Kalemin ağlaması...
Bedüzzaman’a Emirdağı’nda ilk defa zehir verilir. Bedüzzaman, “birinci zehir hâdisesi”nden tam şifâ bulmakla birlikte, zafiyet ve verilen sıkıntılardan ölümü çok yakın hissederek “birinci vasiyetnâmesi”ni yazar. Nur talebeleri çok telâş ederler.
“Aziz, Sıddık kardeşlerim ve vârislerim. Ecel gizli olmasından, vasiyetnâme yazmak sünnettir” diye başlayan vâsiyetnâmede, “kahraman kardeşleri” olarak tavsif ettiği Nur talebelerine Risâle-i Nur’u bıraktığını belirtir: “emr-i hak olan ecelim geldiği zaman, benim arkamda o metrûkâtım (bıraktığım risâleler), benim bedelime o sâdık ve mübârek ellerde hizmet-i Nuriye ve îmâniyede çalışsın ve istimâl edilsin” niyâzında bulunur. (Emirdağ Lâhikası, 11
Devamında da, “Kardeşlerim, bu vasiyetten telâş etmeyiniz. Ben, teessürâttan ve dokuz defa zehirlenmekten, pekçok zaif olmakla beraber, gizli münâfıkların desîselerle müteaddit sû-i kastları için bu vasiyeti yazdım. Merak etmeyiniz; inâyet-i Rabbâniye ve hıfz-ı ılâhî devam ediyor” diye tesellî ve ümit verir.
1945’in Eylül ayına denk gelen Ramazan ayında Emirdağı’nda Bediüzzaman’a verilen bu ilk zehirin haberi üzerine, Bediüzzaman’ın târifiyle, “Risâle-i Nur’un kahramanlarından ve Hâfız Ali’nin makâmına geçen talebesi muallim Hasan Feyzi, bir mektup yazar.
Bediüzzaman, “Hasan Feyzi’nin Denizli ve hapsinin ve civarının has talebelerini temsil ederek, onların nâmına üstadının vasiyetnâmesi ve zehirlenmeden şiddetli hasta olması münâsebetiyle yazdığı mersiyedir. Vefat haberi almış gibi kalemi ağlamış. Lâhikaya geçirilsin” diye mektubu lâhika mektuplarının arasına koyar. Mektup, Sirâcü’n-nûr’un Osmanlıca yazılan eserlerinin sonuna eklenir.”
HASAN FEYZı’NıN MEKTUBU…
“Anam ve babam ve tatlı canım sana fedâ olsun Üstadım. Birkaç gündür acılarımıza zehir katan ve ciğerlerimize şişler ve hançerler saplayan ve gözyaşlarımızı Kızılırmaklara çeviren acı ve kara haberler almaktayız. Işığında derdimize devâlar aradığımız o mübârek ay, akıbet, husufâ mı uğruyor? Nuruyla bu güzel vatanı aydınlatan ve parlatan Üstadımız, bir daha dönmemek ve bizlere görünmemek üzere, akıbet göç mü ediyor? Vâ halîla!..
“Neşir ve tamim buyurduğunuz vasiyetnâme, bizler için hakikaten böyle bir kara haberi bildiren bir ye’s ve mâtem işâreti midir? Yoksa, yıllardan beri rûy-i zeminde ağlayıp, inleyen kimsesiz Müslümanların, büsbütün kurtuluş beşâreti midir? Bize haber sal. Sal ki; eğer böyle bir beşâret ise senelerden beri hep ağlayan gözyaşlarımızı tutup, biraz da gülmesini bilelim ve öğrenelim.
“Acaba bu, bize tahminlerimizi te’yid ve takviye edecek bir nevruz mu? Yoksa maazallah gözyaşlarını çoğaltıp umman edecek bir nevmidi mi verecek? O bir vâyisetnâme mi? Yoksa bir tebriknâme mi? Yoksa, oğul, uşak ve âileden mahrumum, belki bana yas tutan ve mersiye yazan olmaz diye, kendi mersiyeni kendin mi yazdın Üstadım?
“Senin sayısı yüzbinleri aşan büyük bir âile efradın var. Hem öyle ki: Eğer istesen, hepsi sana hayatlarını fedâya hazır, sana üçyüzelli milyon insan yas tutup ağlar. şimdiye kadar, hangi ölünün böyle milyonlarca yassıcı, mersiyecisi ve âile efradı var ki (…) “Allah senden ebediyen râzı olsun Üstadım. Demek bundan sonra kederlerimizi onunla giderip, bütün müşkillerimizi o Risale-i Nur’a mı havale edeceğiz? Gece ve gündüz hep onunla mı mütesellî olacağız
…) “şahsıma âit diye, belki bu yazılarımı da kabul etmek istemezsin, fakat kabul buyurmanı rica ederim. Çünkü, ben medh ve senâ etmiyorum.(…) “Esasen bende o dil, o kudret o iktidar yok ki; ben ancak bu ölme ve göçme hâdisesinin bize saldığı elemlerden ve yağdırdığı kederlerden, ancak bir damlasını yazıyorum.(...)
‘AH… NE OLURDU ÜSTADIM…’
“Ah… Ne olurdu, şimdi şu sayılı nefeslerini verdiğin şu anda, şu son deminde, huzurunda ve yanında bulunup sana hizmet edebilseydim…
“Risaletü’n Nur’un te’lifini tamam edip, neşrin dahi esbabını, te’min ve tanzim ederek ve talebelerinize, biz âcizlere bırakarak ebediyete, Re’fik-i A’laya ve Allah’a gidiyorsun. Alemi ervaha uçtuğunda bizi unutma. Büyük ağabeyimiz ki, şanlı ve muhterem şehit Hafız Ali’dir. Ona ve bütün kardeşlere ve ecdâda ve atalara ve evliyaullahın büyük ruhlarına bizden selâm et.
“Ah… Sevgili Üstadımız… Üzerimize öyle musibetler çöktü ve döküldü ki; eğer o musibetler şu güneşli güzel gündüzler üzerine dökülse ve yağsa idi, gündüzler kararır, muhakkak gece olurdu. (…)
Üstadım, sen dünya lezzetini tatmadan, ömründe bir kere olsun bu fenâ günlerine el uzatmadan ve uzata uzata bir saat bile sıcak ve rahat döşeklerde yatmadan, akıbet bırakıp gidiyorsun.
“Ah… Demek o su’ikastçılar nâil-i merâm mı oluyor? Demek güzel yüzün, bize artık haram mı oluyor?
“Ah… Ahbabın ağlayıp a’dânın güleceği böyle kara bir günü görmek istemezdik. Biz hep, halâsı (kurtuluşu) bekler ve aradık. Demek onlara bayram bize mâtem mi var? Biz dostlara ne diyelim? Seni soranlara ne cevap verelim? Demek bundan sonra, seni bu dünyada şu başgözümüzle bir daha görmeyecek miyiz? Artık vuslat, hasrete mi döndü?
“Çünkü Hâfız Ali’yi evvelce yerine bedel göndermeye râzı olduğun ve icra ettiğin halde, bu sefer hiçbir bedel ve fedâ da kabul etmiyorsunuz?
“Demek göç ve sefer muhakkak mı Üstadım. Pek vakitsiz, pek erken değil mi Üstadım…
“Sana bu mektubum acaba son mu olacak, diye titriyorum…
“25 yıldır çekmekte olduğumuz çilelerden halâs ve necâtımız böyle ölümle mi, ayrılıkla mı olacaktı? Acılar ve ağrılar çeken ve zehirler içen o mübârek kalbinizin istirahatı böyle varıp kara toprağa yatmakla mı olacaktı? (…) Çekilen âhlar yüzünden yalnız senin değil, yüzlerle yerinden delinen hepimizin çiğerlerimizin tâmiri ve tedâvisi kâbil değil. Biz, hep ağlayan bu beşeriyetin gözyaşlarının seninle, yani Risale-i Nur ile dineceğine, hep sızlayıp acıyan kalblerin hâdim olduğum nurlarla tesellî bulacağına bel bağlamış ve inanmıştık.
“Böyle bir emr-i Hak vuku bulduğunda, seni nerede nefnedeceğiz. Konya’da, Hazreti Mevlâna’da mı, Civar-ı Hazreti Eyyüb’de mi? Yoksa Cennetü’l Mualla veya Cennüt’l Baki’de mi? Bunu bize açıkça bildir…”
“DAHı NEZDıN O Kı CÂNIM SANA KURBAN OLACAK”
Bu mektuptan sonra Hasan Feyzi’nin 13 Kasım 1946’da vefat haberi Bediüzzaman’a gelir. Bunun üzerine Bediüzzaman Hasan Feyzi’nin Risale-i Nur hakkındaki mektubuna şu mukaddimeyi yazar:
“Risale-i Nur hakkında yazılan bu hakikatlı ve uzun mektubu yazan merhum Hasan Feyzi kardeşimiz, aynen şehit merhum Hâfız Ali misillû bir mektubunda dediği gibi, ‘Dahi nezdin o ki cânım sana kurban olacak’ dediğini tasdiken, Üstadına bedel şehid olup, şehid kardeşi Büyük Hâfız Ali’nin yanına gitmiş.
“Bu zât-ı zülcenâheyn ehl-i kalp ve gâyet yüksek bir ehl-i ilim ve hakîkat, otuz sene muallimlik perdesi altında imana hizmet etmiş ve on seneden beri Risal-i Nur’u elde edip gizli perde altında çalışmış. Sonra da iki sene zarfında Risâle-i Nur’un yüksek hakikatlerini ve kemâlatını çekinmeyerek ruh-u cânıyla herkese ilân etmiştir.
“Cenâb-ı Hak, Risale-i Nur’un herbir harfine mukâbil, onun ruhuna ve âlm-i berzâhtaki nurcu arkadaşlarının ruhlarına binler rahmet eylesin. Amin... Amin... Amin...”
Bir diğer mektubunda ise, Bediüzzaman, “Hasan Feyzi’nin şiddetli ve tehlikeli hastalığını beyân eden bir mektub”unu alınca, “Kanaat-ı kat’iyyem geldi ki; Hasan Feyzi, aynen şehid Hâfız Ali (rahmetullâhi aleyh) gibi, benim musîbetimin kısm-ı âzamını (büyük kısmını) kendine alıp mânevî bir fedâkarlık eylemiş. Hâfız Ali, benim bedelime birkaç emâre ile berzaha gittiği gibi, bu Hasan Feyzi de aynı hastalığım zamamında, aynı vakitte, aynı müddette, aynı tarzda, aynı sıkıntılı dışarıya çıkmamakta tevâfuku, kuvvetli bir emâredir ki, bana çok acıyan ve şefkat eden o kardeşimiz, mânen hastalığmı kısmen kendine aldı” diye yazar. (Emirdağ Lâhikası, 160)
“Risale-i Nur’un kahramanlarından ve Hâfız Ali’nin makâmına geçen merhum Hasan Feyzi’nin vefâtı, Denizli’ye ve Risâle-i Nur dairesine ve bu memlekete ve âlem-i ıslâma büyük bir zâyiattır” dedikten sonra şu dua ve temennide bulunur:
“Bir tane, toprak altına girer, vefat eder; fakat yüz tane sümbül meydana geldiği gibi, rahmet-i ılâhiyeden ümitvârız ki, Hasan Feyzi de öyle kudsî bir sümbül verecek, çok Hasan Feyzi’ler Nur dairesinde yetişecekler, vazifesini daha ziyâde yapacaklar.”
“BU BıÇÂRE KARDEşıNE KENDıNı KURBAN ETTı…”
Bediüzzaman, bir başka mektubun hâşiyesinde, “Ehl-i siyasete hiç bakmadığım halde, bugün tesadüfen kulağıma geldi ki, bâzı câmileri kaldırmak için bir mecliste, bir kısım dinsiz mebuslar çalışmışlar. Aynı vakitte beni tesmîm (zehirlendirmesi) ve Hasan Feyzi’nin ölüm hastalığı tesâdüfe benzemiyor” diyen Bediüzzaman, “Bu üç su-î kast aynı zamanda birbiriyle alâkadar görünüyor. ıkisi şimdilik akım kaldı, birisi bir kahramanı aldı” diye Hasan Feyzi’nin vefatına dikkat çeker.
Bediüzzaman, “Nurlar hakkında parlak fıkralarında bu biçâre kardeşine kendini kurban etmeye söz verdiğinden ve Nur vazifesini acele yapmasıyla istirahat âlemine gitti” dediği “Denizli’nin bir mânevî kahramanı Hasan Feyzi”nin aynen “Isparta kahramanı Hâfız Ali” gibi kendi yerine vefat ettiğini açıkça belirtir. “O bir cihette, ölmemiş; belki vazifesini acele bitirmiş, âlem-i berzala istirahat için gitmiş, terhis edilmiş” diye belirtir. “... Merhamet-i ılâhiyeden kuvvetle ümitvârız. ınşaallah, Cenâb-ı Hak onun vazifesini dünyada gördürecek Nur dairesinde çok Hasan Feyzi’leri yetiştirecek...” diye duasını tekrarlar.
Vefatının 44. yılında, Bediüzzaman’a ve “Dahi nezdin o ki cânım sana kurban olacak” diye cânını Üstadına “kurban” eden merhum talebesi Hasan Feyzi’ye ve bütün Nur talebelerine rahmet ve minnet...
Asım Asyalı
Yeni Asya / 23 Mart 2004