Bu konuyu bu raddeye getirmeye hiç gerek yoktu aslında...
Emr kardeş, Üstad'ı ele alırken komple bakmak ve dengeli bakmak lazımdır.
Üstad, eski SAıD döneminde günde 8-9 gazete takip ederdi ve de gazetelerde hükümet ve padişaha mesajlar veren, halkı irşad eden makaleler yazmıştır. Sebilürreşad ve Büyük Doğu gazetelerinden dolayı M.Akif Ersoy'u ve Eşref Edip'i tebrik ve takdir etmiştir. ıstanbul'un işgali sırasında gazete nev'inden yayınladığı Hutuvat-ı Sitte namındaki eseriyle ıngilizlere şiddetli bir tokat vurmuştur. Ankara'ya geldiğinde mebuslara namazın önemini beyan eden neşriyetını da unutmamak gerekir.
Yeni Said döneminde ise; siyasetten ve günlük meşgalelerden kendini soyutlayıp sadece Risale-i Nur'a yani iman hizmetine vermiştir kendisini... Çünkü tek partili istibdad dönemi hakimdi ve imana var gücüyle sarılması gerekiyordu. Gerçi Eski Said de imana var gücüyle sarılmakta ama "ıstikbalde gördüğü Nur'un " siyaset canibinden geleceğini sanıyordu. Ama bugünkü SUNUHAT, MÜNAZARAT, HUTBE-i şAMıYE ve MESNEVı-ı NURıYE namındaki eserlerini, gazete lisanıyla neşretmişti.
Üçüncü Said ise siyasetçilere yön veren ama kendi namına siyasete girmeyen, ıslam namına Demokratlara ve Demokrasiye sahip çıkan bir yol izlemiştir. Ve talebelerine Demokratlara sahip çıkmalarını ve onlara yön vermelerini tenbih etmiştir.
Yeni Asya Gazetesi ise bu prensiplerden yola çıkarak ve Üstad'ın içtimai ve siyasi tespitlerini halka mal etmek amacıyla ilk kez ıttihad namıyla Zübeyir Gündüzalp tarafından neşredilmeye başlanmıştır. Defalarca kapatılmış ama asla çizgisinden taviz vermemiştir ve bugün de istikrarını Elhamdülillah korumaktadır.
Bu tavizsiz istikrar çizgisinin bedeli de ödenmiştir ve de ödenmektedir. Örnek vermek gerekirse Mehmet Kırkıncı, Mehmet Fırıncı, Bayram Yüksel ve daha bir kaç abi Yeni Asya Gazetesi'nin kuruluşundaki meşverette müsbet fikirlerini sunarak destek olmalarına rağmen daha sonra çeşitli muzır manilerle Yeni Asya'dan koparılmışlardır. (Konuyu tarafsız bir neşriyattan öğrenmek isterseniz "Tarih ve Düşünce" dergisinin 2001 yılı Ocak ayı sayısı Üstad'ın ölümünden bugüne kadar olan Nurculuk ' u ele almıştır.)
Yeni Asya ve tüm diğer Nur cemaatlerinin hepsini bir arada düşünürsek, Hz. Mehdi'nin 3 vazifesini de Elhamdülillah ifa ettiklerini müşahede edebiliriz. Yani Üstad, Hz. Mehdi'nin bu üç vazifeyle mükellef olduğunu ama şahıs olarak sadece imana tekabül eden 1. ve öncelikli vazifeyi ifa edeceğini , peşinden gelecek olan Mehdi mahiyetindeki şahs-ı manevinin ise tüm bu 3 vazifeyi de yapacağını, Beyanat ve Tenvirler namındaki eserinin Yeni Asya Neşriyat tarafından neşredilmiş baskısının 302-312. sayfalarında aşağıdaki gibi izah etmiştir;
Üç vazifenin birden yerine getirilmesi, ancak Hazret-i Mehdî ve cemaatindeki şahs-ı manevî ile mümkündür
Bu zaman hem îman ve din için, hem hayat-ı içtimaî ve şeriat için, hem hukuk-u amme ve siyaset-i ıslamiye için gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-ı îmaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. şeriat ve hayat-i içtimaîye ve siyasiye daireleri ona hisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derece kalıyor. Rivayat-ı hadîsiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, îmanî hak...ikteki tecdid itibariyledir. Fakat, efkar-ı ammede, hayatperest insanların nazarında zahiren geniş ve hakimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaîye-i ıslamiye ve siyaset-i dîniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile, o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar.
Hem bu üç vezaifi birden bir şahısta, yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek uzak, adeta kabil görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevînin (a.s.m.) cemaat-i nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdî’de ve cemaatindeki şahs-ı manevîde ancak içtima edebilir. Bu asırda, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur’un hakikatına ve şakirtlerinin şahs-ı manevîsine, hakaik-ı imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış; yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede tesirli ve fatihane neşriyle gayet dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalalet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüz binler ehl-i îmanın îmanlarını kurtardığını kırk binler adam şehadet eder.
Kastamonu Lahikası, ss. 145-146.
Mehdî’nin üç vazifesi
Nurun ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: "Nurun halis ve eh(emmiyetli bir kısım şakirdleri, pek musırrane olarak ahirzamanda gelen al-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar. Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat’î bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikata binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezattır, her halde hallini istiyoruz."
Ben de bu zatın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve te’vil lazım.
Birincisi: Çok defa mektuplarımda işaret ettiğim gibi, Mehdî al-i Resûlün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı manevîsinin üc vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i ılahiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak:
Birincisi : Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyûn fikrini tam susturacak bir tarzda îmanı kurtarmaktır. Ehl-i îmanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tetkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdî’nin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zat, o taifenin uzun tetkikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir proğram yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevî ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.
ıkinci vazifesi : Hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ünvanı ile şeair-i ıslamiyeyi ihya etmektir. alem-i ıslamın vahdetini nokta-i istinad edip, beşeriyeti maddî ve manevî tehlikelerden ve gadab-ı ılahîden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hadimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lazımdır.
Üçüncü vazifesi : ınkılabat-ı zamaniye ile çok ahkam-ı Kur’aniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammedîyenin (a.s.m.) kanunları bir derece tatile uğramasıyla o zat, bütün ehl-i îmanın manevî yardımlarıyla ve ittihad-ı ıslamın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa al-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakar seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmaya çalışır.
şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan îmanı kurtarmak ve îmanı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, hatta avamın da îmanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici manasının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur şakirtleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur’da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecededir, diye Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi Mehdî telakki ediyorlar. O şahs-ı manevînin de bir mümessili, Nur şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Gerçi bu, bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda mes’ul değiller. Çünkü ziyade hüsn-ü zan, eskidenberi cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temennî ve Nur Talebelerinin kemal-i itikadlarının bir tereşşuhu gördüğümden onlara çok ilişmezdim. Hatta eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinden Risale-i Nur’u aynı o ahirzamanın hidayet edicisi olduğu, diye keşifleri bu tahkikat ile te’vili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var, te’vil lazımdır.
Birincisi: ahirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller, fakat hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı ıslam ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı ıslamiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkarında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor; ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder; belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskidenberi ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar "Mehdî olacağım," diye dava ederler. Gerçi her asırda hidayet edici bir nevi Mehdî ve müceddid geliyor ve gelmiş, fakat herbiri üç vazifelerden birisini bir cihette yapması itibariyle, ahirzamanın Büyük Mehdî ünvanını almamışlar.
Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirtlerin bu îtikadlarına göre, bana karşı demişler ki: "Eğer Mehdilik dava etse, bütün şakirdleri kabul edecekler." Ben de onlara demiştim: "Ben, kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki ahirzamanın o büyük şahsı, Âl-i Beytten olacaktır. Gerçi manen ben Hazret-i Ali’nin (r.a.) bir veled-i manevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselam bir manada hakikî Nur şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabildim; fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem ve Nurdaki ihlası bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum" dedim. O ehl-i vukuf sustu.
Emirdağ Lahikası-I, ss. 231-233.
Ümmetin beklediği, ahirzamanda gelecek zatın üç vazifesinden en mühimi ve en büyüğü ve en kıymettarı olan îman-ı tahkîkiyi neşr ve ehl-i îmanı dalaletten kurtarmak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemamiha Risale-i Nur’da görmüşler. ımam-ı Ali ve Gavs-ı a’zam ve Osman-ı Halidî gibi zatlar bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamını Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı manevîyi bir hadimine vermişler, o hadime mültefitane bakmışlar. Bu hakikatten anlaşılıyor ki; sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nur’u bir programı olarak neşr ve tatbik edecek. O zatın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik etmektedir. Birinci vazife, maddî kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad ve ihlas ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve hakimiyet lazım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin. O zatın üçüncü vazifesi, hilafet-i ıslamiyeyi ittihad-ı ıslama bina ederek, ısevî ruhanîleriyle ittifak edip, dîn-i ıslama hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakarlarla tatbik edilebilir. Birinci vazife, o iki vazifeden üç-dört derece daha ziyade kıymettardır, fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şa’şaalı bir tarzda olduğundan, umumun ve avamın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar. ışte o has Nurcular ve bir kısmı evliya olan o kardeşlerimizin tabire ve te’vile muhtaç fikirleri ortaya atmak, ehl-i dünyayı ve ehl-i siyaseti telaşa verir ve vermiş. Hücumlarına vesile olur. Çünkü, birinci vazifenin hakikatını ve kıymetini göremiyorlar, öteki cihetlere hamlederler. Kardeşlerimin ikinci iltibası: Fani ve çürütülebilir bir şahsiyeti, bazı cihetlerle birinci vazifede pişdarlık eden Nur şakirtlerinin şahs-ı manevîsini temsil eden o aciz kardeşine veriyorlar. Halbuki bu iki iltibas da Risale-i Nur’un hakikî ihlasına ve hiçbir şeye, hatta manevî ve uhrevî makamata dahi alet olmamasına bir cihette zarar verdiği gibi, ehl-i siyaseti de evhama düşürüp Risale-i Nur’un neşrine zarar gelir. Bu zaman, şahs-ı manevî zamanı olduğu için, böyle büyük ve bakî hakikatlar, fanî ve aciz ve sükût edebilir şahsiyetlere bina edilmez!
Elhasıl: O gelecek zatın ismini vermek, üç vazifesi birden hatıra geliyor, yanlış olur. Hem hiçbir şeye alet olmayan Nurdaki ihlas zedelenir, avam-ı mü’minîn nazarında hakikatların kuvveti bir derece noksanlaşır, yakîniyet-i bürhaniye dahi kazaya-yı makbûledeki zann-ı galibe inkılab eder, daha muannid dalalete ve mütemerrid zındıkaya tam galebesi, mütehayyir ehl-i îmanda görünmemeye başlar; ehl-i siyaset evhama ve bir kısım hocalar itiraza başlar. Onun için, Nurlara o ismi vermek münasip görülmüyor. Belki müceddittir, onun pişdarıdır, denilebilir.
Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, ss. 11-12.
Meselemizde anlaşılmayan veya eksik kalan kısımlarda fikir teatisinde buluşmak üzere, saygılarımla...