Risale-i Nur Kur'an'ın malıdır
Hem bunu katiyen îlân ediyorum ki; Risâle-i Nur, Kur’ân’ın malıdır. Benim ne haddim var ki, sahip olayım; tâ ki kusurlarım ona sirâyet etsin. Belki o Nurun kusurlu bir hâdimi ve o elmas mücevherât dükkânının bir dellâlıyım. Benim karma karışık vaziyetim ona sirâyet edemez, ona dokunamaz. Zâten Risâle-i Nur’un bize verdiği ders de; hakîkat-i ihlâs ve terk-i enâniyet ve dâimâ kendini kusurlu bilmek ve hodfüruşluk etmemektir. Kendimizi değil, Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsini ehl-i îmâna gösteriyoruz. Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene-fakat hakîkat olmak şartıyla-minnettar oluyoruz, "Allah râzı olsun" deriz. Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa, nasıl memnuz oluruz; kusurumuzu-fakat garaz ve inat olmamak şartıyla ve bid’ alara ve dalâlete yardım etmemek kaydı ile-kabul edip minnettar oluyoruz. (T.H. sahife: 416)
Beni herşeyden ve temastan ve yardımcılardan menetmek ile beraber, aleyhimizde olanlar bütün kuvvetleriyle arkadaşlarımın kuvve-i mâneviyelerini kırmak ve benden ve Risâle-i Nur’dan soğutmak ve benim gibi ihtiyar, hasta, zaif, garip, kimsesiz bir bîçareye, binler adamın göreceği vazifeyi başına yüklemek ve bu tecrid ve tazyiklerden maddî bir hastalık nevinden insanlar ile temas ve ihtilâttan çekilmeye mecbur olmak, hem o derece tesirli bir tarzda halklan ürkütmek ki, en ziyâde merbût görülen bâzı dostlan bana selâm vermemek, hattâ bâzı namazı da terk etmek derecesinde ürkütmekle kuvve-i mâneviyeyi kırmak cihetleriyle ve sebepleriyle, ihtiyârım haricinde bütün o mânilere karşı Risâle-i Nur şâkirtlerinin kuvve-i mâneviyelerinin takviyesine medâr ikramât-ı Ilâhiyeyi beyân ederek Risâle-i Nur etrafında mânevî bir tahşidât yaptırmak ve Risâle-i Nur kendi kendine, tek başıyla, başkalarına muhtaç olmayarak, bir ordu kadar kuvvetli olduğunu göstermek hikmetiyle bu çeşit şeyler bana yazdırılmış. Yoksa, hâşâ, kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh etmek, hodfüruşluk etmek ise, Risâle-i Nur’un ehemmiyetli bir esâsı olan ihlâs sırrını bozmaktır. Inşaallah, Risâle-i Nur kendi kendini hem müdâfaa ettiği, hem kıymetini tam gösterdiği gibi, bizi de mânen müdâfaa edip kusurlarımızı affettirmeye vesîle olacaktır. (T.H. sahife: 417)
Azîz, sıddîk kardeşlerim,
Maddî ve mânevî bir suâl münâsebetiyle hatıra gelen bir cevaptır.
Deniliyor ki: "Neden Nur şâkirtlerinin kuvvetli hüsn-ü zanlan ve katî kanaatleri, senin şahsın hakkında Nurlara daha ziyâde şevklerine medâr olan bir makamı ve kemâlâtı şahsına kabul etmiyorsun? Yalnız Risâle-i Nur’a verip, kendini çok kusurlu bir hâdim gösteriyorsun?"
Elcevap: Hadsiz hamd ve şükür olsun ki; Risâle-i Nur’un öyle kuvvetli ve sarsılmaz istinad noktaları ve öyle parlak ve keskin hüccetleri var ki, benim şahsımda zannedilen meziyete, istidada ihtiyacı yoktur. Başka eserler gibi, müellifin kabiliyetine bakıp, makbuliyeti ve kuvveti ondan almıyor; işte meydanda. Yirmi senedir katî hüccetlerine dayanıp, şahsımın maddî ve mânevî düşmanlarını teslime mecbur ediyor. Eğer şahsiyetim ona ehemmiyetli bir nokta-i istinad olsaydı, dinsiz düşmanlarım ve insafsız muârızlarım kusurlu şahsımı çürütmekle, Nurlara büyük darbe vurabilirdiler. Halbuki, o düşmanlar, dîvâneliklerinden, yine her nevî desîselerle beni çürütmeye ve hakkımda teveccüh-ü âmmeyi kırmaya çalıştıkları halde, Nurların fütuhâtına ve kıymetine zarar veremiyorlar. Yalnız bâzı zaif ve yeni müştakları bulandırsa da vazgeçiremiyorlar. (T.H. sahife: 442-443)
................................................
Risâle-i Nur sâir telifât gibi, ulûm. ve fünûndan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstâdı yok, Kür’ân’dan başka mercîi yoktur. Telif olduğu vakit hiçbir kitap müellifın yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’ânîden ve âyâtının nücûmundan, yıldızlarından iniyor, nüzûl ediyor.
Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, s. 79.
Risâle-i Nur, Kur’ân’ın Î’câzını gösteren bir tefsirdir
Eski Harb-ı Umûmiden evvel ve evâilinde, bir vâkıâ-ı sâdıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilak etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum vâlidem yanımdadır.
Dedim: "Ana korkma; Cenâb-i Hakkın emridir. O Râhim’dir ve Hâkim’dir."
Birden, o halette iken baktım ki, mühim bir zât bana âmirâne diyor ki: "Î’câz-ı Kur’ân’ı beyan et."
Uyandım, anladım ki bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılâptan sonra, Kur’an etrafındaki surlar kırılacak.Doğrudan doğruya Kur’an
kendi kendini müdâfaa edecek.Ve Kur’an’a hücum edilecek; î’câzı, onun çelik bir zırhı olacak.Ve şu î’câzın bir nevini şu zamanda
izhârına, haddimin fevkınde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak.Ve namzet olduğumu anladım.
Barla Lâhikası, s.9.