti taşımamaktadır.

“Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin...”

Hem madem kâfirleri sevmemek iktiza eder, o halde Müslüman bir erkeğin ehl-i kitaptan bir kadınla evliliğine bizzat Kur’ân’ın kendisi nasıl cevaz verir? Maide Suresi’nin 5. ayetinde mealen şöyle buyurulur: “Müminlerden özgür ve iffetli kadınlar ile sizden önce (kendilerine) kitap verilenlerden özgür ve iffetli kadınlar da namuslu, fuhuşta bulunmayan ve gizlice dostlar edinmemişler olarak -onlara mehirlerini ödediğiniz takdirde- size (helâl kılındı).” Madem kâfirler sevilemezler, o halde Kur’ân bir insana sevilmeyecek bir mahlûkla mı evlenme ruhsatı vermektedir?

Hem üstadın yukarıdaki sözlerinde geçen kâfir ifadesini de doğru anlamak lazımdır. Burada kâfirden kasıt, Allah’a düşmanlık besleyen, her fırsatta kötülüğe kalkışan ve nihayet Allah’a şirk koşan müşrikler olmamalıdır. Her haliyle şeytana hizmet eden birini elbetteki sevmek ıslam anlayışıyla bağdaştırılamaz. Hem zaten Üstad, şahsın kendisini sevmekten değil, aksine şahıstan sudur eden güzel hasletlerin sevilmesinden bahsetmektedir. Doğrusunu Allah bilir…



Soner Akdağ

Kaynak: http://www.herkul.org/sizdengelenler/index.php?view=article&article_id=3993

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir