Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

21

24.05.2006, 11:37

linkden said nursi yazımıza abdulkadir badıllıdan gelen cevap kısmını tıklayınız....

22

24.05.2006, 13:34

peki senin amacın ne?neden bu alıntıyı buraya koydun?
buradaki konu neden risalei nur.konusudur.konuyu başka yerde yazsaydın olmazmı.

hem bunu hiç unutma.
hiçbir nur talebesi üstadı peygamber görmez.hüsnü zanna binaen mehdide görebilirler.bunun dinen sakıncası yok.

hiçbir nur talebesi risalei nuru Kurandan ve hadisden üstün tutmazlar.
hiçbir zaman risalei nur vahiydir demezler.ilhamdı.sünuhattır derler.
hiçbir zaman risalei nur talebeleri risaleyi kuran yerine koymazlar.

bunları iyi bil.
hem risalei nur.neyi tefsir ediyor kuranı ve hadisi.
peki biz bunları okumuyacakmıyız.okuyacağız elbette.

onun için fikirleri fazla bulandırma.

23

24.05.2006, 15:14

bak faraklit bu aşağıdaki müdafa duygusunda olan insanlarla uğraşma.onlar dinleri.kuranını ve peygamberini iyi bilirler.

eğer komünistler mürekkep ve kâğıdı yok etmek imkânını da bulsalar, benim gibi birçok gençler ve büyükler fedai olup, hakikat hazinesi olan Risale-i Nur’un neşri için, mümkün olsa derimizi kâğıt, kanımızı mürekkep yaptıracağız.
Evet, evet, evet. Binler defa evet!
Savcı iddianamesinde diyor ki: "Said Nursî eserleriyle üniversite gençlerini zehirlemiştir." Biz de buna mukabil deriz ki: "Eğer Risale-i Nur bir zehir ise, bizim bu zehirlere tonlarla, binlerce kilo ihtiyacımız vardır. Eğer çoklukla olduğu yeri biliyorsa, bize tayyarelerle sevk etsin."
Biz Risale-i Nur talebeleri, ımân ve ıslâmiyet hizmeti uğrunda zâlimlerin zulmüne mâruz kaldığımız vakit, hapishane köşelerinde veya darağaçlarında ölmeyi, istirahat döşeğindeki ölüme tercih ederiz. Görünüşü hürriyet, hakikati istibdad-ı mutlak olan bir esaret içinde yaşamaktansa, hizmet-i Kur’âniyemizden dolayı zulmen atıldığımız hapishanede şehid olmayı büyük bir lûtf-u ılâhî biliriz.
Afyon hapsinde mevkuf
Konyalı
Zübeyir Gündüzalp

24

24.05.2006, 15:18

bak sana söylüyorum bunuda oku neden risalei nur.neden.
risale okumağı kuran okumasına tercih edenlerden değiliz.
çünkü risaleyi aziz kitabımızı ve peygamberimizi anlamak için okuyoruz.aksi halde okumayız.

Kuranımızı,Allahımızı ve peygamberimizi en iyi anlatan olduğunu için risaleyi okuyoruz.lütfen başka bahane arama.bu müdafa zübeyir abinindir.bunuda oku.oku.başka fikirle bulandırma.biz böyle seviyoruz.risaleyi böyle sevsek kuranımızı ve peygamberimizi daha daha daha çok seviyoruz.onun için bulandırma.

Bediüzzaman Said Nursî’yi hapse sokturmak ve eserlerini zararlı gibi göstermek için hükümet erkânına uydurma ihbarlar yapılmakla beraber, hiçbir ferdin inanmadığı menfî propagandalar yapılıyor.
Bediüzzaman Said Nursî’nin bu asırda nâdir bir ıslâm dâhîsi ve herbir cihette eşsiz bir şahsiyet olduğuna, bu millet senelerden beri o kadar inanmış ki, hakikî olan bu kanaati hiçbir propaganda çürütemiyor ve çürütemez.
Büyük bir üstadın eserlerinden müstefid olmayı lütuf buyuran Cenâb-ı Hakka hamd ve senâlar ederim. ıman, ıslâmiyet dersi alarak büyük faydalara nâiliyetime sebep olan bir üstada, bütün ruh u canımla medyunum. Senelerden beri sıkıntılar içerisinde eser yazarak gençliğimizi komünizm yemi olmakla ebedî haps-i münferitliğe mahkûm edilmekten kurtaran bir müstakîm üstad için senelerce dünya hapsinde kalmaya hazırım.
Yirmi seneden beri milyonlarla insana din, iman, ıslâmiyet, fazilet dersi veren ve onları dinsizlikten muhafaza eden Kur’ân tefsiri Risale-i Nur’uğrunda idam edileceksem, sehpaya "Allah Allah, yâ Resulallah" sadalarıyla koşarak gideceğim. Komünizme kapılıp dininden çıkan, ebedî felâketlere yuvarlanan ve vatan haini olarak kurşuna dizdirecek cürümlerden gençlerimizi koruyan Risale-i Nur’uğrunda kurşunla öldürüleceksem, o kurşunlara çekinmeden göğsümü gereceğim. Üstadım Bediüzzaman için hançerlerle parçalanırsam etrafa sıçrayacak kanlarımın "Risale-i Nur, Risale-i Nur" yazmasını Rabbimden niyaz ediyorum

25

25.05.2006, 15:34

Bir ıman ınkılâbı Olarak Risale-i Nur
Dr. Colin Turner

(1955 yılında ıngiltere'nin Birmingham şehrinde dünyaya geldi. 1975 yılında ıslam'la şereflendi. Yüksek tahsilini Durham Üniversitesinde tamamladı. Arapça ve Farsça üzerine ihtisas yaptı. Daha sonra, ıran'da Safeviler döneminde siyasi ve dini hareketler konusunda doktora yaptı. On yıldan fazla bir süredir Risale-i Nur üzerinde çalışmaktadır.)

Biz Müslümanların Batıya neler sunabileceği, ıngiltere'de doğup büyümüş birisi olarak bana sık sık sorulur. Buna cevap vermeden önce, kendim bir soru sormak isterim: Biz Allah'a inandığımız için mi Müslümanız, yoksa Müslüman olduğumuz için mi Allah'a inanıyoruz?

Bu soru, on yıl kadar önce, Rusya'nın Afganistan'ı işgalini protesto için Londra sokaklarında yapılan bir gösteri sırasında aklıma düştü. Ondan yıllarca önce resmen ıslamiyet'e girmiştim ve bu, katıldığım ilk gösteri değildi. Afişler, pankartlar, bağırmalar, tezahürat- hepsi vardı. "Ruslar defolun", "Brejnev'e ölüm" ve "Yaşasın Afganistan Müslümanları" gibi sloganların arasında, kendi ıslami sloganlarımızı da haykırıyorduk:

Allahu Ekber ve La ilahe ıllâllah. Gösterinin sonuna doğru, kendisini ıslam'a ilgi duyan birisi olarak tanıtan bir genç yanıma yaklaştı. “Affedersiniz," dedi, "La ılahe illallah ne demek?" Hiç tereddüt etmeden cevap verdim: "Allah'tan başka ilah yoktur." "Tercüme etmenizi istemiyorum" dedi. "Bu sözün gerçekten ne manaya geldiğini soruyorum."

Kendisine cevap vermekte aciz kaldığımı fark edince, bunu uzun ve şaşkın bir sükût takip etti.

Hiç şüphesiz şöyle düşünüyorsunuz: "Bu ne biçim bir Müslüman ki, La ilahe illallah'ın manasını bilmiyor?" Cevap vereyim: "Tipik bir Müslüman."

O akşam cehaletim üzerinde uzun uzun düşündüm. Bu cehaletimi çoğunlukla paylaşmak hiçbir fayda vermiyordu. Tam tersine, sıkıntımı daha da arttırmıştı.

Öyleyse nasıl Müslüman oldum? Nasreddin Hocanın hikâyesini duymuşsunuzdur. Bir arkadaşı, bir gün kendisine uğradığında, Hocayı, koca bir sepet kırmızı biberin önünde otururken bulur. Bakar ki, gözleri kızarmış ve şişmiş, ağzından kanlar akıyor, gözü yaşlar içinde..Ama biberleri yemekten de bir türlü vazgeçmiyor. Sorar: "Niye kendine eziyet ediyorsun, Hoca?" Yeni bir biberi eline alıp ısıran hoca, "Çünkü," der, "sepetin içinde tatlı biber arıyorum."

Ben de aynı durumdaydım. Fazladan bir şey, hayatı yaşanmaya değer kılacak bir şey istiyordum. Hiçbir ideoloji veya alternatif hayat tarzı, bu ihtiyacı karşılayamıyordu. O ele avuca gelmez "bir şey" ise, her seferinde köşeyi dönünce beliriverecekmiş gibi görünüyor, fakat hiçbir zaman ortaya çıkmıyordu. Nihayet ıngiltere'den ayrılarak Ortadoğu'ya doğru yola çıktım. Bu şuurlu bir tercih değildi; fakat tatlı kırmızı biberi orada buldum.

ıslam, başka hiçbir şeye benzemez şekilde, bir mana ifade ediyordu. Devlet idaresi için kanunları vardı, ekonomik bir sistemi vardı, günlük hayatın her yönünü içine alan kaideleri vardı. Hukukta eşitlik getiriyordu, bütün ırklara birden hitap ediyordu, açıktı ve anlaşılması kolaydı. Ha, bir de Allah'ı vardı. O zamana kadar kendisine belli belirsiz inandığım tek bir Allah. Hepsi o kadar. "La ilahe illallah" dedim ve bu topluluğun bir parçası oldum. Hayatımda ilk defa bir mensubiyet hissini tadıyordum.

Mühtediler, yeni dinleri hakkında, az zamanda çok şey öğrenebilmek için pek heveslidirler. ıhtidamı takip eden birkaç yıl içinde benim de kütüphanem süratle genişledi. O kadar çok öğrenilecek şey ve öğretmeye hazır o kadar çok kitap vardı ki! ıslam tarihi üzerine ıslam'ın ekonomik sistemi üzerine, ıslam'da devlet mefhumu üzerine kitaplar, ıslam hukukuna dair sayısız broşürler ve, hepsinin de ötesinde, ıslam ve devrim üzerine yazılan, Müslümanların nasıl ayaklanarak ıslami idareler kurmaları gerektiğini anlatan kitaplar.. 1979 başlarında ıngiltere 'ye üniversitedeki derslerim için döndüğümde, ıslam'ı Batıya tanıtmak için artık hazırdım!

"La ilahe illallah"ın manasını öğrenmek için, bu kitaplara başvurdum. Yine hayal kırıklığına uğradım. Bu kitaplar ıslam'dan bahsediyordu, fakat Allah'tan bahsetmiyordu. Hayalinize hangi konu gelirse hepsi bu kitaplarda vardı; ama asıl mühim olan konu yoktu. Üniversite camindeki imama durumu anlattım. O da bir mazeret beyan ederek döndü, gitti. Derken, imamla konuşmamı duyan bir kardeş yanıma gelerek, "Bende La ilahe illallah tefsiri var," dedi. "ıstersen beraber okuyabiliriz." Bu tefsirin en fazla on veya yirmi sayfa olabileceğini düşünüyordum. Meğer 5 bin sayfanın üzerindeymiş! Tahmin ettiğiniz gibi, bu eserler, üstad Bediüzzaman Said Nursi'nin Risale-i Nur Külliyatıydı.

Önceleri, Risale-i Nur'u tasavvuf sandım ve mühimsemedim. O kardeşim ise, bu hareketimin dar bir kafanın tepkisi olduğuna işaret etti. Eski kitaplarımın koltuk değnekliği olmadıkça, kendimi cahil ve kaybolmuş hissediyordum. Halbuki bu eserler tamamıyla yeni bir lisan ve yeni bir bakış demekti. Kardeşim rahatsızlığımı sezdi. "Merak etme," dedi. "Daha önce okuduğun kitapların da hepsinin yeri var. Onlar cilt gibidir. Fakat bu (Ayetü'l-Kübra'nın bir nüshasını işaret ederek) meyvenin kendisidir." Böylece okumaya başladık- bu defa Allah'ın adıyla. Derken her şey yavaş yavaş yerine oturmaya başladı.

Hepimiz cahil doğarız; kendimizi ve dünyayı tanıma arzusu ise içimizde vardır. "Ben kimim? Nereden geldim? Kendimi içinde bulduğum bu yer neresidir? Buradaki vazifem nedir? Beni varlık alemine çıkaran kim?" gibi soruları hepimiz kendimize göre cevaplandırırız, ya doğrudan gözlemle, ya da başkalarının ileri sürdüğü cevapları körü körüne benimsemek suretiyle. ınsanın hayatını nasıl yaşayacağı ve bu dünyada hangi kıstaslara göre hareket edeceği de, tamamıyla bu cevaplara bağlıdır. Ayetü'l-Kübra ise, rehber eşliğinde bir kâinat seyahatidir; onun yolcusu, işte bu sorulara cevap arar.

Ayetül-Kübra, Allah'a imanı peşin olarak varsaymaz; yaratılmıştan yola çıkarak Yaratıcıya varır. Ve ispat eder ki, bu sorulara samimî olarak cevap bulmak isteyen, mahlûkatı kendi görmek istediği veya hayal ettiği gibi değil de olduğu gibi gören kimse, kaçınılmaz bir surette "La ilahe illallah" neticesine gelecektir. Çünkü baktığında nizam ve ahenk, güzellik ve ölçü, adalet ve merhamet, rububiyet ve şefkat görecek ve bu sıfatların fanilik ve mahkûmiyet, acz ve mahlukiyet içinde bulunan yaratılmışlara ait olmadığını görür, bütün bu sıfatların mutlak ve mükemmel bir surette bir Vacibü'l-Vücudda mevcut olduğunu anlar. Böylece kâinatı, yazarını anlatan bir kitap olarak görür.

Tabiat Risalesinde Bediüzzaman "La ilahe illallah" tefsirini daha da açar. Bu eserinde sebepler konusunu ele alır ki, bu materyalizmin temel taşıdır ve modern ilim bunun üzerine kurulmuştur. Sebeplere inanmak, "Bu tabidir, tabiat yaptı, tesadüfen oldu" gibi ifadelerin ortaya çıkmasını netice vermiştir. Mantıki delillerle sebepler efsanesini berhava eden Bediüzzaman, bu inanca sarılanların kâinatı olduğu gibi değil, kendi görmek istedikleri gibi gördüklerini ortaya koyar.

Tabiat Risalesinde, Bediüzzaman, her seviyedeki bütün yaratıkların birbirleriyle mütedahil daireler gibi iç içe münasebetler içinde bulunduklarını ve birbirlerine bağımlı olduklarını gösterir. Yaratıklar varlık alemine sanki hiçten gelir gibi gelir; ve kısacık hayatları müddetince, her biri kendi hususi maksadı, gaye ve vazifesi ile, ilahi sıfatların ve Esma-i Hüsnanın sayısız cilvelerini aksettiren birer ayna gibi vazife görür. Kendi vücutları dışındaki faktörlere tam ve kesin bağımlılıkları, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde gösterir ki, onlar ellerinde bulunan şeyin sahibi değildir nerede kaldı, kendileri gibi, yahut kendilerinden daha büyük varlıkları mükemmel özelliklerle donatmak!

Materyalistler ise eşyayı farklı görür, yoksa farklı şeyler görmezler. Kâinattaki düzen ve ahengi inkâr edemezler; ancak bu düzen ve ahengin tesadüf sonucu ortaya çıktığına inanmamızı isterler. Bundan sonra inanmamızı istedikleri şey ise, sebepler arasındaki mekanik münasebetler ile kâinatın varlığını devam ettirdiği iddiasıdır ki, bunun ne manaya geldiğini materyalistlerin kendisi de bilmez. Onlara göre, kendileri yaratılmış, aciz, cahil, fani ve başıboş sebepler, hiç yoktan ortaya çıkan kanunlar aracılığıyla, etrafımızda görüp işittiğimiz o harikulade ahenk ve muvazene içindeki sanat eserlerini icad etmektedirler Bediüzzaman ise, tıpkı puthaneye giren ıbrahim Aleyhisselam gibi, bu efsane ve hurafeleri parçalayıverir.

Tekrar tekrar teyid eder: Her şey birbiriyle münasebet içinde olduğuna göre, çiçeğin tohumunu kim yaratmışsa çiçeği de o yaratacak. Birbirlerine bağımlı olduklarına göre, çiçeği kim yaratmışsa ağacı O yaratacak. Birbirleriyle iç içe münasebetler içinde yaratıldıklarına göre, ağacı kim yaratmışsa ormanı da O yaratacak, ilh. Böylece, tek bir zerreyi yaratabilmek için, bütün bir kâinatı yaratmak gerekir. Buna ise kör, aciz, fani, muhtaç, cahil ve gayesiz bir "sebebin" boyu yetişmez.

***

Maksadım Risale-i Nur'u özetlemek değil, Allah hakkındaki daha evvelki düşüncelerimin, Risale-i Nur'un tasvir ettiği portrelerden ne kadar uzak düştüğünü göstermekti. Bu eserleri okuduktan sonra, Lâ ilâhe illâllah derken, Allah hakkında söylenebilecek her şeyi söylemiş olduğumu düşünmeye başladım. Risale-i Nur sayesinde anladım ki, evvelki düşüncemde Allah, manzarayı tamamlamak için ve teselsülün imkânsızlığını önlemek üzere, yaratılış hadisesinin başına neredeyse rasgele yerleştirilmiş bilinmeyen bir faktördü. O bir ilk Sebep idi; ılk Muharrik idi; boşlukları dolduran bir tanrı idi. Adeta ıngilizlerinki gibi bir "meşruti kral” idi. kendisine azami saygı gösterilmeli, fakat günlük hayata karışmasına da müsaade edilmemeliydi!

Ayet-i kerimeden ilham alan Risale-i Nur ise, Allah'ın isim ve sıfatlarının birer aynası olan varlıklarda Allah'ın varlık ve birliğini gösteren delillerin devamlı değişen yeni şekiller ve kompozisyonlarla her an gözlerimizin önüne serildiğini ve marifet, tasdik, teslim, muhabbet ve ubudiyeti netice verdiğini gösteriyordu. Böylece, Risale-i Nur, kelimenin hakiki manasıyla bir Müslüman olmanın açık bir vetire halinde gerçekleştiğini de ortaya koyuyordu: tefekkürden ilme, ilimden tasdike, tasdikten iman veya itikada, itikattan da teslime varış. Her yeni hareket, her yeni gün ise ılahi hakikatin yeni bir cephesini ortaya çıkardığına göre, bu vetire de devamlılık arz etmektedir. ıslam'ın dış tezahürleri, yani ibadet şekilleri bir manada statiktir; halbuki iman, sözünü ettiğim bu vetireye bağlı olarak, artma veya eksilmeye maruzdur. ışte, dikkatimizin büyük kısmını teksif etmemiz gereken iman hakikati budur; ıslam'ın hakikatleri ise bunu zaruri olarak takip edecektir.

Bu yüzdendir ki, “Risale-i Nur'u tanımadan önce Müslümandım, fakat mü'min değildim" diyebilirim. Çünkü o zaman iman diye kabul ettiğim şey, gerçekte inkâr etmenin imkânsızlığından başka bir şey değildi. Her ne kadar bana ıslam'ı tanıtan Bediüzzaman değil idiyse de ki -bunu herkes yapabilirdi- o beni imanla tanıştırdı. Taklitle değil, tahkik yoluyla elde edilen bir iman.

şimdi asıl sorumuza dönelim: Müslümanlar olarak Batıya sunabilecek neyimiz var? Cevap: Her şeyimiz ve hiçbir şeyimiz. ımanımız ve ıslamiyetimiz var ki bunlar her şeydir. Bir de ıslamiyet'i anlayışımız ve yorumlayışımız var ki, çoğu zaman sıfıra sıfır, elde var sıfır.

Bana ıslam'ı tanıtan kitaplardan da açıkça anlaşılabileceği gibi, Batıyı dikkate alarak yazılmış ne varsa, hemen hemen hepsi de masum bir kültür alışverişi seviyesinde kalmıştır. Asıl mesele olan iman ise, kaçınılmaz bir şekilde, ya bir dipnotu hacminde geçiştirilmiş veya tamamıyla ihmal edilmiştir.

***

Bununla beraber, uyanmaya başlayan ve bugüne kadar içinde yaşadıkları hayal dünyasının farkına varanlar da vardır. ışte bunlara "ene" hastalığı gösterilmelidir. Bu hastalıkla malül kimselere ıslam'ın iktisat veya hukuk sisteminin en müsavatçı veya en adil sistem olduğunu anlatıp durmanın hiçbir faydası yoktur. Kanserden mustarip bir hastaya yeni bir ceket hediye ederek onu tedavi edemezsiniz. Onun muhtaç olduğu şey, doğru bir teşhis, radikal bir ameliyat ve onu takip edecek sürekli bir tedavidir. Risale-i Nur'da bunların hepsi vardır.

Hatırlayacağınız gibi, Risale-i Nur'u önceleri mistik bir eser diye reddetmiştim. Aynı zamanda başkalarının da bu eserleri böyle vasıflandırdığını işitmiştim. Gerçek ise bunun tam tersidir; çünkü Said Nursi'nin önümüze koyduğu berrak tercihte hiçbir esrarengizlik yoktur: ya iman, ya da inkâr; ya ebedi saadet, ya da ebedi felaket; ya kurtuluş, ya helak hem bu dünyada, hem de ahirette.

Risale-i Nur'un "inkılâpçı" olarak vasıflandırıldığını da işitmiştim. Gerçi buna iştirak ederim; fakat kelimenin siyasi manasıyla değil. Risale-i Nur'da böyle bir şeyin bahsi yoktur. Ama eminim ki, eğer Bediüzzaman bütün laik idarelerin şiddet yoluyla devrilmeleri gerektiğini savunmuş olsaydı, bütün Batı üniversitelerinde Risale-i Nur mecburi ders olarak okutulur ve Bediüzzaman Batı dünyasında her ev halkının tanıdığı bir isim haline gelirdi. Çünkü aşırılık, hele bir de dini duygularla renklendirilmişse, Batının zayıf noktasıdır. Batı basını için, uzak beldelerden birinde "Amerika'ya ölüm!" diye bağıran, ihtilal ve şeriat isteyen binlerce öfkeli Müslüman'dan daha güzel, daha sevimli ve daha nefis hangi manzara vardır? Batı, artık ıslam'ı yanlış tanıtmak için zahmete girmek zorunda değildir. Bunu onlar adına biz yapıyoruz; onlara ise sadece filme çekip göstermek kalıyor.

Amerika'nın "Büyük şeytan" olarak bilindiği bir ülkede, on yıl kadar önce böyle bir gösteri seyretmiştim. Fakat dikkatimi çekti: Göstericilerin belki de yüzde 75'i Levis blucinleri giyiyordu; dağılan kalabalığın ardında kalan sigara izmaritleri ise ya Marlboro idi, ya da Winston. Bir el güya bizi Batı ile bağlayan bağları koparıyor; diğer el ise o bağları sıktıkça sıkıyor!

Yine de "Yeteri kadar konuştuk, artık hareket zamanıdır" deyip duruyoruz. Hatta bu sözü Risale-i Nur hakkında dahi işitmişimdir. "Hep sözden ibaret; hiç aksiyon yok" demişti birisi. Fakat henüz konuşmuş ta değiliz. Sadece feryad-ü figan edip durduk, o kadar. Birbirimizle kardeş kardeşe, mü'min mü'mine, Müslüman Müslüman'a, Allah adına, Kur'an lisanıyla ve kâinat kitabının diliyle konuşmadığımız, sohbet etmediğimiz içindir ki, hareket ettiğimiz zaman yanlış şekilde, yetkisiz ve disiplinsiz bir tarzda ve hakiki bir ölçü veya referans noktasından mahrum bir halde hareket ediyoruz. Sonunda da hiçbir kalıcı netice ortaya çıkaramıyoruz Batı ise bunu çok iyi anlıyor.

Hayır, Bediüzzaman'ın müdafaa ettiği inkılâp Tahran, Kahire veya Cezayir sokaklarında çığırtkanlığı yapılan cinsten bir inkılâp değildir. Risale-i Nur'un inkılâbı zihinlerde, kalplerde, ruhlarda ve nefislerde inkılâptır. Bu bir ıslam devrimi değil, iman inkılâbıdır. Bu da iki seviyede gerçekleşir. Müslümanları taklidi imandan tahkiki imana, inanmayanları ise ene'nin kulluğundan Allah'ın kulluğuna eriştirecek şekilde tanzim edilmiştir. Batıyı hâkimiyeti altında tutanların Risale-i Nur'dan dehşet almaları bu yüzdendir.

Netice olarak, yıllar süren araştırma ve mukayeselerim sonunda şunu söyleyebilirim ki, kâinatı olduğu gibi gören, iman vakıasını olduğu gibi aksettiren, Kur'an'ı Peygamberimizin murad ettiği gibi tefsir eden, modern insana musallat olmuş son derece tehlikeli ve gerçek hastalıkları teşhis ederek çare sunan, kendi kendine yeterli ve şümullü yegâne ıslami eser, Risale-i Nur'dur. Kur'an'ın nuruyla kâinatı aydınlatan Risale-i Nur gibi bir eser görmezlikten gelinemez. Çünkü çağdaş insanı karşı karşıya bulunduğu felaketten kurtaracak olan yalnız ıslamdır; ıslam'ın geleceği ise, Risale-i Nur'a ve ona uyan ve ondan ilham alanlara bağlıdır.

26

25.05.2006, 16:00

Yazıyı kopyalayıp her gerktiğinde bir imdat çekici olarak kullanacağım.
Allah Razı Olsun.
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

Mesajlar: 1,518

Konum: istanbul

Meslek: NURolog

  • Özel mesaj gönder

27

25.05.2006, 16:31

ben de yapıyorum.
*********.com da lazım oluyor ;)

28

26.05.2006, 10:05

Böyle dehşetli bir asırda, insanın en büyük meselesi, imânı kurtarmak veya kaybetmek dâvâsıdır. Umumi harbler, beşere intibah vermiş, dünya hayatının fânîliğini ihtar etmiştir ve bâkî bir âlemde, ebedî bir saadet içinde yaşamak hissini uyandırmıştır. Elbette böyle muazzam bir dâvâyı şaşırtıcı ve aldatıcı bir zamanda kazanabilmek için, bir dâvâ vekili bulmakta Hâşiye çok dikkatli olmamız lâzımdır. Bunun için tetkîkâtımızı biraz daha genişleteceğiz. şöyle ki:
Asrımızdan evvelki ıslâmiyetin ilm-i kelâm dâhîleri ve dinimizin hârika imamları ve Kur’ân-ı Hakîmin dâhî müfessirlerinin vücuda getirdikleri eserler kıymet takdiri mümkün olmayacak derecede kıymettardır. O zâtlar, ıslâmiyetin birer güneşidirler. Fakat bu zaman, o büyük zâtların yaşadığı zaman gibi değildir.
Eski zamanda dalâlet, cehâletten geliyordu. Bunun yok edilmesi kolaydır. Bu zamanda dalâlet, Kur’ân ve ıslâmiyete ve imâna taarruz, fen ve felsefe ve ilimden geliyor. Bunun izâlesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım, binden bir bulunuyordu; bulunanlardan, ancak binden biri, irşad ile yola gelebilirdi. Çünkü, öyleler hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar.
Hem, bundan evvelki asırlarda, müsbet ilimlerin yirminci asırdaki kadar terakkî etmemiş olduğu mâlûmunuzdur.

29

26.05.2006, 10:06

şu halde, bu asırda dünyaya yayılmış olan dinsizlik ve maddiyyunluğu kökünden yıkabilmek, hak ve hakikat yolunu gösterip beşeri sırat-ı müstakîme kavuşturmak, imânı kurtarabilmek için, ancak ve ancak Kur’ân-ı Hakîmin bu asra bakan vechesini keşfedip, umumun müstefid olabileceği bir şekilde tefsir edilmesi elbette bu asırda kâbil olacaktır.
ışte, Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân-ı Kerîmdeki bu asrın muhtaç olduğu hakikatleri keşfedip, Nur Risâlelerinde, herkesin kabiliyeti nisbetinde istifade edebileceği bir tarzda tefsir ve izah etmek muvaffakıyetine mazhar olmuştur. Bunun içindir ki, Risâle-i Nur, emsâli görülmemiş bir şâheserdir kanaatine varılmıştır.
Ve yine Risâle-i Nur’daki bu imtiyazdan dolayıdır ki, bu mübârek ıslâm milletinden milyonlarca bahtiyar kimseler, tercihan ve ziyâde bir ihtiyaç duyarak, büyük bir iştiyak ve sevgiyle senelerce devam eden tazyikâtlar içerisinde Risâle-i Nur’u okumuşlardır.
Hem, Risâle-i Nur ihtiyaç zamanında telif edildiğinden, Türkiye ve ıslâm dünyası genişliğinde gelişmiş ve dünyayı alâkadar eden bir imtiyaza mazhar olduğunu gözlere göstermiştir.

30

13.06.2006, 16:57

Yirmi seneden beri milyonlarla insana din, iman, ıslâmiyet, fazilet dersi veren ve onları dinsizlikten muhafaza eden Kur’ân tefsiri Risale-i Nur’uğrunda idam edileceksem, sehpaya "Allah Allah, yâ Resulallah" sadalarıyla koşarak gideceğim. Komünizme kapılıp dininden çıkan, ebedî felâketlere yuvarlanan ve vatan haini olarak kurşuna dizdirecek cürümlerden gençlerimizi koruyan Risale-i Nur’uğrunda kurşunla öldürüleceksem, o kurşunlara çekinmeden göğsümü gereceğim. Üstadım Bediüzzaman için hançerlerle parçalanırsam etrafa sıçrayacak kanlarımın "Risale-i Nur, Risale-i Nur" yazmasını Rabbimden niyaz ediyorum

31

19.07.2006, 11:31

çok kıymetli konu es geçilmiş.
inşaallah devamı gelir kardeşler.
selamlar.

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir