Risale-i Nurların
SÜNÜHAT VE ıLHAMEN
Yazılma Meselesi Üzerine
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
(Yanlış ve yersiz bazı tenkidlere cevabdır)
ÖNSÖZ
Mevzua girmeden önce bazı noktaları nazara almak gerekiyor. Sonra cevablar verilecektir. şöyle ki:
Çoklar tarafından biliniyor ki, bir asra yaklaşan bu son devrede, beyn-el milel ifsadatta bulunan nifak cereyanı herkesden daha çok, Bediüzzaman ve eserlerini ve hakiki şakirdlerini çürütmek ve faaliyetlerinin te’sirini kırmak için çok sinsi yollarla çalışmışlar ve çalışıyorlar. Hem bazı zaaf sahiblerini de çalıştırıyorlar. Bu menfi cereyanın hedefi, ıslam âlemini imha veya istila etmektir. Bu husus, Bediüzzaman Hazretlerinin Sözler Mecmuası adlı eserinde şöyle ifade edilir:
“.....masum müslümanların kanlarını sömüren ve servetleri tahaccür etmiş millet kanı olan, parazit, tufeylî ve aç gözlü canavar ve barbar
emperyalistleri, müstemlekecileri ve onların içimizdeki, sadece şahsî menfaat zebunu, zalim, hunhar, harîs ve müstebid
uşaklarını, hak ile yeksân edip izmihlal ve inhidam-ı mutlakla mağlub eden ve edecek yegâne çarenin Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın bu asırda bir mu'cize-i manevîsi olan
Risale-i Nur eserleri olduğunda, basiretli ıslâm mücahidleri ve âlimleri, icraat ve müşahedata müstenid, yakînî bir kanaat-ı kat'iyye ile müttefiktirler.” (Sözler:771)
Bediüzzaman Hazretleri bu azgın müfsidlere karşı dava arkadaşları ile beraber metanetle yürümüştür. Öyle ki, dünya tarihinde eşine rastlanmayan bini aşkın mahkeme, ve her türlü korkutma ve caydırma tecavüzleri bu mücahidleri geriletememiş, aksine Mektubat eserinde Hz. Üstadın naklettiği:
الَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ إِيمَانًا وَقَالُوا حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
(3:173) âyetinde
ifade edildiği gibi, bu manevî
soğuk harb denen korkutmalar karşısında, mücahidlerin manevî cihad şuuru ve şevkı ziyadeleşmiştir.
şimdi bu durum apaçık meydanda iken yine de Nurculuk faaliyetini tenkid etmenin kimlere yardım olacağının izahı gerekir mi?
Yoksa gözü kapalı olarak bu azgın cereyanın varlığını ve sinsi tecavüzlerini müslüman halka unutturup gaflete itmek mi isteniyor?
Halbuki,
şualar:726 da nakledilen: Kur’an
14:5.) Âyetinde
“ve zekkirhüm” ifadesinin asrımıza bakan işarî manası, yine bu âyette
“eyyamillah” tabir edilen azgınların zulûm devrelerinin unutturulmaması mı isteniyor. Evet, müslümanda gayret ve hamiyet-i diniyenin inkişaf ve devamı, bu sırra dayanmaktadır.
Bediüzzaman Hz., bu ve benzeri iddialara karşı, hizmet cemaatinin şevklerinin kırılmaması ve kuvvetlendirilmesi için yazdığı mektubunda cevaben diyor ki:
“Risale-i Nur'un hizmet-i imaniyesinde
bu zamanda binler tahribatçılara mukabil yüzbinler tamiratçı lâzımgelirken, hem benimle lâakall yüzer kâtib ve yardımcı bulunmak ihtiyaç varken, değil çekinmek ve temas etmemek, belki
millet ve ehl-i idare takdir ile ve teşvik ile yardım ve temas etmek zarurî iken ve o hizmet-i imaniye hayat-ı bâkiyeye baktığı için
hayat-ı fâniyenin meşgalelerine ve faidelerine tercih etmek, ehl-i imana vâcib iken, kendimi misal alarak derim ki:
Beni herşeyden ve temastan ve yardımcılardan men'etmek ile beraber aleyhimizde olanlar bütün kuvvetleriyle
arkadaşlarımın kuvve-i maneviyelerini kırmak ve benden ve Risale-i Nur'dan
soğutmak ve benim gibi ihtiyar, hasta, zaîf, garib, kimsesiz bir bîçareye, binler adamın göreceği vazifeyi (başına) yüklemek ve bu tecrid ve tazyiklerde maddî bir hastalık nev'inde insanlar ile temas ve ihtilattan çekilmeğe mecbur olmak, hem o derece tesirli bir tarzda
halkları ürküttürmek ki, en ziyade merbut görülen bazı dostların bana selâm vermemek, hattâ bazı namazı da terketmek derecesinde
ürkütmek ile
kuvve-i maneviyeyi kırmak cihetleriyle ve sebebleriyle, ihtiyarım haricinde bütün o manilere karşı
Risale-i Nur şakirdlerinin kuvve-i maneviyelerinin takviyesine medar ikramat-ı ılahiyeyi beyan ederek Risale-i Nur etrafında manevî bir tahşidat yaptırmak ve
Risale-i Nur kendi kendine, tek başıyla (başkalarına muhtaç olmayarak) bir ordu kadar kuvvetli olduğunu göstermek hikmetiyle bu çeşit şeyler bana yazdırılmış.
Yoksa hâşâ kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh etmek ve hodfüruşluk etmek ise; Risale-i Nur'un ehemmiyetli bir esası olan ihlas sırrını bozmaktır. ınşâallah Risale-i Nur kendi kendine, hem kendini müdafaa ettiği, hem kıymetini tam gösterdiği gibi, bizi de manen müdafaa edip kusurlarımızı afvettirmeğe vesile olacaktır.”
(Emirdağ Lahikası:51)
Yine aynı manadaki diğer bir mektubundan bir parça:
“Ben, senin içtihadında hatâ var diyenlere ve isbat edenlere teşekkür edip ruh u canla minnetdarım. Fakat,
şimdiye kadar o içtihadımı tamamiyle kanaatla tam tasdik edenler, binler ehl-i îman ve onlardan çokları ehl-i ilim tasdik ettikleri ve ben de dehşetli bir zamanda kudsî bir teselliye muhtaç olduğum bir hengâmda
sırf ehl-i îmanın îmanını Risale-i Nur ile muhafaza niyet-i hâlisasiyle ve Necmeddin-i Kübrâ, Muhyiddin-i Arab gibi binler ehl-i işârât gibi cifrî ve riyazî hesabiyle beyan edilen bir müjde-i işariye-i Kur'aniyeyi kendine gelen bir kanaat-ı tâmme ile, hem mahrem tutulmak şartiyle beyan ettiğim ve o içtihadımda en muannid dinsizlere de isbat etmeğe hazırım, dediğim halde
beni gıybet etmek, dünyada buna hangi mezheble fetva verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar?! Ben herşeyden vazgeçerim, fakat adalet-i ılâhiyyenin huzurunda
bu dehşetli gıybete karşı hakkımı helâl etmem! Titresin!..
Bütün sâdâtın ceddi olan Fahr-ı Âlem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesini muhafaza için hayatını ve herşey'ini fedâ eden bir mazlûmun şekvası, elbette cevabsız kalmayacak!”
(Sikke-i Tasdik-i Gaybî:61)
ışte bu ve benzeri mektuplar gösteriyorki zendekanın tecavüz ettiği bu dehşetli zamanda usulsüz tenkidlerin mesuliyeti büyüktür.
ıkinci ehemmiyetli bir cihet de şudur ki:
Bir asra yaklaşan Risale-i Nur’un faaliyet devresinde meşhur alimler, Risale-i Nur eserlerini takdir etmişlerdir. Mesela:
“ıstanbul ülemasının en büyüğü ve en müdakkiki ve çok zaman
Müfti-yül Enam olan
eski fetva emini, meşhur Ali Rıza Efendi; Birinci şua ışarat-ı Kur'aniye ve Âyet-ül Kübra gibi risaleleri gördükten sonra, Risale-i Nur'un mühim bir talebesi olan Hâfız Emin'e demiş ki:
"Bediüzzaman, şu zamanda din-i ıslâma
en büyük hizmet eylediğini ve
eserlerinin tam doğru olduğunu; ve böyle bir zamanda, mahrumiyet içinde feragat-ı nefs edip yani dünyayı terkedip, böyle bir eser meydana getirmek hiç kimseye müyesser olmadığını ve her suretle şâyan-ı tebrik olduğunu ve
Risale-i Nur müceddid-i din olduğunu ve Cenab-ı Hak onu muvaffak-un bilhayr eylesin, âmîn" diyerek; bazılarının sakal bırakmamaklığına itirazları münasebetiyle; Mevlâna Celaleddin-i Rumî'nin pederleri olan Sultan-ül Ülema'nın bir kıssası ile onu müdafaa edip, demiş:
"Bu misillü, Bediüzzaman'ın dahi elbette bir içtihadı vardır.
ıtiraz edenler haksızdır. Ve Hoca Mustafa'ya emretmiş, "Söylediğimi yaz!"
Bediüzzaman'a kemal-i hürmetle selâm ederim. Te'lifatınızın ikmaline hırz-ı can ile dua etmekteyim (yani, ruha nüsha olacak kadar kıymetdardır).
Bazı ülema-üs sû'un tenkidine uğradığına müteessir olma. Zira yemişli ağaç taşlanır, (Haşiye) kaziyesi meşhurdur. Mücahedatınıza devam buyurun. Cenab-ı Hak ve Feyyaz-ı Mutlak âcilen murad ve matlubunuza muvaffak-un bilhayr eylesin! Bâki Hakk'ın birliğine emanet olunuz.
[right]
Eski Fetva Emini Ali Rıza[/right]
ışte böyle müdakkik ve ilim ve şeriat ve Kur'an cihetinde bu zamanda
söz sahibi en büyük âlim böyle hükmetmiş.
(Haşiye): Yani: Mübarek, tatlı meyveleri bulunan ağaçlara taş atanlar, akılları varsa tatsınlar ve yesinler; çürütmeye lâyık ve kabil değiller, demektir.”
(Kastamonu Lahikası: 194)
Hem “Çok mübarek tefsirin çok muhterem ve kıymetdar sahibi olan
Hoca Vehbi Efendi olarak, Risale-i Nur'u takdir edip alâkadarlık gösteren bütün Konya ve civarı ülemalarını, bütün kazançlarıma ve dualarıma şerik ettim.”
(Emirdağ Lahikası: 129)
Biz dahi görüştüğümüz ıstanbulun meşur ulemasından
Ömer Nasuhi Bilmen Efendi ve
Ahmet Davudoğlu,
Sadrettin Yüksel,
Bekir Sadak ve
Ord. Prof. Ali Fuad Başgil gibi zatlar Hz. Üstad ve Risale-i Nur hakkında senakâr konuşmaları herkesce malumdur.
Keza ıslâm alemindeki büyük alemlerin Risale-i Nur eserleri takdir ettikleri de çok büyük yekûn teşkil ediyor.
şimdi kendisini tanımadığımız tenkidçi zât, bunca ulemayı
yanlışı takdir etmek suçuyla suçlamış ve
kendini bunların üstünde görmüş olmuyor mu? O halde bu tenkidci zât, hangi yoldan yürüyor ve hangi hedefe gidiyor?
Bizler, şahsı hukuk sahasında kalan itirazlara cevab vermeyiz. Fakat hukuk-u umumiyeye zarar verme halinde şeri’at musamaha etmez.
ıLHAM MESELESı
şimdi de şer’î ölçülere dayanarak itirazlardan ilham meselesine geçiyoruz.
ıtirazcı kişi, Bediüzzamanın eserlerini ilham ile yazdığını bildirmesini tenkid eder. Güya böyle bir söz dinde suçmuş. Ayrıca bir başkaları:
“Said Nursi, bana ihtar edildi…., bana yazdırıldı…., kalbime geldi…., bazı ayetler Ebced ve Cifir’le Risale-i Nura işaret ediyor…., ” gibi Nur Külliyatında bulunan ifadelerden dolayı
“ne demek istiyor, yoksa kendisine vahiy mi geldiğini iddia ediyor? Veya risalet iddiasında mı bulunuyor?” nevinden iddialar ileri sürmüşlerdir.)
Malum olduğu üzere dini meselelerde, şahsî ve beşerî anlayışlar ve delilsiz peşin hükümler değer taşımaz.
ıtirazcı kişi veya kişiler, güya doğruluğu müşterek kabul görmüş hükümlermiş gibi itirazatını böyle peşin hükümlere dayandırıyor. Bu ise, ilim, mantık ve şer’î ölçülere ters düşer.
Halbuki böyle bir söze
şeri’at suç demediği gibi, bütün iyiliklerin Allahın ihsanı olduğunu bilip söylemek, tevhid hakikatının gereği olduğunu bildiriyor.
Mesela Kur’an 93/11. Ayetinde
Tahdis-i Nimetten bahsedilir: Yani Allah’dan gelen her türlü nimetlerin şükür makamında söylenmesinin gereğini anlatır. Elmalı Tefsiri mezkür âyeti şöyle izah eder:
“Ama Rabbinin nimetini, gerek mevcut, gerekse olacağı vaad edilen nimetini hemen söyle,
anlat da anlat. Sade lafını ederek ve gösteriş yaparak gururlanmak için değil, hakkını takdir, şükrünü yerine getirmek için eserini gösterecek, başkalarını da istifade ettirecek şekilde
sözlü veya fiilî olarak anlat.”
Esasen sadece ilham değil bütün iyilikler ve ılahî ihsanları insan kendine mal edip gurura düşebilir. Fakat bu husus insanların iç dünyasıdır. Zahirî fiiller gibi isbat edilemediğinden , umumî bir nasihat şekli dışında malum kişiler ittiham edilemez. ıslam kardeşliğine ve dindeki hüsn-ü zan düsturuna aykırıdır.
Bediüzzamanın kendi şahsına hitaben yaptığı, iyilikleri kendinden bilmek hissiyatından kurtaran şu nasihat, ehl-i insafı insafa getirir. şöyle ki:
“Ey fahre meftun, şöhrete mübtela, medhe düşkün, hodbinlikte bîhemta sersem
nefsim!
Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona
takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu; bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medh ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dava ise; senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, gurura belki bir hakkın var.
Halbuki sen, daim zemme müstehaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz'-i ihtiyarın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini
fahrin ile tenkis ediyorsun. Gururunla tahrib ediyorsun ve küfranınla ibtal ediyorsun ve temellükle gasbediyorsun. Senin vazifen
fahr değil,
şükürdür. Sana lâyık olan
şöhret değil,
tevazudur, hacalettir. Senin hakkın
medih değil
istiğfardır, nedamettir. Senin kemalin
hodbinlik değil,
hüdabinliktedir.
Evet sen benim cismimde, âlemdeki
tabiata benzersin. ıkiniz, hayrı kabul etmek, şerre merci olmak için yaratılmışsınız. Yani
fâil ve masdar değilsiniz, belki
münfail ve mahalsiniz. Yalnız bir tesiriniz var: O da
hayr-ı mutlaktan gelen hayrı, güzel bir surette kabul etmemenizden şerre sebeb olmanızdır. Hem siz birer
perde yaratılmışsınız. Tâ güzelliği görülmeyen zahirî çirkinlikler size isnad edilip, Zât-ı Mukaddese-i ılahiyenin tenzihine vesile olasınız. Halbuki bütün bütün vazife-i fıtratınıza zıd bir suret giymişsiniz.
Kabiliyetsizliğinizden hayrı şerre kalbettiğiniz halde, Hâlıkınızla güya iştirak edersiniz.
Demek nefisperest, tabiatperest gayet ahmak, gayet zalimdir.
Hem deme ki:
"Ben mazharım. Güzele mazhar ise, güzelleşir." Zira,
temessül etmediğinden mazhar değil, memer olursun.
Hem deme ki: "Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir
meziyetim var." Hâyır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünki herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi.”
(Sözler:230)