Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

09.08.2006, 15:27

Risale-i Nur´dan Kelimeler

Ahsen-i takvîm, Alâ-yi illiyyîn ve Esfel-i sâfilîn
Ahsen-i takvîm, “kıvama koymanın, biçimlendirmenin, mânen ve maddeten doğrultmanın en güzeli” demetir.

Alâ-yi illiyyîn; “yücelerin en yücesi; en ileri nokta.; cennetteki üstün makam”, esfel-i sâfilîn ise “aşağıların aşağısı, sefillerin en sefili, cehennemin en derin azap mahalli” şeklinde tarif edilmiş.

Âlemlerin Rabbi,Tin Sûresi, 4. ayet-i kerime de: “Muhakkak biz insanı ahsen-i takvîmde yarattık” buyuruyor. Ve insan, bu üstün yaratılışıyla, nice güzelliklerin tohumunu saklıyor. Anlamağa, inanmağa, amel etmeğe, sevmeğe, şefkat etmeğe, feyz almağa aday.

Peygamberlik bu ulvî mahiyetten çıkıyor. Evliya, asfiya bu mahiyetin meyveleri. Âlimler, ârifler, muttakiler, sâlihler, cömert simalar, âdil hükümdarlar hep bu ulvî mahiyetin değişik sahalardaki farklı meyveleri.

Yine Nur Külliyatında, “küfür, mahiyet-i insaniyyeyi yıkar, elmastan kömüre kalbeder” denilerek, büyük bir hakikat dersi verilir. Demek ki, insan ahsen-i takvim ile ifade buyrulan bir elmas mahiyetinde yaratılmış. Kendisini rıza çizgisinden, istikamet hattından dışarı çıkarırsa, ceza alarak aşağıların aşağısına atılıyor. Bu çöküş “kömür” olmakla sembolize edilmiş.

Buna göre,

Ahsen-i takvim, “ömür sayfasına en güzeli yazabilecek kıvamda, kabiliyette yaratılmış olma.”

Alâ-yı illiyyîn, “bunu başarabilenlerin yüksek makamı.”

Esfel-i safilîn, ise “yanlış yazanların büyük düşüş ve çöküşüdür,” diyebiliriz.

Nur Külliyatında insanın iman nuruyla alâ-yı illiyîne çıkacağı, küfür zulmetiyle de esfel-i safilîne düşeceği kaydedilir. O halde, insan bu iki makama da bu dünyada eriyor yahut düşüyor. Dünya ahiretin tarlası olduğu için de, ahirette de buna göre cennetin en yüce mertebelerine çıkıyor, yahut cehennemin en derinliklerine iniyor.

2

09.08.2006, 15:30

Gaibane, Hazırane ;bu kelimeler özellikle ayetül kübrada ve 23.sözde geçiyor.

Bir zatın kemalatını "o şöyle alimdir, böyle cömerttir.." şeklinde ifade edersek "gaibane" methetmiş oluruz.
Ama onun huzuruna çıkıp "efendim, siz şöyle alim, böyle cömertsiniz.." şeklinde ifade edersek "hazırane" methetmiş oluruz.

Fatihanın ilk kısmı Cenab-ı Hakkı gaibane methetmektir:



"Her türlü hamd o âlemlerin Rabbi,
O Rahmân ve Rahim,
O, din gününün maliki olan Allah'adır.."



Bundan sonrası ise hitap makamına bir yükseliştir:


"Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.
Bizi doğru yola hidayet eyle, o kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. O gazaba uğramışların ve o sapmışların yoluna değil."

3

14.08.2006, 15:26

Adem âlemleri
“Yokluk alemleri; müspetlerin terk edilmesiyle ortaya çıkan menfî sonuçlar.”
“Yokluk ve mahrumiyet gibi menfi sonuçlar.”


“Vücud” varlık, “adem” ise yokluk mânâsına gelir. Aslında bu âlemde yokluk diye ayrı ve müstakil bir şey yok. Zaten öyle bir şey olsaydı, o da bir başka tür varlık olurdu. Varlığın terki, bir yokluğu netice veriyor. Aydınlık müsbet ve vücudidir. Ama karanlığın bir varlığı yoktur. Karanlık, aydınlığın olmama halidir. Nitekim her tarafı kaplamış görülen karanlık, güneş doğduğunda ortadan kaybolur gider.

Sıhhatin bozulmasına hastalık, doğru olmayana yalan, dürüstlüğün terkine sahtekârlık, imandan mahrum kalmaya küfür, tevhitten sapmaya şirk denilir.

Namaz kılmak vücudî bir fiildir, kılmamak ise ademî fiil. Namaz kılmamak diye müstakil bir iş yoktur; ama insan namaz kılma fiilini terk ettiğinde bu ademî fiil kendiliğinden ortaya çıkmış olur. Doğru söylemek vücut âlemindendir, yalan söylemek ise ademî bir fiil.
Görmek vücut âlemindendir, körlük ise adem. Birisini kör eden insan, adem âlemleri hesabına çalışmış demektir.

Bir insan tevhid hakikatini kabul etmekle ortaya müspet bir inanç koymuş olur. Ama şirk ademdir. Allah’ın şeriki olmadığından ona koşulan şirk de adem âleminden çıkamaz. şu var ki, hakikati olmayan bu yanlış inanca birtakım kimseler sahip çıkabilirler. O müşriklerin vücudu vardır, ama “şirkin vücudu” yoktur.

4

14.08.2006, 15:33

Adem-i tahayyüz ve adem-i tecezzi
Tahayyüz; “bir mekânda bulunmak, yer tutmak.”, adem-i tahayyüz ise "bir mekânda bulunmamak” demektir.



Tecezzi; “bölünmek, parçalara ayrılmak,” adem-i tecezzi de “bölünmemek, parçalara ayrılmamak” demek olur.



Mekân ve bölünme kelimelerini işittiğimizde fikrimiz ve hayalimiz hemen madde âlemine yönelir. Zira, bunlar ancak madde için söz konusudurlar.



Birisinin ameliyat olduğunu duysak, hangi organından ameliyata alındığını sorarız; ruhu aklımıza bile gelmez. Çünkü çok iyi biliriz ki, ruh bölünmez, parçalanmaz ve bedenin herhangi bir yerinde mekân tutmaz.



Kesif olan insan bedeninde vazife gören o latîf ruh için, mekân ve bölünme düşünülmeyince, melekler âlemi için de bu kavramların geçerli olmayacağı kesinlikle bilinir.



ıman da nur sınıfına girer. Ve bu nur, insanın bedeninde değil, manevî kalbinde yerleşir. Her nuranî varlık gibi o da tecezzi kabul etmez, yani parçalara ayrılmaz.



Okuduğumuz surelerin sevapları da öyledir. Onlar da nur gurubuna girerler ve binlerce insana bağışladığımız bir Fatiha, her birinin ruhuna, bölünmeden intikal eder.



Allah’ın bir ismi Nur’dur, bütün isim ve sıfatları da nuranîdir. Latîf varlıklardaki nuraniyet ile Allah’ın Nur ismi arasında, asılla gölge arasındaki farktan çok daha ileri bir farklılık vardır.



Bütün nurlar, ilâhî isimlerin nurlarına göre kesif bir zılal, yani koyu ve katı bir gölge gibi kalıyor.



Allah’ın birer mahluku olan bütün nuranî varlıklarda geçerli bulunan “adem-i tahayyüz ve adem-i tecezzi,” yani bir mekânda bulunmama ve bölünüp parçalanmama gerçeği, O’nun bütün isimleri ve sıfatları için de geçerlidir. Bundandır ki, bu isim ve sıfatların mahlukatta tecelli etmeleri, onların bölünmeleri mânâsına gelmez. ılâhî sıfatların her biri her bir varlıkta icraat yaparlar, ancak bu faaliyet o mahlukun kabiliyeti kadar gerçekleşir:





“Madem Sani’-i Kadîr mekândan münezzehtir, elbette kudretiyle her mekânda hazır sayılır. Ve madem tecezzi ve inkısam yoktur; elbette her şeye karşı, bütün esmâsıyla müteveccih olabilir.” (Mektubat)





Allah, her şeyi ve her hadiseyi o sonsuz kudretiyle yaratır, ama kudretinin sonsuzluğu hiçbir şeyde tecelli etmez. Yapılan işlerin az veya çok olmasında bu kudretin bölünmesi, parçalanması söz konusu olmaz.



Bir çiçek de o sonsuz kudretle yaratılır, bir yıldız da. Yani, çiçeğe az, yıldıza çok kudret sarf edilmesi söz konusu değildir, zira bu bir tecezzi olur ve ilâhî kudret tecezziden münezzehtir. Ancak kudretin çiçekteki tecellisiyle yıldızdaki tecellisi bir değildir.



“Adem-i tecezzi” cihetiyle, Allah her şeyi aynı sonsuz ve mutlak sıfatlarla yarattığı ve terbiye ettiği içindir ki, O’nun icraatlarında az ile çoğun, fert ile nev’in, atomla güneş sisteminin farkı yoktur. Bu kolaylığın bir diğer sebebi de adem-i tahayyüz, yani Allah’ın mekândan münezzeh olması, dolayısıyla da her mekânda, sıfatlarıyla hazır bulunmasıdır.



Mekânla kayıtlı olan insanoğlu, kendisini ve çevresindeki diğer varlıkları ölçü alarak, mekândan münezzeh olan Allah’ın icraatını anlamaya kalkıştığında iki yoldan birine girmeye mecbur kalacaktır:



Birisi, “hayret” yoludur ki bu yol onu “tekbir”e götürür. Diğeri ise, kendi sınırlı aklına sığmayan hakikatleri inkâr etmektir; bu yol, ebedî azap beldesine çıkar.

5

17.08.2006, 13:46

Âlem-i berzah
Alem-i berzah, bu dünya ile âhiret âlemi arasındaki geçiş âlemidir, köprüdür. Mü’min için dünyadan güzel, kâfir için de Cehennemden ehvendir.

Bu âleme kabir âlemi de diyoruz. Ruhlar haşre kadar bu âlemde kalıyorlar.

Resulûllah Efendimiz (asm.) kabri, cennet bahçelerinden bir bahçe, yahut cehennem çukurlarından bin çukur olarak tasvir ediyor.

Bu alem, mü’min için dünyadan cennet’e köprü, imanla göçen ruhlar o âlemde Cennet bahçelerini seyrediyorlar.

Küfür ehli için ise cehennem azabının ilk numunelerinin tadıldığı azap karakolu. Bu azap dünya azabından daha şiddetli, ama cehennem azabından daha hafif. Bu yönüyle kabir küfür ehli için dünyadan cehenneme köprü.

Bu alemin küçük bir numunesi rüya olayıdır.

6

17.08.2006, 13:47

Ahlâk-i ılâhiye
Ahlâk-i ilâhiye denilince, ılahi Ferman olan Kur’an’ın tarif ettiği ve insanlara öğüt verdiği ahlâkı anlamak gerekiyor.

Ahlâk, “hulk” kelimesinin çoğuludur; huy, tabiat, mizaç, seciye gibi mânâlara gelir. ınsanın fıtratıyla, yaratılışıyla yakın alâkası vardır.

şems Suresinde bazı mahlûkata kasem edilir, bunlardan birisi de nefistir. Yedinci ve sekizince âyetlerde, “nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene” kasem edilmektedir. Bu âyet-i kerime, “her çocuğun ıslâm fıtratı üzere doğduğunu” haber veren peygamber kelâmıyla birlikte düşünüldüğünde şöyle bir hakikat ortaya çıkar: Demek ki, insanın fıtratı iyice dikkate alınabilse güzel ahlâkın kaynağına da inilmiş olacaktır.

ınsanın bedeni ılâhî bir sanat olduğu gibi, istidadı ve tabiatı da Hakk’ın tanzim ve takdiriyledir; o da ılâhîdir.

Buna göre, lügat mânâsından hareketle, ılâhî ahlâk denilince insanın yaratılışında mevcut olan bu kabiliyetlerin yerli yerince kullanılması akla gelir. Ahlâksızlıkların tümünde fıtratın bozulması ve yanlış kullanılması söz konusudur.

Meselenin mühim bir yönü ise Allah'ın isimleriyle alakalıdır. Allah'ın isimleri, Üstadın nazara verdiği gibi, “kemalat-ı ılahiyenin ünvanlarıdır.” ınsan, şuuri bir şekilde bu isimlerin mazharı olmaya çalışmalıdır. Sözgelimi, Allah Hakîm'dir, insan da hikmetli hareket etmeli, abes şeylerden uzak kalmalıdır. Allah her işini sağlam, mükemmel yapar, insan da öyle olmaya gayret göstermelidir.

7

21.08.2006, 09:34

Risalet ve velâyet kavramlarını açıklar mısınız?
Velayet; iman, salih amel, takva ve güzel ahlakta yüksek mertebelere çıkmak, Allah’ın sevgili bir kulu olmak demektir. Buna göre, her peygamber aynı zamanda en büyük bir velidir. Yani, Allah’a en yakın, onu en çok seven kuldur.
Terim olarak, Risalet, Allah tarafından bir tavzif, velâyet Allah’a bir yükseliştir. Yani, Allah bazı insanları, insanlara resul olarak göndermiştir. Bu bir görevlendirmedir.

“Allah kime risalet görevini vereceğini en iyi bilendir”

ayetinin hükmünce, bu göreve en layık kişiler getirilir. (En’am, 124)
ılk insan Hz. Âdem, aynı zamanda ilk peygamberdir.
“Her ümmet için bir resul vardır”

(Yunus. 47) ayetinin belirttiği gibi, her kavme peygamber gönderilmiştir. Hz. Muhammed (a.s.m.), son peygamberdir (Ahzab, 40). Risaleti bütün insanlığa şümullüdür.
Risalet, Peygamberimizle noktalanmıştır. Fakat velayet devam etmektedir.
Hiçbir veli, nebi mertebesine ulaşamaz.
Velayet, risaletin bir delilidir. Risaletin tebliğ ettiği iman hakikatlarını velayet bir nevi kalbî müşahede ve ruhanî zevk ile, aynelyakîn derecesinde görür, tasdîk eder.
Resullere risaletlerine delil olarak mucizeler verildiği gibi, velilere de kerâmet verilmiştir Keramet, Allah’ın veli kullarında görülen harikulade hallerdir. Mesela, gönüllerden geçeni bilmek, tayy-ı mekan etmek gibi.
Velayet için mutlaka keramet şart değildir. Bütün evliyalardan daha üst mertebede yer alan sahabilerde kerametin fazla görülmemiş olması bunu ispat eder. Asr ı saadeti anlatan kitaplarda zikredilen kerametlerin sayısı, üç-beş tanedir. Bunlardan en meşhuru, Hz. Ömer’in hilafeti döneminde Medine’de bir gün hutbede iken “Ya Sariye! Dağa, dağa!” diye bağırmasıdır. Sariye, Hz. Ömer’in komutanıdır. O esnada ıran’da Mecusilere karşı savaşmaktadır. Hz. Ömer’in sesini duyar. Ordunun sırtını dağa yaslar ve galip gelir.
Allah’ın veli kulları her devirde olmuşlardır ve kıyamete kadar da olmaya devam edeceklerdir.
“Veli, görüldüğünde Allah hatıra gelen kimsedir.”
Böyle insanlar,
“Dikkat edin! Allah’ın evliyası için ne bir korku vardır. Ne de onlar üzülürler”

(Yunus 62) ayetinin mazharıdırlar. ıç alemleri çalkantılardan uzaktır. Huzur ve itminana ermişlerdir. Onları görmek, insana huzur verir, mukaddes şeyleri hatırlatır.

8

22.08.2006, 16:02

BERZAH

“Ara âlem.” “Perde.”
“ıki şey arasındaki engel.”
“Kabir hayatı.”



Ölümden sonra ruhların kıyamete kadar kalacakları âleme alem-i berzah denilir.

Berzah, kelime mânâsıyla; “perde” demektir. Bu perdenin bir yüzü dünyaya bakar, diğeri âhirete.
Allah Resulünün (asm.) bildirmesiyle; “Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, yahut Cehennem çukurlarından bir çukurdur..” Dünya bağlarından güzel, cennet bahçelerinden geri, ikinci halde ise dünya azabından ileri, cehennem ateşinden geridir. Her iki halde de berzah alemi bir perdedir, bir geçit alemidir.
ınsan, rüya aleminde eski dostlarıyla görüşür. Ölüm olayıyla, yani ruhun bedenden ayrılmasıyla bu görüşme çok daha ileri seviyede gerçekleşir. Ölüm, insanın berzah alemine doğumudur. O halde, berzah, ölümle diriliş arasındaki perde âlemdir. Bu âlem, her mekâna ve zamana eşit mesafededir. ınsan, dünyanın hangi bölgesinde ölürse ölsün, gözünü o âlemde açar.

Berzah kelimesi Kur'an-ı Kerîm'de üç yerde geçer.

"ıki denizi kavuşmaları için salıvermiştir. (Böyle iken) aralarında bir perde (berzah) vardır, karışmazlar. "(Rahman, 19-20) (Furkan, 53).

"Nihayet onlara ölüm gelip çatınca tekrar tekrar şöyle diyecekler: ‘Rabbım beni dünyaya geri gönder, tâ ki ben zâyi ettiğim ömrüm mukabilinde iyi amel ve harekette bulunayım.’ Hayır onun söylediği bu söz, boş bir laftan ibarettir. Önlerinde ise diriltilip kaldırılacakları güne kadar (dönmelerine mani) bir engel (berzah) vardır. " (Mü'minun, 100).

Bu ayetten anlaşıldığı üzere ruhlar ölmemekte; cesedin ölümünden sonra berzah denilen bir âlemde yaşamaktadırlar.

Berzah âlemine bir yönüyle “kabir âlemi” denilebilirse de aralarında şöyle bir fark vardır: Kabir, cesedin bırakıldığı yer iken, berzah ruhun gönderildiği âlemdir. Bizler, berzaha göçmüş insanları kendi âlemlerinde ziyaret edemediğimizden buna alamet olmak üzere kabirlerinde ziyaret etmekteyiz. Yoksa vefat edenin ruhu o kabirde değildir.

9

22.08.2006, 16:14

Allah razı olsun

Selametle

10

28.08.2006, 14:34

ıhsan-ı ilahiden fazla ihsan, ihsan değildir.” ne demektir?
Allah’ın verdiğinden daha fazlasını vermeye çalışmak boşunadır. Mesela insana bir burun daha ilave etmeğe çalışmak veya hayvanlara akıl verilse daha iyi olacağını düşünmek abesle iştiğaldir, tenasüp ve dengeyi bozmaktır.
Benzeri bir şekilde dinin hükümlerinde Allah’ın koyduğu sınırlarda durmak lazımdır. "şu helal, bu haram" şeklinde hüküm verme yetkisi insanlara bırakılmamıştır.
Durum böyleyken bazı insanlar Allah’ın koyduğu sınırlarda durmayıp kendi dar ölçüleriyle hareket ederler, faraza mirasta kadına erkeğin yarı hissesi verilmişken tam hisse verirler, dinin mekruh kabul ettiğini haram derecesine çıkarırlar. Ayın bölünmesi mucizesi gibi bir olayı anlatırken sahih hadislere kanaat etmeyip abartılı anlatmayı tercih ederler.

Konun bir yönü de şudur: Cenab-ı Hakkın insanlara ihsan ettiği manevi makamları olduğu gibi kabul etmek, üzerine kendi hayalimizden yahut hevesimizden yeni makamlar eklememek gerekir. Eklenirse ihsan-ı ılahiden fazla ihsan yoluna girilmiş olur. Mesela, bir kişi salih bir mümin ise onu öylece bilmek ve sevmek gerekir; bununla yetinmeyip kendisine asrın kutbu, müceddidi gibi rütbeler ilave itmeğe gerek yoktur. Keza, Hazreti ısa’yı (as.) dört büyük kitaptan birinin kendisine inzal oluğu büyük bir peygamber olarak tanımak ihsan-ı ılahiye uygun bir inançtır. Ona ibnullah (Allah’ın oğlu) demek, ihsan değildir.

11

28.08.2006, 14:46

Tezahür ve Tecelli
Prof. Dr. Alaaddin Başar


Tezahür ve Tecelli

ALAADDıN BAşAR



TEZAHÜR

"Açığa çıkmak. Görünmek."

TECELLı

"Görünme. Bilinme."

"Gaybî hakikatlerin kalplerde hissedilir hâle gelmesi."

CıLVE

"Tecelliden hasıl olan şey." "Tecelli."


Tezahür ve tecelli kelimeleri, çoğu zaman aynı mânâda kullanılırlar. Tezahür, "zahir olmak, açığa çıkmak, görünmek" gibi mânâlara gelir. Tezahürde, gizli olan bir hakikatin açığa çıkması sözkonusudur. Tezahürün gerçekleştiği mekâna ‘mazhar’ denilir.

Tecelli ise "gaybî hakikatlerin kalplerde hissedilir hâle gelmesi," şeklinde tarif edilir ve kalpteki bu tecelliye ‘cilve’ adı verilir. Cilve için, "ârifin gönlünde parlayan ilâhî nur" denilmiştir.

ınsan kalbi gibi, âlemdeki her varlık da, kendi kabiliyetine göre, ilâhî isimlerden birinin veya birkaçının tecelli mahallidir.

Yakın mânâlar taşıyan ve çoğu kez birbirinin yerine kullanılan bu iki kelime arasındaki ince farkı bir derece ortaya koymak için Nur Külliyatından bir misal verelim:


"Güneşin bekası onunla değil; belki âyinenin hayatdar parlamasının bekası, güneşin cilvesine tâbidir." (Mesnevî-i Nuriye, 176)


Bu cümlede güneşin aynadaki aksine cilve denilmiştir. Yani güneş, aynada tecelli etmiş ve onda güneşin nurundan bir cilve meydana gelmiştir. Bu aksin de kendine göre bir parlaklığı, bir ısısı vardır. Yani güneşin özelliklerinden bir cilveye sahip kılınmış, o da parlamış, o da hararet saçmaya başlamıştır. Öte yandan, meselâ, bir ilmî makalede âlimin gizli olan, görünmeyen ilmi zahire çıkmış, bilinmiştir. Böylece o yazı, müellifin ilmine, bir bakıma, mazhar olmuştur. Ama o yazının kendisinde, yani harflerinde, mürekkebinde ilimden bir cilve bulunmaz. Bu yazıda ilmin görünmesi, aynada güneşin görünmesinden çok farklıdır. Bu bir tezahürdür, güneşinki ise bir tecelli, bir cilve.

Yine Nur Külliyatında şöyle bir ifade geçer:


"...bir cilve-i kudret-i Rabbaniye olan kuvvet."


Burada, tabiattaki kuvvetlerin ilâhî kudretten bir cilve taşıdıklarına işaret edilir; aynadaki parıltının güneş ışığından bir cilve taşıması gibi.

Tecelli kelimesi, daha çok kalb için kullanılır. ılâhî isimlerin ve sıfatların tecellisi en açık bir şekilde insan ruhunda, insan kalbinde görülür. Kâinattaki tecelliler, ona nispetle çok aşağı mertebede kalırlar.

Meselâ, insan ruhunda bir irade sıfatı vardır, işte bu sıfat, ilâhî iradenin bir tecellisidir. Her ne kadar bu irade mahluk ise de ve ilâhî iradeyle hiçbir benzerliği bulunmasa da, "bir şeyi dileme kabiliyetine sahip olması" cihetiyle ilâhî iradeden bir cilve taşır.

Aynı şekilde, insan ruhundaki kudret sıfatı, ilâhî kudretin; ilim sıfatı, ilâhî iradenin; görme ve işitme sıfatları da ilâhî görme ve işitmenin birer cilvesine sahip olmuşlardır.

Bu tecellileri müstakil olarak değerlendirdiğimizde, yani onları da bir çiçek, bir yıldız gibi birer mahluk olarak düşündüğümüzde, Allah’ın ilâhî sıfatları o tecellilerde kendini göstermiş, bu cihetle o tecelliler aynı zamanda ‘tezahür’ olmuşlardır.

Bu misalden de anlaşılacağı gibi tecelli ve tezahür arasında çok yakın ilgi vardır. Ama aralarında böyle bir ince fark da bulunmaktadır.

12

29.08.2006, 13:46

Ziya ve Nur
Prof. Dr. Alaaddin Başar


“Sual ve cevap, dai ve sebep

ikisi de Hak’tandır.”

— Sözler




GÖZ VEGÜNEş, kulak ve ses, akciğer ve hava, balık ve deniz ve daha da artırabileceğimiz nice ikililerle etrafımız adeta kuşatılmış. Bunlardan birinciler sual, ikinciler cevaptır. ıkisi de Hak’tandır. Yani, Güneş kimin ise göz de O’nundur. Kulağı yaratan ancak sesi yaratan olabilir.

Bunun çok önemli iki misali de ruh dünyamızda mevcut.

Kalp ve akıl ikisi de birer sual. Kalbin en önemli görevi inanmaktır. Bu manevî gözün ziyası ise hak dindir. Kalp ancak böylece gerçek imana erer. Akıl ise anlama aletidir. Kâinattaki mânâları ve hikmetleri keşfetmeye çalışmak aklın görevidir. Bu yönüyle bütün fen ilimleri aklın gıdasıdır. Ama bu akıl, bu kâinat kitabına, bu sonsuz mânâları kimin yerleştirdiğini bilmek istediğinde kalbin ziyasına muhtaç olur. Ona ancak dinî ilimlerle aydınlanmış bir kalp öncülük edebilir, yol gösterebilir.

‘Ziya-yı kalb’ ve ‘nur-u fikir’den kastedilen manalar şu cümlelerle açıkça ortaya konuluyor:


“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. ıkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder.” (Münazarat)


Burada vicdan kalp yerine kullanılmıştır.

“Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver” cümlesiyle “Vicdanın ziyası ulûm-u diniyyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir” cümlelerinin ortak bir yanı dikkatimizi çeker; her ikisinde de kalp ve vicdan için ziya, akıl için nur kelimeleri kullanılmıştır. Bu tespit bir âyeti kerimeye dayanmaktadır.


“O, Güneşi bir ziya, Kameri bir nur kılandır.” (Yunus, 5)


Bu âyetin tefsirinde Güneş’in ziya, Ay’ın ise nur kılınması bir çok yönden ele alınmış ve konuya değişik yorumlar getirilmiştir. Büyük Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır bunları sıraladıktan sonra şu noktaya dikkatimizi çeker:


“Bir de denilmiştir ki, ziya bizzat olana (ışığı kendinden olana), nur bil’araz (başkasının ışık vermesiyle) olana ıtlak edilir. şu halde burada Ay nurunun, Güneş dolayısıyla verildiğini iş’ar vardır. (Hak Dini Kur’an Dili, 4 – 2673)


Kalb, ışârât-ü’l ı’caz adlı eserde şöyle tarif edilir:


“Kalbden maksad; sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak bir latife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma’kes-i efkârı, dimağdır.” ( ışârât-ü’l ı’caz)


Demek oluyor ki, ruhta esas olan kalptir. Hissiyat da ona bağlıdır, akıl da. şu var ki, kalbin his yönü vicdan ile icra edilmektedir, anlama yönü ise dimağla, yani akılla.

Kalp imanla aydınlanınca akla da ışık saçar, onu da aydınlatır; ona rehberlik eder. Neyin doğru, neyin yanlış, neyin helâl neyin haram olduğuna karar verme gücüne sahip olmayan akıl, imanlı bir kalbin rehberliğinde bütün bu soruların cevaplarını bulur. Kendisinin anlama aleti olduğunu bilir ve bunu iyi değerlendirir. Allah’ın razı olduğu işlerin, hâllerin, hareketlerin ne olduğunu anlar. Dünya işlerini helâl dairesinde ve meşruiyet çizgisinde görmek için çabalar. Kâinat hakkında fennî araştırmalar yaparken de Allah’ın harika bir eserini incelediğinin şuurunda olur. Böylece bir yandan aklı, fikri, bilgisi inkişaf ederken, ötede kalbi feyizden feyze koşar.

Aksi halde;


“O nur ile bu ziya mezcolmazsa zulmettir, zulüm ve cehli fışkırır.”


Kalbin vazife görmemesi zulüm, aklın fen ilimlerinden geri kalması ise cehalet olarak tespit edilmiş. Her ikisi birlikte zulmettir, karanlıktır. Birisi iman hakikatlerinden mahrumiyet zulmeti, diğeri ise Allah’ın bir eseri olan bu kâinatı anlamama yahut yanlış değerlendirme zulmeti.

Bu hale göre aklı kalpten ayırdınız mı, Ay’ı Güneşsiz bırakmış olursunuz. Kalbin ziyası olan imanla aydınlanmayan bir akıl, ne yapacağına, hangi yoldan gideceğine kendi başına karar verecektir. Bu ise başlı başına bir karanlıktır. Kendi hayat felsefelerini kendi akıllarıyla, daha doğrusu kendi nefisleriyle çizen insanlar egoist, kibirli, menfaatperest birer problem tip olmaktan kurtulamamış ve şairin “Ne kendi etti rahat, ne âleme verdi huzur” dediği türden bir huzursuzluk kaynağı olmuşlardır.

•••

Nur Müellifi Bediüzzaman Hazretlerinin tâ gençlik yıllarında ortaya koyduğu ve şarkın âlimlerinden başlayarak padişaha kadar ulaştırdığı bir idealini bu ifadelerde de yakalamak mümkün. O ideal, kısaca, Medresetü’z-Zehra namını verdiği bir ‘darü’l-fünun’ açma ve bu üniversitede, dinî ilimlerle fen ilimlerinin birlikte okunmasını sağlamaktı.

Bu ideali Nur Külliyatının birçok bahsinde görebiliyoruz. Bunlardan sadece birisini kısaca değinmek isterim. Nur Müellifi Kur’ân-ı Kerimi kelâm sıfatından, bu kâinatı ise irade ve kudret sıfatlarından gelmiş birer kitap olarak değerlendirir. Kur’ân’daki kanunlar gibi, kâinattaki kanunların da ilâhî olduğuna dikkat çeker. Ve insanın her iki kitabı da iyi okuması, her ikisindeki kanunlara da riayet etmesi gerektiğini öğütler. Bu ders ile yazımıza konu olan vecizeyi birlikte değerlendirdiğimizde, kalbin ziyasının Kur’ân hakikatleri, aklın nurunun ise kâinat kitabıyla ilgili ilimler olduğu anlaşılır.



alaaddinbasar@zaferdergisi.com

13

30.08.2006, 12:01

Cüz ile cüzî, Küll ile küllî

“Bir küll ne şeye muhtaç ise, cüz’ü de o şeye muhtaçtır.”

Mesnevî-i Nuriye




“şu kâinatta, şu görünen tasarrufat ve ef’âl ile hükmeden Sâni’-i Kadîr’in kudretine nisbeten, en büyük küll en küçük cüz’ kadar kolay gelir. Efratça kesretli bir küllînin icadı, bir tek cüz’înin icadı kadar sühuletlidir. Ve en âdi bir cüz’îde, en yüksek bir kıymet-i sanat gösterilebilir.”

Sözler



Cüz, “kısım, parça”, küll ise, “tüm, bütün” demektir. ınsan bedeni bir küll, bir bütündür. Her bir organ ise o bedenin bir cüzü, bir parçası. Arz küresinin tümünü bir küll olarak değerlendirdiğimizde, dağlar, ovalar, denizler o küllün cüzleri olurlar. Güneş sistemimiz bir küll, her bir gezegen ise o küll’den bir cüzdür. Ve nihayet, insan-ı ekber denilen kâinat da bir küll; onu teşkil eden her sistem, her yıldız, her gezegen, her atom, her molekül o büyük insanın organları, hücreleri gibi.

Nur Külliyatında, “bir küll ne şeye muhtaçsa cüzü de o şeye muhtaçtır” buyrulur. Bir elin vazife görmesi için bütün bir bedenin ahenk içinde çalışması gerekiyor. Bedenin çalışması da kâinattaki bütün sistemlerin nizamına bağlı. Demek ki, bir parmak neye muhtaçsa bütün bir beden de o şeye muhtaç. Ve kâinatta kim tasarruf ediyorsa, parmağımızın hareketini yaratan da ancak O.

Ağacın tümü için olduğu gibi, bir tek yaprak için de baharın gelmesi, dünyanın dönmesi, yağmurun yağması, güneşin doğması gerek. Bütün bir âlemin mâliki kim ise, ağacın da, yaprağın da sahibi O. Yoksa, yaprağı ağaç yapıyor değil.

Cüzî ve küllî kelimelerine gelince, sözlük manalarıyla, küllî, ‘bütüne ait, külle mensup’; cüzî ise ‘parçaya ait, parçaya mensup’ demek oluyor. Istılahta ise durum oldukça farklıdır.

Seyyid şerif Cürcânî’nin Tarifat adlı eserinde, “küllî”, ‘tasavvuru ortaklık vukuunu men etmeyen şey’, “cüzî” ise ‘tasavvuru ortaklık vukuunu men eden şey’ olarak tarif edilmiş ve küllî için “insan”, cüzî için ise “Zeyd” misâl verilmiştir.

Zeyd ismi ülkemizde kullanılmadığı için onun yerine Hasan diyerek bu tarifleri şöyle açıklayabiliriz:

ınsan denildiği zaman bütün bir insanlık âlemi hatıra gelir. Bu topluluktan birisine insan denilmesi diğerine de denilmesine mâni değil. Yani bu küllî mânâ, ortaklığı men etmez. Ama cüzî, ortaklığı men eder; ismi Hasan olan birisine Osman diyemezsiniz. Hasan da Osman da ortaklığı kabul etmeyen müstakil isimlerdir.

şu cümle dikkatle incelendiğinde küllînin ıstılah mânâsı çok daha iyi anlaşılıyor:


“şu kâinatta, şu görünen tasarrufat ve ef’âl ile hükmeden Sâni’-i Kadîr’in kudretine nisbeten, en büyük küll en küçük cüz’ kadar kolay gelir. Efratça kesretli bir küllînin icadı, bir tek cüz’înin icadı kadar sühuletlidir. Ve en âdi bir cüz’îde, en yüksek bir kıymet-i san’at gösterilebilir.” (Sözler)


En büyük küll olarak bütün bir kâinatı, en küçük cüz olarak ise bir atomu alabiliriz. ıkisinin yaratılışı arasında ılâhî kudret için bir kolaylık, yahut zorluk söz konusu değil.

“Efratça kesretli bir küllî,” ifadesi üzerinde önemle durmak gerekiyor. Demek ki, küllînin fertleri var. Küllün ise fertleri değil parçaları, kısımları vardır.

ınsan dediğimiz zaman bütün insanları içine alan küllî bir mânâ hatıra gelir. Her bir insan bu küllînin bir ferdidir. Bu ifadeye göre bütün insanların yaratılmasıyla bir insanın yaratılması arasında fark olmadığı anlaşılır. Nitekim Kur’an şöyle der:


“Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir.” (Lokman Suresi, 28)


Aynı mânâyı diğer küllî ve cüzîlere de tatbik edebiliriz. Bütün çiçeklerle bir çiçeğin, bütün yıldızlarla bir yıldızın, bütün atomlarla bir atomun yaratılışı arasında fark yok.

Küllî, bir cins, bir topluluk, bir şahs-ı manevî; cüzî ise o küllînin bir ferdidir. Küllî ile cüzî aynı isimle anılırlar, ama küll ile cüze aynı isim verilmez. ınsan küllî bir mânâ, bir tek insana da insan diyoruz. Ama tek bir insanı bir küll olarak düşündüğümüzde onun, meselâ, koluna insan diyemiyoruz; bir ağacın yaprağına yahut dalına ağaç diyemediğimiz gibi.

Bir küllün parçaları yahut küllînin fertleri ayrı ılâhlara isnat edilemez. Parçayı kim yaratmışsa bütünü de o yaratmıştır; fert kimin mahlûku ise nevi de onun mahlûkudur.

Nur Külliyatının bazı cümlelerinde küllî ile küllün, yahut cüzî ile cüz’ün birlikte kullanıldığını görürüz. ılk bakışta aralarında bir fark yok gibi gelir. Ama kanaatimizce bunları tariflerine uygun olarak değerlendirdiğimizde bazı farkların mevcut olduğu anlaşılır.

Bir misâl:


“Evet ey insan! Sen, nebatî cismaniyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibarîyle; sağir bir cüz, hakir bir cüz’î, fakir bir mahlûk, zaîf bir hayvansın ki; bütün dehşetli mevcudat-ı seyyalenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun." (Sözler)



Bu cümlede insan için hem cüz, hem cüz’î denildiğini görüyoruz. “Sağir bir cüz” ifadesinde, bütün kâinat bir tek varlık olarak düşünülüyor ve insan bedeni bu âlemden bir cüz oluyor. “Hakir bir cüz’î” ifadesinde ise, bütün insanlar yahut bütün canlılar âlemi (küllî) içinde insan küçük bir fert (cüz’î) olarak kalıyor.

çok dikkatli okunmalı çünkü çok geçiyor risalei nurda selam

14

05.09.2006, 11:08

şuunat-ı ılahiye ne demektir? Açıklar mısınız?
Allah’ın zâtı mukaddes olduğu gibi, şuunatı da mukaddes. Yâni, beşer aklı bu hususta ne düşünse, ne tahmin etse, ne hayaller kursa Allah’ın zâtı ve şuunatı bunların hiçbirine benzemez; hepsine benzemekten münezzehtir.

şuunat, şe’nin çoğulu. şe’n için türkçemizde tam bir karşılık bulamıyoruz. En yakın mânâ olarak “şan, hal, tavır, kabiliyet” deniliyor.

Hâlık (yaratıcı) Allah’ın bir ismidir. Hâlıkıyet ise şe’nidir. Yâni, yaratıcı olmak Allah’ın şânındandır. Bu hâlıkıyetini icra etmek diledi mi bu dilemeği, yâni bu iradeyi, ilim, kudret gibi sıfatlar takib ediyor ve halk (yaratma) fiili icra ediliyor. Böylece yaratılan o mahlûkta Hâlık ismi tecelli ediyor.

Rab da Cenâb-ı Hakk’ın bir başka ismi. Rab, yâni terbiye edici. Rububiyet (terbiye edici olmak) ise Allah’ın bir şe’ni.

Bütün ılâhî isimler böylece düşünüldüğünde herbirinin şuunât-ı ilâhiyyeden bir şe’n’e dayandığı anlaşılır.

Sevmek, lezzet almak, hoşlanmak insan için birer şe’n.dir. Allah da mahlûkatını sever ama, bizim bir eserimizi sevmemiz gibi değil. ışte bu ılâhî muhabbeti, mahlûkatın sevgilerinden ayırmak için “mukaddes” kelimesi kullanılır. Allah da kulunun ibadetinden memnun olur. Ama, bu memnuniyet bir padişahın kendisine itaat eden bir askerinden memnuniyeti cinsinden değildir. ışte bunu zihinlere yerleştirmek için “memnuniyet-i mukaddese” tabiri kullanılıyor. Bunlar da şuunat-ı ılahiyedendirler.

Allah’ın bütün mahlûkatının ihtiyaçlarını görmekte bir lezzet-i mukaddesesi vardır. Ama bu lezzet, bizim bir fakiri giydirmekten yahut doyurmaktan aldığımız lezzet gibi değildir.

“Her bir faaliyette bir lezzet nev’i vardır” hakikatından hareket ederek kâinata nazar ettiğimizde, Cenâb-ı Hakk’ın herbir fiilini icra etmekte, herbir ismini tecelli ettirmekte bir lezzet-i mukaddesesi olduğu aklımıza görünür. Bu lezzetin keyfiyetini ise akıl idrak edemez. Zira, akıl ancak mahlûkat sahasında düşünebilir.

15

06.09.2006, 16:36

Devir ve Teselsül kelimelerinin açıklaması


Devir, “dönme ve aktarma” gibi mânâlara gelir. Teselsül ise “birbirine bağlı olma, bir silsile meydana getirme,” demektir. Bu kelimeler, kelâm ilminde, Allah’ın varlığını ispat için başvurulan iki ayrı metodun isimleridir.

Devirde, bir şeyin bir başka şeyi yapması, o yapılan şeyin de dönüp kendisini yapan şeyi yapması söz konusu edilir. Kelâm âlimleri bunun muhal olduğunu izah ve ispat etmişlerdir.

Teselsülde ise bir şey silsile hâlinde tâ ilk atasına kadar götürülür ve o ilk atanın mutlaka bir yaratıcısı olması gerektiği ve onu yaratan kim ise bütün torunların da yine O’nun mahluku olacakları ifade edilir.

Bu konu meşhur “yumurta ve tavuk misâli” ile güzelce açıklanır. Biz de aynı misâl ile her iki meseleyi açıklamaya çalışalım.

Meselâ: “Yumurtayı kim yaptı?” diye sorulduğunda, farazî olarak, “tavuk” diye cevap veriliyor. Peki tavuğu kim yaptı diye sorulduğunda onu da yumurta yaptı, zira tavuk yumurtadan çıkıyor deniliyor. Buna göre, tavuğu devreden çıkardığınızda yumurta yumurtayı yapmış oluyor. Bu ise bir şeyin kendi kendini yapması demek olur. Bu muhâldir ve mânasızdır.

Aynı şey tavuk için de söylenebilir. Yumurtalar devre dışı bırakıldığında tavuk tavuğu yapmış oluyor.

Teselsülde ise, “tavuğu kim yaptı?” denildiğinde, yine farazî olarak, bu işi yumurtanın yaptığı söylenir. Sonra, “yumurtayı kim yaptı?” denildiğinde, onu da önceki tavuğun yaptığı ifade edilir. O tavuğu bir önceki yumurtanın, onu da daha önceki tavuğun yaptığı farz edilerek, böylece bir silsile hâlinde tâ ilk tavuğa yahut ilk yumurtaya kadar varılır. Mahlukat, ezelî olmadığına göre, bu iş sonsuza kadar uzayamaz; bir noktada durulacaktır. ışte o noktada, bir yaratıcının varlığını kabul etmek vacip olur.

Üstad Hazretleri, kelâm âlimlerinin takip ettikleri bu yolların, doğru olmakla birlikte, çok uzun olduğuna, bazı arızalarla yolda kalma tehlikesinin söz konusu olabileceğine işaret ederek şöyle buyurur:



“...Mümkinat, birbirini icad edip teselsül edemez. Yahut o onu, o da onu icad edip devir suretinde dahi olamaz. Öyle ise bir Vâcib-ül Vücud vardır ki, bunları icad ediyor. ...

“....Esbab, teselsülün berahini ile âlemin nihayetinde kesilmesinden ise, her şeyde Hâlık-ı Külli şey’e has sikkeyi göstermek daha kat’î, daha kolaydır.” (Sözler)



Bu yol, hiçbir varlığın yaratılışını ne devir, ne de teselsül yoluyla bir başka varlığa vermez; “Her şeyi yaratan ve terbiye eden ancak Allah’tır” der. Meyveyi kim yarattı denildiğinde cevap, “Allah yarattı,” şeklinde gelir. Ve ağacın meyve yapamayacağı, onun ancak bir sebep olduğu nazara verilir.

Bilindiği gibi, bir şeyin var edilmesinde ilk şart, iradedir. ılim ve kudret yerinde olsa bile, irade edilmedikçe bir şey ortaya çıkmaz. Ağacın, meyve vermeyi irade edemeyeceği açıktır. O hâlde o meyveler ağacın malı değildir, ağacın meyve vermesini irade eden ve onu “bir meyve fabrikası” olarak terbiye eden ancak Allah’tır. Nitekim, biz de başımızdaki saçların teşekkülüne sahip çıkmıyor ve “saçım uzamış” demekle bunu çok güzel ifade etmiş oluyoruz.

ıradeyi kudret takip eder ve kudretin bu icraatı, başta ilim ve hikmet olmak üzere, nice ilâhî hakikatlerle desteklenir. Meyveyi yapan, öncelikle meyve yapmayı bilecektir, sonra insanları ve onların meyveye olan ihtiyaçlarını bilecektir, insanlara merhamet edecektir. Bütün bunların kuru bir ağaca isnat edilmesi mümkün olmadığından, ne devir, ne de teselsül yoluna girmeksizin doğrudan doğruya meyveyi Allah’ın yaptığı, yarattığı söylenir.

Misâlimize dönecek olursak, “Yumurtayı kim yarattı?” sorusunun da, “Tavuğu kim yarattı?” sorusunun da cevabı aynıdır: Allah.

Tavuğun iç âleminde, mükemmel bir fabrika çalıştırılmış ve bu ilâhî tezgâhta yumurta dokunmuştur. Öte yandan tavuğun bütün plân ve programı o yumurtaya yerleştirilmiş ve belli bir ısı seviyesi ve yine belli bir zaman sebep kılınarak ondan tavuk yaratılmıştır. Bu kudret mucizesinin yaratılışı, ne o yumurtaya, ne de sözünü ettiğimiz ısıya ve zamana verilebilir.

16

11.09.2006, 17:48

Hamd ve şükür aynı şey midir?
ışaratul - ı'cazda şöyle geçer:



"Hamdin en meşhur manası, sıfât-ı kemaliyeyi izhar etmektir. şöyle ki: Cenab-ı Hak insanı kâinata câmi' bir nüsha ve onsekiz bin âlemi hâvi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve esma-i hüsnadan herbirisinin tecelligâhı olan herbir âlemden bir örnek, bir nümune, insanın cevherinde vedîa bırakmıştır. Eğer insan maddî ve manevî herbir uzvunu Allah'ın emrettiği yere sarfetmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfîyi îfa ve şeriata imtisal ederse, insanın cevherinde vedîa bırakılan o örneklerin her birisi, kendi âlemine bir pencere olur. "



Hamdin anlatıldığı bu bölümde aynı zamanda şükrün hamdin bir alt şubesi olduğunu öğreniyoruz. Yani hamdin şümulü daha geniştir, şükrü de içine alır. şükür ye hamd arasında şöyle bir fark da dile getirilir: şükür insana ulaşan nimetlere yapılır, hamd ise insana ulaşsın ulaşmasın bütün nimetlere yapılır. Mesela, insan kendi rızkına bakarak Allah’a şükreder; bir milyonu aşkın hayvan türlerinin bütün fertlerini rızıklandırmanın Allah’a mahsus bir kemal olduğunu düşünmekle de hamd eder.
şükür, daha çok, nimete karşı yapılır. Hamd de ise medih manası daha hakimdir. “Hamdin en meşhur manası, sıfât-ı kemaliyeyi izhar etmektir." Mesela hamd ile ilgili şu ayetlere bakalım:

FATıHA:
2- Hamd o âlemlerin Rabbi,
3- O Rahmân ve Rahim,
4- O, din gününün maliki Allah’adır.
EN'AM:
1- Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a mahsustur. Böyleyken kâfirler hâlâ Rablerine başkalarını eşit sayıyorlar.
SEBE':
1- Hamd, o Allah'ındır ki göklerde ne var, yerde ne varsa hep O'nundur. Ahirette de hamd O'nundur. O hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır.
FATIR:
1- Hamd, gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler kılan Allah'a mahsustur. O, yaratmada dilediği kadar artırır. Gerçekten Allah her şeye kâdirdir.
Dikkat edilirse Allahu Teala ile ilgili bu ayetlerde nazara verilenler hep birer kemal sıfatıdır. Yaratmak, alemleri terbiye etmek, ahireti getirmek, melekleri elçi yapmak... gibi...

17

11.09.2006, 17:53

Hamd, hem övmek ve kemâl belirtmektir,
hem bu övgüyü yaparken Allah'a şükretmiş olmaktır, zira teşekkür etmek istediğimizi överiz (teşekkür ile şükr aynı köktendir)
hem de Allah'ın eksiklerden uzak olduğunu belirterek onu tesbih etmektir,

Melekler bakara suresinde, biz Seni hamd ile tesbih (bihamdi , yani hamd vesilesiyle, hamdederek) ederken, sen yeryüzünde kan döküp fitne çıkaracak birisini mi yaratacaksın? diyorlar.

Demek hamd, düşündüğümüzden de külli bir ibadet olabiliyor, Kur'an'ın fihristesi olan fatihadaki ilk ayet hem. (şafiilere göre 2., 1.si besmeledir)
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

18

11.09.2006, 17:56

kemali manada hamdi ancak Allah söyleyebilir.

mutlak hamd Allaha aittir.

biz ne kadar översek övelim ama tam manda Allah ancak kendisini övebilir.

19

11.09.2006, 18:04

Yok benim dediğim, Allah'ım sen mükemmelsin manasında, bunu idrak dereceleri var, muhakkak bizimkisi sınırlı, mahdut.

Yoksa Hz.Peygamberin ünlü duasının Arapçasını dahi ezberlemiştim manasını çok sevdiğimden:

لا احصى ثناء عليك انت كما اثنيت على نفسك

La uhsî senaen aleyk, ente kema esneyte ala nefsik,
Seni övmekle bitiremiyorum, Sen kendini övdüğün gibisin,
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

20

06.01.2007, 18:46

bismillah

Bu arada hâleti ruhiyeniz ne âlemde?
Sizinle bi fikrimi paylaşmak istedim..
Risale-i nurda en çok geçen 100 kelimeyi bularak onların manalarını hem siteye hem de daha farklı ortamlarda yayınlansa guzel bir hizmet olmuş olur kanaatindeyim..
bu tur istatistikleri tutmak mümkün mü?veya böyle bir program düşünülebilir mi? Bir fikriniz var mı?
yine bu ara Allah bize akrebiyyeti ilahiye mâni olan herşeyi feda ve kurban etmeyi nasib etsin, bayramımız hayırlara vesile ola!
vesselam
Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin!. şûra kuvvet bulsun!. Bütün levm ve itab ve nefret, heva ve hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet Hüda'ya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmîn... :sadbye:

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir