amin ecmain, cümlemizden emre kardeş.
mesela bende birşeyler soyleyecek olursam risale-i nurun anlatma metodlarından birisi de ''batılı iyice tasvir safi zihinleri idlaldir'' yani mesela dalaletin ve batıl fikirlerin açıklanması safi olan zihinleri karıştırır....bunun için risale-i nur anlatımlarında dalaleti tasvir etmez..onu çürütür zir-ü zeber eder kafasında şüphe olanın şüphesini giderir...olmayana da kabul ettirir....ama dalaletin tasviri olmadan yapılır... ...
Evet, Üstad bu yöntemi hep kullanıyor. Mesela "Kur'an hakkında medar-ı tenkid olmuş noktalar..." diyerek anlatmaya başlıyor, ama o noktaları tafsil etmiyor, anlatmıyor, hakikatleri anlatıyor, eğer sen zaten o tenkidlerle karşılaşırsan, hakikatlerle ona sen kendin cevap veriyorsun. Eğer direk, birçoğu demagojik o soruları anlatsa, senin kafan onlarla meşgul olacak, hakikatlere odaklanamayacaksın, tam konsantre olmadığın için, işin derinliğine nüfuz edemeyeceksin, belki bu sefer risaleleri de tenkid edeceksin.
bir de bilmiyorum alakalı mı mesela iman hakikatlerinin tartışma şeklinde konuşulmamasından bahsediyor üstad.....
Bu da Üstad'ın hep dikkat ettiği bir düstur olmuştur. alkan_unal kardeşin, burada tartışma dediği, nizaa ve münakaşadır. Böyle olursa, nefis sahibi insan hakikati bulmaya değil, karşı tarafı mağlub etmek için herşeyi mübah görmeye meyleder.
Kısaca, Üstad, söz söylerken şunlara hep dikkat etmiş makamında söylemiştir:
Kime? Ümmi mi, muannid mi, safî kalpli mü'min mi?
Niye? Medar-ı nizaa ve münakaşa (şiilik gibi) bir meseleyi mi anlatıyor, o zaman ona göre bir metod takip edecek, münakaşadan ötürü tarafların daha önce hiç farkına varmadığı birleştirici yerlerden bahsedecek, tarafa değil, hakikate çağıracak, yok, öyle değil, ince bir imanî meseleyi mi anlatacak? O zaman temsil dürbününü elimize verecek.
Ne zaman ve nerede? Evet, bu da önemli, mesela münazarada eski nüshalarda Kürdistan geçer, şimdi bunu kullansa, adamı topa koyarlar, halbuki o zaman, falan zat Kürdistan, falan zat Lazistan meb'usu, bilmemnesi, valisi derlerdi.
Yine mahkemede anlatmasıyla, ıstanbul'da anlatmasıyla, şarkta vaaz etmesi bir olmaz. ıstanbul'da dediğini şark insanı samimi bulmaz, hasbî bulmaz, antipati kapar, şarkta anlattığını, aynı oradaki üslub ile ıstanbul halkına anlatmaya kalksa, onlar bu hasbiyeti ve samimiyeti, ciddiyetsiz, delice bulur ve hakeza.
Bu şıklar daha da çoğaltılabilir, ama ne olursa olsun, Üstad makamına göre, damarlara basmadan (burada kastım aman darılacaksa hakikati söylemeyeyim değildir, nefisleri tahriktir.) , akıllıca konuşmuş, hep muknî cevaplar vermiş. Üstad'ın ömrüne baktığınızda, kimseyle münakaşa etmemiş olmasından bunu anlarsınız. Demek Üstad'ın bakış perspektifi daha farklı ve yüksekti.
Bunu nereden aldı? Kur'an'dan. Evet, Üstad, Kur'an'ı yaşamaya çalışmış. El-mü'minun suresine bakın, "vellezine hüm ani'l-lağvi mu'ridun" onlar ki boş işlerden yüz çevirirler, diğer ayetlere bakın, kendilerine sataşan olduğunda selâm derler geçerler, halimdirler, tevekkül ederler, aralarında merhametlidirler, kâfirlere karşı şiddetlidirler, konuştuklarında güzel söz söylerler, zulmetmezler, incitmezler, gerektiğinde fir'avn ve nemrut gibi, en büyük zalimin suratına hakikati haykırırlar, iyiliği emredip kötülükten sakındırırlar... Üstad, bunları yaşayarak, hakka'l-yakîni elde etmeye çalışarak, bunların lafzında kalmamış, letaifine de nüfuz etmiş, sırlarını keşfetmiş, tabiri caizse ruhunu bunlarla yoğurmuş, Üstad olmuş.
ışte Üstad, Risale-i Nur'dan, "Ne şarkın ulumundan (ilimlerinden), ne garbın fünunundan (fenlerinden), Kur'an'ın i'caz-ı manevisinin tereşşuhatından" diyerek bahsediyor. Kur'an'dan aldığı füyüzata takvasıyla ve faziletleriyle ayna olmuş ve risale-i nur ile bu ilhamları bize ulaştırmış. Ben, risale-i nur'un üslubundaki güzellikteki en büyük kerameti bunda görüyorum.