devamı;
Hem, hiç kâbil midir ki,
Hâkim-i Bilhak, Rahîm-i Mutlak
, insana
öyle bir istidad verip,
yer ile gökler ve dağlar tahammülünden çekindiği emânet-i kübrâyı tahammül edip,
yani küçücük, cüzî ölçüleriyle, san'atçıklarıyla
Hâlıkının muhît sıfatlarını, küllî şuûnâtını,
nihayetsiz tecelliyâtını ölçerek bilip;
hem, yerde en nâzik, nâzenin, nazdar, âciz, zayıf yaratıp,
halbuki bütün yerin nebâtî ve hayvanî olan mahlûkatına bir nevi tanzimât memuru yapıp,
onların tarz-ı tesbihât ve ibâdetlerine müdâhale ettirip,
kâinattaki icraat-ı ılâhiyeye küçücük mikyasta bir temsil gösterip,
Rubûbiyet-i Sübhâniyeyi fiilen ve kâlen kâinatta ilân ettirmek;
meleklerine tercih edip, hilâfet rütbesini verdiği halde,
ona bütün bu vazifelerinin gâyesi ve neticesi ve semeresi olan saadet-i ebediyeyi vermesin,
onu bütün mahlûkatının en bedbaht,
en bîçare,
en musîbetzede,
en dertmend,
en zelîl bir derekeye atıp,
en mübârek, nurânî
ve âlet-i tes'îd bir hediye-i hikmeti olan aklı
o bîçareye en meş'um ve zulmânî bir âlet-i tâzib yapıp,
hikmet-i mutlakasına büsbütün zıd ve merhamet-i mutlakasına külliyen münâfi bir merhametsizlik etsin? Hâşâ ve kellâ!