Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

09.08.2006, 15:33

Risale-i Nur´dan cümleler

A’male güvenmek ucbdur. ınsanı dalalete atar. Çünki insanın yaptığı kemâlât ve iyiliklerde hakkı yoktur; mülkü değildir, onlara güvenemez. mesnevi nuriye



Ucub hastalığında, kişi ıslâm’ı elden geldiğince yaşar, ancak bu ilâhî ihsanı kendi nefsinden bilerek başkalarına karşı üstünlük davasına kalkışır ve cennetini garanti görme yoluna girer. Halbuki, iyilik dediğimiz her ne varsa, bütün bunlar Peygamberler tarafından insanlara öğretilmiştir ve onları işlemek için gerekli bütün şartları da Allah yaratmıştır. Meselâ, doğru söylemek bir hayırdır. Bu hayrı insanlara öğreten ilâhî kitaplar ve peygamberler olduğu gibi, o doğruyu söylemek için gerekli ağız, dil, tükürük bezi, gırtlak, beyin, sinir sistemi ve hava gibi bütün şartları yaratan da ancak Allah’tır.



ınsan bunları düşündüğünde, o hayırda çok az bir hisseye sahip olduğunu görür. Binlerce ilâhî mucizenin bir araya gelmesiyle ortaya çıkabilecek böyle bir hayırda, insanın hissesi, sadece o güzel amele meyletmesi, cüz’î iradesini de bu yönde kullanmasıdır.



Bunu böylece bilip, övünmek yerine Allah’a şükretmek ve O’na minnettar olma yolunu tutmak gerekir. Bu yolda gitmeyenler ucup hastalığına tutulurlar.

2

09.08.2006, 16:46

Bu zamanda ehl-i ıslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalaletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Lem'alar - 104


Evet, herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise, ma'neviyatı göremez. Muhakemat - 18

(Kabir): Mü'min için, zindandan bir bahçeye açılan bir kapıdır. S. - 38


Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. ıhya-yı din ile olur şu milletin ihyası. Sözler - 717

Beni merak etmeyiniz. ıktisad ve kanaat, bana iki hazinedir; tükenmez bitmez. Emirdağ L.
'

Bağ-ı cennette ümidim bu durur kim Zatî'yi
Cümle müminlerle ol server ede hem sâyesi


_

Mesajlar: 1,518

Konum: istanbul

Meslek: NURolog

  • Özel mesaj gönder

3

09.08.2006, 17:20

Bu güzeldi..
Gözü yormuyor ve de dikkat çekici

4

14.08.2006, 15:25

Adalet-i mahza-i Kur’âniye; bir masumun hayatını ve kanını, hattâ umum beşer için de olsa, heder etmez. ıkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir.
Adalet-i mahza, “Tam ve mükemmel adalet.” “Bir ferdin hakkını, bütün insanlar için de olsa, feda etmeyen adalet.” şeklinde tarif edilir. Adalet-i izafiye ise, “Küllün selâmeti için, cüz’ü feda eden adalet tarzı.” “Cemaatin menfaati için ferdi feda eden adalet şekli.”dir.



Mahz; “sırf, halis, katıksız, tam” gibi mânâlara geliyor. Buna göre, adalet-i mahza, “tam ve katıksız adalet, mükemmel adalet,” demek olur. Bu adalette, hiçbir kimsenin en küçük bir hakkının bile çiğnenmemesi esastır.



Adaletin diğer şubesi olan adalet-i izafiye ise katıksız, tam değildir. Zira cemaatin menfaati için ferdin hukukunu nazara almaz.



Adalet-i izafiyede ehven-i şer esas alınır. Bütün insanların zarara uğraması büyük ve küllî bir şer, bu zararın giderilmesi için bir insanın yahut küçük bir gurubun hakkının çiğnenmesi ise cüz’î bir şerdir. Küllî şerden kurtulmak için cüz’î şerri kabul etmek ise ehven-i şer ile amel etmek demektir ve adalet-i izafiyenin esasıdır.



Adalet-i mahzada bir şahıs kendi rızasıyla hakkından vazgeçmediği müddetçe, bütün insanların faydası için de olsa onun hakkı çiğnenemez.



Meselâ, adalet-i mahzaya göre, bir şahsın rızası olmaksızın evi istimlâk edilemez. Bunun uygulanmasında ise bazen çok büyük zorluklar ortaya çıkar. ışte bu gibi zaruret hallerinde, adalet-i izafiye tatbik edilir. Ve o şahsın hukuku, umumun menfaatine feda edilir; rızası olmaksızın evi sökülür, istimlak edilir.



Bir âyet-i kerime :





“Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz bir tek nefsin (kişinin) yaratılması ve diriltilmesi gibidir.” (Lokman Sûresi, 28)





Ve Nur Külliyatından bir hikmet dersi:




“Adalet-i mahza-i Kur’âniye; bir masumun hayatını ve kanını, hattâ umum beşer için de olsa, heder etmez. ıkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir.” (Mektûbat)





Demek oluyor ki, bir insanı yaratmakla bütün insanları yaratmak nasıl ilâhî kudret için fark etmiyorsa, ilâhî adalet için de bir insanın hukuku bütün insanların hukuku kadar kıymetlidir. Ve o hukuku çiğneyen bir kimse, bütün insanlara zarar vermiş gibi olur.



Nur Külliyatında meseleye orijinal bir yaklaşım daha getirilir. Bir mü’minin güzel sıfatları masum insanlara, kötü sıfatları da cani insanlara teşbih edilerek, adalet-i mahza bu sıfatlar âlemine tatbik edilir.



Buna göre bir insanın bir tek sıfatı masum olsa, bütün sıfatları da cani olsa, o tek sıfatın hakkı diğerleri yüzünden zayi edilemez. O mü’mine düşmanlık beslendiğinde bu masum sıfat çiğnenip gideceğinden bu hâl adalet-i mahzaya uymaz.



Konuyu çok önemli bir hükümle noktalayalım:




“Fakat adalet-i mahza kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez, gidilse zulümdür.” (Mektûbat)

5

17.08.2006, 13:49

Adem-i kabul, kabul-ü ademle iltibas olunur. Adem-i kabul; adem-i delil-i sübut, onun delilidir. Kabul-ü adem, delil-i adem ister. Biri şek, biri inkârdır.


bu cümlenin izahı;

Adem-i kabul, “iman hakikatlarına karşı lakayt kalmak, gerçekleri, fikir yormaksızın inkâr etmek” demektir. Kabul-ü adem ise, “Gerçek olmayan bir fikri kabul etmek, hakikatin zıddına inanmak ve bunu dava etmek” manasını taşır.

Bazılarını görürsünüz, ne gökyüzünü düşünmeye değer bulurlar, ne yeryüzünü ve içindekileri. Bu adamlar, düşünmeden yaşamayı, kendilerini ve kâinatı unutmayı, günlerini gün edip başka her şeyi gereksiz bulmayı hayatlarının değişmez prensibi kabul etmişlerdir. Bu nefsanî hayat düzeni, bu adamların iman hakikatları üzerinde düşünmelerine, kafa yormalarına engel olur ve hidayetlerine perde çeker. ışte bu kesimin inancı adem-i kabul olarak isimlendiriliyor. Adem-i kabul yani kabulsüzlük. Bu inkâr kolaydır ve inkârcıların çoğu bu gruba girer..

Bir başka grup da var ki, onlar, iman hakikatlarını kabul etmemekle kalmaz, inkâr eder, onlara karşı çıkarlar; aksini ispat etmeye zorlanır ve insanları kendi batıl çizgilerine çekmek için gayret gösterirler. ışte ıslâm’ın azılı düşmanları bu gruptaki insanlardır. Bunların itikat dünyaları ise, kabul-ü adem ile ifade edilir; yani yanlış bir yolu kabul etme, bâtılı dava etme, inançsızlığa inanma. Bu yolda gidenlerde düşünmemek değil, hatalı düşünmek ve bunu dava edinmek söz konusudur. Nur Külliyatında bu kısım için, “bir hükümdür, bir itikaddır, bir iltizamdır” buyrulur.



“Adem-i kabul, kabul-ü ademle iltibas olunur. Adem-i kabul; adem-i delil-i sübut, onun delilidir. Kabul-ü adem, delil-i adem ister. Biri şek, biri inkârdır.” (Mektûbat)



Adem-i kabulde, bir hakikatı ispat eden hiçbir delili bilmemek, onlarla ilgilenmemek söz konusu. Bu bilgisizlik o adamın inançsız kalmasına yetiyor. Kabul-ü ademde ise o hakikatın yokluğuna delil getirilmesi gerekiyor. Birinci adam şek içinde, şüphe içinde yaşıyor, ama iman şüpheyi kabul etmediği için bu adam da küfür dairesinde kalıyor. ıkinci adam ise doğrudan doğruya inkâr yoluna girmiş bulunuyor.

6

17.08.2006, 16:11

Ezcümle, bir kısım sûrelerin başlarında şifre-misâl gibi mukattaât hurûfundaki üslup-u bediîsi, beş altı lem’a-i i’câzı tazammun ettiğini ışârâtü’l-ı’câz’da yazmışız.
Ezcümle: Bir sûrelerin başında mezkûr olan huruf, hurufâtın aksâm-ı mâlûmesi olan mechûre, mehmûse, şedîde, rihve, zelâka, kalkale gibi aksâm-ı kesîresinden herbir kısmından nısfını almıştır. Kàbil-i taksim olmayan hafifinden nısf-ı ekser, sakîlinden nısf-ı ekall olarak bütün aksâmını tansîf etmiştir. şu mütedâhil ve birbiri içindeki kısımları ve iki yüz ihtimâl içinde mütereddit yalnız gizli ve fikren bilinmeyecek birtek yol ile umumu tansîf etmek kàbil olduğu halde, o yolda, o geniş mesafede sevk-i kelâm etmek, fikr-i beşerin işi olamaz, tesadüf hiç karışamaz. ışte bir şifre-i ılâhiye olan sûrelerin başlarındaki huruf, bunun gibi daha beş altı lem’a-i i’câziyeyi gösterdikleriyle beraber, ilm-i esrâr-ı huruf ulemâsıyla evliyânın muhakkikleri şu mukattaâttan çok esrar istihrâc etmişler ve öyle hakàik bulmuşlar ki, onlarca şu mukattaât kendi başıyla gayet parlak bir mu’cizedir. Onların esrârına ehil olmadığımız, hem umum göz görecek derecede ispat edemediğimiz için o kapıyı açamayız. Yalnız ışârâtü’l-ı’câz’da şunlara dâir beyân olunan beş altı lem’a-i i’câza havale etmekle iktifâ ediyoruz.
şimdi, esâlîb-i Kur’âniyeye sûre itibâriyle, maksad itibâriyle, âyât ve kelâm ve kelime itibâriyle birer işaret edeceğiz.
Meselâ, Sûre-i Amme’ye dikkat edilse, öyle bir üslup-u bedî ile âhireti, haşri, Cennet ve Cehennemin ahvâlini öyle bir tarzda gösteriyor ki, şu dünyadaki ef’âl-i ılâhiyeyi, âsâr-ı Rabbâniyeyi o ahvâl-i uhreviyeye birer birer bakar ispat eder gibi kalbi iknâ eder. şu sûredeki üslûbun izahı uzun olduğundan yalnız bir iki noktasına işaret ederiz.

7

21.08.2006, 09:36

Âfâkî malûmat, yani hariçten, uzaklardan alınan malûmat, evham ve vesveselerden hâlî olamıyor. Amma bizzât vicdanî bir şuura mahâl olan enfüsî ve dâhilî malûmat ise, evham ve ihtimallerden temizdir. Binaenaleyh merkezden muhite, dâhilden harice bakmak lâzımdır.


Tefekkür başlıca iki sahada geçekleşir: Enfüs ve afak. Bir başka ifadeyle, “insanın kendi zâtı” ve “haricî âlem.”

Birincisine “enfüsî,” değerine “afakî” tefekkür deniliyor.

Enfüsî, “nefse ait” demektir. Buradaki nefis kelimesi, ruhla bedeni birlikte ifade eder ve “zât” mânâsına gelir.

Buna göre, enfüsî tefekkürün iki ayrı sahası vardır: Birisi ruh, diğeri ise beden.

Afakî tefekkürde ise bedenimizi kuşatan hava tabakasından yıldızlara ve ötelerine kadar bütün kâinatın düşünülmesi, tefekkür edilmesi söz konusudur.

Afakî malûmât için, “hariçten, uzaklardan alınan malûmat,” şeklinde bir tarif getiriliyor. “Hariç” kelimesiyle birlikte “uzak” kelimesi, özellikle zikredilmiş. Elma ağacı da bizim haricimizdedir, ama neye yaradığını biliriz. Onu Rezzak isminin bir tecellisi, ilâhî ihsanın bir sofrası olarak görür, Rabbimize şükrederiz. Ama, yıldızlar âlemini değerlendirmemiz bu kadar rahat ve kolay olmaz.

Böyle olunca, işimize yaramadığını sandığımız bitki çeşitlerinden, yıldızlar âlemine kadar nice varlıkta tecelli eden ilâhî hikmet ve rahmeti anlamakta güçlük çekeriz. Bu noktada, nefis ve şeytan devreye girip, bunları faydasız ve gayesiz göstermeye çalışabilir.

Ama enfüsî tefekkür böyle değildir. Burada “vicdanî bir şuur” söz konusudur. Samanyolu’nun faydasını anlamayabiliriz, ama atomlar ve hücreler baz alındığında, her biri bir ayrı Samanyolu gibi olan kollarımızı çok rahat tefekkür edebiliriz; bunların faydası konusunda en küçük bir tereddüt bile kalbimize gelmez. Bu faydalar, vicdanımıza mâl olmuş bir ilim olarak, düşünmeye bile gerek kalmadan, çok iyi bilinir ve hissedilirler.

Vicdanen bildiklerimizin başında, ruh dünyamız ve ona takılı hissiyat âlemimiz gelir.

Ruhumuza kudret sıfatının konulmuş olmasıyla, Allah’ın kudret sıfatını vicdanen biliriz. şu var ki, bizdeki sıfatlar da ruhumuz gibi mahlukturlar ve Allah’ın sıfatları bunlara benzemekten münezzehtir.

Aynı şekilde, irade sıfatımızda Allah’ın irade sıfatını, görme sıfatımızda Basîr, işitme sıfatımızda Semi’ ismini ve bunların kaynağı olan sıfatları hissedebilir, vicdanen bilebiliriz.

ınsanın, önce evinden çıkıp sonra çarşıları, pazarları dolaşması gibi, tefekküre de nefsinden başlaması sonra haricî âlemi dolaşması en doğrusudur. Nitekim, Mesnevî-i Nuriyede "Nefsî tefekkürün tafsilatlı, afakî tefekkürün ise icmalî yapılması" tavsiye edilir.

Her hücremizin, her duygumuzun faydasını inceden inceye araştırabiliriz, ama aynı şeyi hariç âlemde yapmamız yanlış olur. Çünkü, haricimizdeki her şeyi nefsimiz gibi net olarak bilemeyiz. Burada özet bilgi yeterlidir.

Elbette ki, kâinat kitabının belli bir sayfasını inceleyen ilim adamları, o sahayı incelikleriyle kavramaya, anlamaya çalışabilirler. Ancak, onlar da başka ilim dallarını, yine "icmalî" tefekküre mecbur kalırlar.

8

21.08.2006, 09:59

Bir elmayı halk edecek (yaratacak), elbette dünyada bütün elmaları halk etmeye ve koca baharı icad etmeye muktedir olmak gerektir.

Baharı icad etmeyen, bir el­mayı icad edemez. Zira o elma, o tezgâhta dokunuyor. Bir elmayı icad eden, bir baharı icad edebilir...

Bugünü halk eden, kıyamet gününü halk edebi­lir ve baharı icad edecek, haşrin (yeniden dirilişin) icadına muktedir bir Zat olabilir...

Herşeyi yapamayan hiçbir şeyi yapamaz. Ve birtek şe­yi halk eden herşeyi yapabilir.



(Risale-i Nur - Sözler sh: 79)

9

22.08.2006, 16:00

Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalâlette gidenlere, bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrit içinde bir haps-i münferit, yalnız başına bir hapis kapısıdır. Öyle gördüğü ve itikad ettiği; ve inandığı gibi hareket etmediği için, öyle muamele görecek.

“...Onlar pek yakın bir zamanda, ölümün idam-ı ebedîsiyle kabrin haps-i münferidine girip, daimî sıkıntılı azab çekecekler.” (Lem'alar, 26. Lem'a)





Nur Külliyatı’ndan On Üçüncü Söz’de, kabre girmenin, “ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âleme geçiş,” “ehl-i küfür için bir idam-ı ebedî,” “inandığı gibi yaşamayanlar için ise bir haps-i münferit” olduğu beyan edilir.



Küfür üzere ölen bir kimsenin cehennemde ebediyen kalacağını ılâhî Ferman tekrarla beyan ediyor. Buna göre, ölümün ehl-i küfür için bir idam-ı ebedî oluşunu, “inanmayan bir kimsenin ebedîyen yok olacağı” şeklinde anlamak mümkün değil. O hâlde ebedî idamı nasıl yorumlamak gerekiyor?



ıdam ve hapis, suçlulara verilen iki ceza çeşidi. Hapis de ikiye ayrılıyor. Birinde diğer mahpuslarla görüşmek, konuşmak, eğlenmek mümkün. Aynı koğuşta birlikte kalınıyor; bahçeye birlikte çıkılıyor. Diğeri ise “haps-i münferit.” Yani, bir hücrede, yahut bir koğuşta tek başına, hiç kimseyle görüşmeden yaşamak, bir dert ortağı olmaksızın ömür sürmek. Bu, bir bakıma, hapis içinde hapistir. Hele buna bir de işkence eklenirse dehşet daha da katlanır.



Bununla birlikte böyle bir şahsın tek tesellisi, bir gün bu azaptan kurtulup dostlarına kavuşma ümididir. ıdamda bu yoktur. ıdam edilen kimse artık yuvasına dönemeyecek, çoluk çocuğunu ve bütün sevdiklerini bir daha göremeyecektir.



Bu dünyada küfür içinde yaşayan ve kabre imansız olarak göçen bir insanın akıbeti “idam-ı ebedî”dir. Yani artık o, ebediyen cennet yüzü göremeyecek, saadet yurduna adım atamayacaktır.



ımanla göçen, fakat günahları sevaplarından fazla olduğu için cehenneme giren bir insan, cezasını çektikten sonra yine cennete gidecek ve o saadet menzilinde dostlarıyla beraber olabilecektir.



Malûmdur ki, ölüm ruhun bedenden ayrılma hadisesidir. Ruh için ölüm, idam, yokluk söz konusu değildir. Ölen, çürüyen ve dağılan ancak cesettir; beden hücreleridir.



ınsanların ruhları kabir âleminde, mahşerde, cennet ve cehennemde baki kalacağına göre, kâfirler için “yokluğa girme mânâsında bir idam” söz konusu olamaz. Onların yanıp mahvolan cesetlerinin yeniden eski hâllerini alacağını ve azabın böylece sürüp gideceğini âyet-i kerime haber veriyor:



Bu dehşetli azap ile kendi derdine düşen bir küfür ehlinin, bu yalnızlığını bir kat daha artıran çok dehşetli bir faktör daha var: Karanlık.



Cehennemin nursuz hararet olduğu haber veriliyor. Birbirini görmeyen ve ıstıraplarını tek olarak çeken bu insanlar bu yönleriyle bir haps-i münferitte bulunmuş oluyorlar. Nitekim, Üstadın şu ifadelerinden, kâfirlere hem idam-ı ebedî, yani cennetten ebedî mahrumiyet hem de münferit hapis cezası verileceği anlaşılıyor:




“...Onlar pek yakın bir zamanda, ölümün idam-ı ebedîsiyle kabrin haps-i münferidine girip, daimî sıkıntılı azab çekecekler.” (Lem'alar, 26. Lem'a)

10

28.08.2006, 14:35

Çaresi bulunan şeyde acze, çaresi bulunmayan şeyde cez'a iltica etmemek elzemdir.
Bir şeyin çaresi varsa, kendi güçsüzlüğümüze yahut imkânlarımızın yetersizliğine bakarak ümitsizliğe düşmemiz doğru değildir. Biz sebeplere tam olarak riayet ettikten sonra Allah’a tevekkül eder ve Onun rahmetinden daima ümitli oluruz. Bir şeyin de çaresi yoksa, yani o konuda bizim cüzi irademize bir görev düşmüyorsa, onu ılâhî bir takdir olarak değerlendirmeli ve kadere razı olarak gam ve kederden kurtulmalıyız. Aksine, feryat ve figan etmekle elimize bir şey geçmeyeceği gibi, ruhumuza elem çektiririz. Bu tip feryatlar, kadere itiraz noktasına varırsa insanın manevi hayatı için büyük bir tehlike arz edebilir.

11

28.08.2006, 14:36

Cerbezenin tavr-ı acibi; zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile her şeyi temaşa eder.
Nur Külliyatında cerbezenin, “kuvve-i akliyenin ifrat mertebesi” olduğu ifade edilerek şu tarif getirilir:

“Hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekaya mâlik” (ışaratü’l-ı’caz) olmak.

Cerbezeci bir insan, zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile her şeyi temaşa eder. Üstadın bu ifadeleri, bazılarının hacılara sıkça çatmasını hatırlatır. Burada da bir cezbeze söz konusudur. ınsan kuldur, hata yapabilir. Ama bu hatayı yapan hacı ise hata, her nedense, doğrudan, hacılar hanesine yazılır. Bütün hacıların işledikleri hatalar aynı hanede toplânır ve sonunda büyük bir hata kümesi çıkar ortaya. ışte, denilir, bütün bu hataları işleyenler hep hacılardır. Bu ulvî müesseseye böylece hücum edilir.

Bu gibi sözleri dinleyen şahıs düşünemez ki, bu hatalar farklı şahıslardan sudur etmiştir ve bunları alt alta koyup toplamanın mantıkî bir yönü yoktur.

Bu mantığa göre, bütün insanların işledikleri cinayetlerin, yaptıkları hataların, ettikleri zulümlerin tamamını toplayıp “insanlığı” itham etmek gerekmez mi?.

Yine Nur Külliyatından cerbezeyle ilgili bir cümle:



“Cerbezenin şe’ni, bir seyyieyi sünbüllendirerek hasenata galib etmektir.” (Münazarat)


Cerbezeci insan, bir mü’minden bir tek kötülük görmüşse, bunu çoğaltır, büyütür ve onun bütün iyiliklerini bu tek kötülükle örtmek ister. Bu da bir cerbezedir ve büyük bir zulümdür.

12

29.08.2006, 13:44

SALıH AMEL ÜZERıNE
Prof. Dr. Alaaddin Başar


SALıH AMEL ÜZERıNE


ALAADDıN BAşAR




“Asra yemin olsun ki, hiç şüphesiz insan hüsrandadır. Ancak, iman edip., salih amel işleylenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.


” Asr suresi, 1-3.


Kuran-ı Kerimde, imandan sonra hemen salih amelin zikredildiği pek çok âyet vardır. Bu bir irşattır, bir dikkat çekmedir. Allah’a iman eden bir insanın, bu imanını, kulluk şuuruyla ve ibadet hayatıyla desteklemesi gerektiğini ikazıdır.


“Ey insan! şu kâinattan maksad-ı a’lâ; tezahür-ü rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniyedir ve insanın gaye-i aksası, o ubudiyete ulûm ve kemalât ile yetişmektir.” Sözler


Hiç emir ve yasak olmasa bile, ibadet insan için, en azından, vicdanî bir görevdir. ınsanın yaratılışı bunu emreder. “Çünki fıtrat-ı beşeriyede cemale karşı bir muhabbet ve kemale karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır.” Lem’alar


ımanla salih amelin birlikte zikredildiği bir başka âyet:


“ıman eden ve salih amel işleyen mü’minleri müjdele ki, altından nehirler akan cennetler onlarındır.” Bakara, 25.


Âyet-i kerimede sadece amel denilmeyip, salih amel buyurulması dikkate şayandır.


Kaidesine uygun olmayan bir işçilik salih değildir; ortaya konulan eserin çürüme, bozulma, yıkılma ihtimali çok yüksektir.


Gelişigüzel okunan bir eserden edinilecek fayda az olur. Okumanın salih olması, dikkatle, ciddiyetle mütenasiptir. ınsan, başka şeyler düşünerek sayfalarca yazı okuyabilir, ama bilgi yönünde bir adım dahi atmış sayılmaz; çünkü amel-i salih değildir.


Misâlleri çoğaltabiliriz.


Dünya işlerinde böyle olduğu gibi, ibadetlerde de amelin salih olması büyük önem taşır.


Amelin salih olmasının en önemli şartı, ihlastır, yani o işten, o ibadetten, o hayırdan sadece Allah rızasının beklenmesi, başka bir gaye gözetilmemesidir.


Nur Müellifi, salih amelin ruhunun ihlas olduğunu beyan etmekle ihlas şartından yoksun amelleri heykellere benzetmiş oluyor. Yüzlerce insan heykelini bir araya getirseniz bir insan etmezler, çünkü hayatları yoktur, ruhları yoktur. Riya için, maddî menfaat için, desinler yahut demesinler için yapılan bütün ibadetler bu gruba girer.


şu var ki, salih amel için, ruh yanında bedenin de ayrı bir önemi vardır. ıhlas ile yapılan ibadetlerde, şekil şartı beden vazifesi görür.


Akşam namazının farzı üç rekattır ve bunun dört kılınması halinde, şekil yönünden, amel bâtıl olur. O dört rekatlık namazın şekillendiğini, tecessüm ettiğini düşününüz; ona kimse akşam namazı demez. Aynı şekilde, ramazan orucunun şekil şartı, imsakla başlayıp, güneşin batışıyla son bulmasıdır. ımsaktan sonra başlayıp, yatsıya kadar devam eden bir açlığa oruç denmez. şekil yönünden o, oruçtan başka bir şeydir. Demek ki, amellerde ilk olarak şekil şartı dikkate alınacak, Allah’ın razı olduğu tarz nasılsa ameller ona uygun olarak yapılacaktır.


şekil şartının yerine getirildiği ibadetlerde, kişi sorumluluktan kurtulabilir. Ancak o ibadetten alacağı feyz ve onunla kazanacağı manevî kemal, amelin ruhu olan ihlas nispetindedir.


Salih amel için Nur Külliyatında yapılan çok önemli bir tarifi nakletmek isterim:


“ımana ait bilgilerden sonra en lâzım ve en mühim a’mal-i sâlihadır. Sâlih amel ise, maddî ve manevî hukuk-u ibada tecavüz etmemekle, hukukullahı da bihakkın îfa etmekten ibarettir.” Mesnevî-i Nuriye


ınsanların maddî ve manevî hukuklarına tecavüz etmemek salih amelin tarifi içine girmiştir. ılk bakışta bunun daha çok takva mânâsına geldiği anlaşılırsa da, takva ile salih amel arasında kuvvetli bir ilgi olduğu düşünüldüğünde, bu ifadelerin salih amel için de geçerli olduğu hemen anlaşılır. ınsanların ne maddî ne de manevî hukuklarına tecavüz etmeden geçen bir ömür, salih bir ömürdür. Bu şartı taşımayan hayattan Allah’a sığınmak icabeder.


Takva cehennemden kaçmak, salih amel ise cennete koşmaktır. ıkisinin de hedefi aynıdır, her iki faaliyet de aynı menzilde son bulur.


Yalan söylememek takva, doğru söylemek salih ameldir. ıbadet etmemeyi büyük bir suç görmek takva, ibadet etmek ise salih ameldir.


ınsanlar Allah’ın kullarıdırlar. Onların haklarını çiğnemekten Hakkın razı olmadığı açıktır. Kafire bile zulüm edilmesine Rabbimiz razı değildir. O halde, Hakkın kullarını incitmemek, onların gıybetlerini yapmamak, onlara iftirada bulunmamak, haset etmemek, canlarına, mallarına kıymamak Hakkın razı olduğu fiiller ve haller olup, salih amelin tarifi içinde yer alırlar.


“Hukukullah” denilince, daha çok kişinin itikat ve ibadet hayatı anlaşılır. ıtikadı yanlış olan bir insan, Hakkın hukukuna tecavüz etmiş olacağı gibi, inandığı gibi yaşamayan ve Hakkın emirlerine uymayan bir insan da hukukullaha riayet etmemiş olur. Yaptığı isyanlarla başkalarının nefislerini galeyana getirmek, onlara kötü örnek olmak ise hem hukukullaha riayetsizliktir, hem de kul hakkına tecavüz.


Hukukullahın “bihakkın” yani hakkıyla “ifa edilmesi”, denilince, ibadetlerin hem şekil, hem de ihlas şartına sahip olmaları akla gelir. Allah Resûlünün(a.s.m.) miraç mucizesinde, “Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Biz sana hakkıyla ibadet edemedik” buyurduğu düşünüldüğünde, “bihakkın” ifadesini başka türlü anlamamız zaten doğru olmaz.s

13

30.08.2006, 11:58

Esbab-ı maddiyenin mübaşereti eşyanın zahiriyledir” cümlesini nasıl anlayabiliriz?
Sebepler Allahın tasarrufuna ancak birer perdedir. Bir insan kalemi kullanarak yazması misüllü Allah da genelde sebepleri kullanarak icraatta bulunur. Ama bu sebep olan şeyler, bu sebeplerle meydana gelen eşyayı, hakiki olarak yapabilmekten son derece uzaktır. Üstadın 32. Söz'deki şu misali bunu daha iyi anlamamıza bir ufuk açabilir:

"Sonra o müddeî, yerde yer bulamadığı için gider güneşe. Kalbinden der ki: "Bu çok büyük bir şeydir, belki içinde bir delik bulup, bir yol açarım. Yeri de müsahhar ederim." Güneşe şirk namına ve şeytanlaşmış felsefe lisanıyla, Mecusilerin dedikleri gibi der ki: "Sen bir sultansın, kendi kendine mâliksin, istediğin gibi tasarruf edersin." Güneş ise, Hak namına ve hakikat lisanıyla ve hikmet-i ılahiye diliyle ona der: "Hâşâ yüzbin defa hâşâ ve kellâ!.. Ben müsahhar bir memurum. Seyyidimin misafirhanesinde bir mumdarım. Bir sineğe, belki bir sineğin kanadına dahi hakikî mâlik olamam. Çünki sineğin vücudunda öyle manevî cevherler ve göz, kulak gibi antika san'atlar var ki; "benim dükkânımda yok. Daire-i iktidarımın haricindedir." der, müddeîyi tekdir eder."

14

30.08.2006, 11:59

ıbadetle ubudiyet arasındaki farkı açıklar mısınız?
Bu iki terim çoğu kez birbiri yerinde kullanılır. Ancak, aralarında şöyle bir fark da vardır:

Ubudiyet, “kulluk” demektir. Kulun sonsuz aczini, fakrını ve naksını bilmesi ve bu şuurla ömür sürmesi ubudiyettir. Ve ubudiyet süreklidir, kesikli değil; çünkü kulluktan ayrı olduğumuz bir ânımız yoktur.

ıbadet ise “Allah’a karşı kulluk vazifelerini yerine getirmek,” manasına gelir.

Ubudiyet bir sahra ise, ibadet o sahrada yer yer yükselen dağlar gibidir.

ıbadet için,
“abd ile mâbud arasında en yüksek ve lâtif nisbet ancak ibadettir” buyruluyor. (ışârât-ül ı’caz)



Yâni, insan ibadet sayesinde, “Ben Allah’ın kuluyum, O’nun mahlûkuyum, bu dünyada O’nun misafiriyim ve öldükten sonra da, inşaallah, O’nun saadet yurdu olan Cennete gideceğim” diyebiliyor.

Kul olduğunu bilen, bu dünyada dilediği gibi ömür süremeyeceğinin şuurunda bulunan ve bu âlemde misafir olduğunun farkında olan bir insan kulluk vazifesini seve seve yerine getirir

15

30.08.2006, 12:00

Vücut mertebeleri hakkında bilgi verir misiniz?
Vücut mertebeleri başta ikiye ayrılır:
1-Vacibu-l vücut
2-Mümkini-l vücut

Vücudu vacip olan ancak Allah’tır. Allah’ın yarattığı her varlık ise imkan dairesinde bir varlığa sahiptir. Bunların da ayrıca kendi arasında tasnifleri vardır.
1-Ruhaniler
2-Cismaniler

Melekler, cinler, şeytanlar; ruhaniler sınıfına girer. Bunların her birinin de kendi aralarında kategorileri vardır. Elbette bir damlaya görevli olan melekle güneşe görevli olan melek aynı değildir.

Cismaniler ise cemadat, nebatat, hayvanat ve insan şeklinde sıralanır. ınsanların da kendi aralarında çok farklı grupları vardır. Evliya - enbiya gibi... Bunlar da ayrıca farklı kategorilere ayrılırlar.

Bir de zihni vücut - harici vücut gibi başka tasnifler de bulunmaktadır.

16

05.09.2006, 11:09

Arkadaş! Kalb ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. O hastalık marazı da, ulûm-u akliyeye tevaggul etmek nisbetindedir.
Her organın kendine mahsus bir görevi olduğu gibi, her hissin, her duygunun ve nihayet akıl ve kalbin de kendilerine has vazifeleri vardır. Ve yine bir organın işini bir başka organ yapamadığı gibi, aklın işini hafıza, kalbin işini akıl göremez.



Akıl, bu varlık âleminin ve içindeki eşyanın ne olduğu ve ne vazife gördüğü konusunda söz söyleme kabiliyetine sahiptir. Bu görevi hakkıyla yerine getiren bir akıl, bu hikmetli varlıkları ilim ve irade sahibi bir zatın yapmış olduğuna hükmeder.



Bu bilginin imânâ dönüşmesi için kalbin devreye girmesi gerekir. Aklın görevi anlamaktır; sevmek, muhabbet etmek, inanmak, hoşlanmak, hayret etmek kalbin sahasına girer.



Akıl, nelerden ne gibi zararlar geleceğini tespit eder; korkmak, sığınmak, yardım dilemek de kalbin vazifesidir.



ışte ruh ve kalbi hasta olan insanlar, bu vazifeleri de aklın yapacağını sanır, her şeyi aklın halledebileceği vehmine kapılırlar. Bu yanlış yol, onların ruhlarını doyurmaz, kalplerini tatmin etmez. Bu defa, tatmin olmanın yolunu yine aklî ilimlere dalmakta ve keşfettikleri bazı ilmî gerçeklerle övünmekte, insanlara üstünlük taslamakta, gururda, kibirde bulurlar.



Bunlar ise zaten başlı başına birer hastalıktır.



Nur Külliyatında ‘felsefe’ kelimesi, çoğu zaman, ‘aklî ilimler’ mânâsına kullanılır. Kâinat kitabını Allah’ın eseri bilerek araştıran ve ondaki ılâhî sırları keşfetmeye çabalayan bir bilim adamı, bu gayretinin her safhasında hayret ve muhabbet yolunda durmadan ilerler; imanı, irfanı inkişaf eder. Bu zatta, kalp ile akıl birlikte yola çıkmışlar ve bu hayırlı arkadaşlıktan iki taraf da fayda görmüşlerdir.



Bu değerli insanların, diğerlerinden ayrı düşünülmesi gerektiği şu ifadelerle ortaya konulur :





“Risale-i Nur’un şiddetli tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise mutlak değildir, belki muzır kısmınadır.” (Emirdağ Lahikası)





Her şeyi ve her hadiseyi akılla açıklamaya çalışan kişiler, çoğu zaman çıkmaz sokaklarla karşılaşırlar. Akıllarının bir mânâ veremediği yahut inceliklerine eremediği işler, onları manevî hastalığın da eşiğine getirir. Bunları hikmetsiz ve mânâsız zannetmek bu hastalığın ilk alametidir. Bunu, yanlış bir hüküm takip eder. Sonunda, “bu işlerin tesadüfe bağlı, karışık şeyler olduğu” kuruntusu baş gösterir.



Bu kimseler şu gerçeği unutmuşlardır:



Onların faydasız sandığı bir şey yahut bir hadise, bir başka varlık için büyük önem arz edebilir. ınsan, yeryüzünün halifesidir, ama o ülkedeki her şeyden sadece halife istifade etmez. şu var ki, başkalarının faydalanmaları da genellikle onun hesabına geçer.



Bu kişiler, sınırlı bir akılla, sadece bir sahada derinlik kazanmaya çalıştıkları için, bir milyonu aşkın bitki ve bir o kadar hayvan türünün bütün özelliklerine, görevlerine ve insan hayatına yaptıkları dolaylı hizmetlere çoğu zaman inemezler.

17

06.09.2006, 16:29

Üstad: “Ben acele ettim kışta geldim” derken neyi kasdetmek istemiştir?
şair şöyle der:

"Bir mevsim baharına geldik ki âlemin
Bülbül hamuş, havz tehî, gülistan da harab."

Üstad o cümleyi yaklaşık 90 yıl önce Münazarat isimli eserinde yazdı. O günler çok karanlık günlerdi. Koca Osmanlı can çekişiyordu. ıslam dünyasının çoğu ıngiltere, Fransa, Hollanda, ıtalya gibi devletlerin sömürgesi idi. Ama Elhamdülillah o kara günlerden bu güne güzel gelişmeler oldu. ıslam dünyası kısmen toparlandı. Dünyanın her tarafında güzel ıslami gelişmeler oldu.

18

06.09.2006, 16:30

"Her hakiki hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir. Her seyyiat gibi cebanetin dahi menbaı dalalettir." sözünü nasıl anlamalıyız?
ıman ve Allah'a kulluk, her türlü iyiliğin kaynağı olduğu gibi, cesaretin dahi kaynağıdır. Her türlü kötülük, küfür ve dalaletten geldiği gibi, korkaklık da aynı kaynaktan çıkmaktadır. Mü'minlerin cesareti, kafirlerin korkaklığı, özellikle savaşlarda çok açık bir şekilde görülmektedir. Mü'mini cesur yapan, temelde şu iki esastır.

a- "Onların ecelleri geldiğinde, bir an geri kalmazlar, öne de geçmezler" ayetinin bildirdiği "ecel birdir, değişmez" gerçeği. (A'raf, 34; Yunus, 49; Nahl, 61) Savaşta ön cephede olanla, arka cephedeki, ölüme aynı uzaklıktadır. Hatta cephede olanla, evinde istirahat eden arasında, ölüme uzaklık-yakınlık farkı yoktur. Niceleri vardır, pek çok savaşa girer, yatağında vefat eder. Niceleri de vardır, ilk defa savaşta hayatını kaybeder.

Halid b. Velîd'in durumu, buna güzel bir örnektir. Yatağında ömrünün son dakikalarını geçirirken, etrafındakilere şöyle der: "şu kadar savaşa katıldım. Vücudumda ok-mızrak yarası veya bir darbe izi olmayan hiçbir uzvum yok. Ama gördüğünüz gibi, yatağımda vefat ediyorum. Korkakların kulakları çınlasın !"

b- Mü'min için, savaşta iki güzelden biri vardır (Tevbe, 52): Ya şehitlik, ya zafer [3]. "Ölürsem şehidim, kalırsam gazi" diyen bir mü'min, böyle beklentileri olmayan bir kafirden, elbette daha cesur olacaktır.

Nur Külliyatında imanın bir intisap olduğu ders verilir. “Sultan-ı Ezeliye iman ile intisap eden ve ubudiyetle hizmetine giren bir mümin” cesaretin en büyük kaynağına ulaşmış demektir.

“ıman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam kainata meydan okuyabilir.”

19

06.09.2006, 16:34

..Kendi kusurunu görüp istiğfar ile ve Rabbini bütün nekaisden pak ve müberra ve ehl-i dalâletin efkâr-ı bâtılasından münezzeh ve muallâ ve kâinatın bütün kusuratından mukaddes ve muarra olduğunu tesbih ile sübhanallah ile ilân...
Bu ifadelerde, tesbihin üç ciheti nazarımıza sunuluyor:



Birincisi, Rabbimizi bütün noksan sıfatlardan pak ve müberra bilmemiz; görmemek, işitmemek, gücü yetmemek gibi noksanlıklardan tenzih etmemiz.



ıkincisi, Rabbimizi kendi hakkında beslenen yanlış inançlardan tenzih etmemiz; üç ilâh safsatasından, meleklerin Allah’ın kızları olduğu hurafesine kadar...



Üçüncüsü de, varlık âleminin sahip olduğu hiçbir noksanlığın Allah için söz konusu olamayacağını ilân etmemiz.



Değişen iklimler, yorulan, uyuyan ve uyanan insanlar; hastalanan, yaşlanan ve ölen canlılar; batan güneş, durmaktan âciz gezegen ve daha nice varlıklar bu noksanlıklarıyla bize şu mesajı verirler: “Biz hepimiz mahlûkuz. Bizdeki hiçbir noksanlık Hâlıkımız için söz konusu olamaz.”

20

11.09.2006, 17:49

Nur-u Kur’an ile gördüm ki, birbiri içinde üç küllî dünya var: Birisi, Esma-i ılâhiyeye bakar, onların âyinesidir. ıkinci yüzü âhirete bakar, onun mezraasıdır. Üçüncü yüzü, ehl-i dünyaya bakar,ehl-i gafletin mel’abegâhıdır.
Maneviyat büyüklerinin, kalpleri mahlûkattan keserek Hâlık’a bağlamak üzere yaptıkları hikmetli tavsiyeleri ibretle okuruz. Bu tavsiyeler, bazılarınca yanlış değerlendirilir ve dünya hayatından fiilen çekilme gibi, ıslâm’ın aksiyoner ruhuna taban tabana zıt bir yola girilir. Böyle bir hataya düşmeyelim diye, Üstad hazretleri bu dünyanın üç yüzü olduğunu ortaya koyar ve bunlardan “ikisinin” muhabbete lâyık olduğunu ifade buyurur. Sevilmeye lâyık olan bu yüzler: “ılâhî isimlere ayna olma” ve “âhirete tarla olma” yüzleridir.

Dünyanın üçüncü yüzü, “nefsin heveslerini tatmin etme” yüzüdür. Dünyanın bir oyun ve eğlence olduğunu ders veren âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler bu üçüncü yüze bakıyor.

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir