Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

24.05.2005, 10:25

M. Latif SALıHOğLU (saldırganlara cevaplar)

BAşLIK : Erdost'un rahatsızlığı ne?
TARıH : 26.04.2005

Alıntı sahibi ""[url=http://www.yeniasya.com.tr/2005/04/26/yazarlar/lsalihoglu.htm"

YeniAsya Gazetesi M. Latif SALıHOğLU[/url]"]Adı sanı pek duyulmamış bir şahıs, çıkmış kürsüye, önündeki mikrofondan hezeyanlar savuruyor. Karşısında kendisini kuzu kuzu dinleyen topluluğa hitaben diyor ki: "Said Nursî'nin takipçileri, onun terk ettiği görüşleri sahiplenmekte, terk etmediği görüşleri gizlemekteler."

ısminin M. ılhan Erdost olduğunu öğrendiğimiz bu şahısa göre, Said Nursî'nin kendisi de zamanla fikir değiştirmiş ve eski görüşlerinden sapma göstermiş.

Ankara'daki U. Mumcu A. G.V. Toplantı Salonunda konuşan Erdost, bu iddiasına delil olarak da Nursî'nin şu ifadesini aktarıyor: “Vicdanın ziyası ulum-u diniyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir. ıkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder..."

Gûyâ, Nursî "Yeni Said" döneminde bu fikrinden caymış, vazgeçmiş.

ılimsellik-bilimsellik adına yapılan bir toplantıda sarf edilen bu tuhaf sözleri hayret ve taaccüp içinde mütalaa ederken, birden gayr-i ihtiyari olarak meşhûr "Hayalistan" filmindeki bazı ayrıntılara takıldı, kaldı zihnim.

O filmdeki sahici çekimler bölümünde şu görüntüler dikikati çekiyor: Bilimselci Erdost, birkaç dostunu evindeki çaya dâvet ediyor. Dost meclisinde çaylar içiliyor, gırgır–şamata konuşmalar yapılıyor, vesaire... Son olarak, kafadar dostlarına şu direktifleri veriyor, Erdost: "Arkadaşlar, toplumda itibarlı kişileri karalamak, özellikle din adamlarına iftira atmak, onlar hakkında aslı-astarı olmayan iddialarda bulunmak, böylelikle en sâdık taraftarlarının bile hiç olmazsa zihnini bulandırmak, öncelikli temel görevlerimiz arasında. Ancak, kendi aramızdaki bu gizli anlaşmadan başka hiç kimsenin haberi olmayacak, dışarıya bilgi sızması halinde ise, böyle birşeyin aslı-astarı olmadığı kesin bir dille ifade edilecek."

şimdi, bu satırları okuyan Erdost'un rahatsız olacağı kuvvetle muhtemeldir. Rahatsız olacağı için de, bizi ispata dâvet edecektir. Haklıdır tabiî...

Yalnız şu var ki, kendisinin Said Nursî hakkındaki iddiası ne derece doğruysa, bizimkisi de o derece doğrudur. Dolayısıyla, iddiaların karşılıklı şekilde ispat edilmesi de, aynı mantık, yahut mantıksızlık örgüsüne dayanacaktır.

Hasılı, bir yalanı uydurmak kolaydır, önemli olan ispata dayalı gerçekleri ortaya koymaktır. ılmin ve ilim adamlığının haysiyeti bunu gerektirir.

* * *

Bediüzzaman Said Nursî, hayatının ilk devresinde neyi söylemişse, neyi dâvâ etmişse, yine aynı hakikati dile getirerek hayatını noktalamış bir şahsiyettir.

Hatta, vaktiyle yazdığı veya söylediği bir hakikati, özünü hiç değiştirmeden, asırlar öncesi ile asırlar sonrasında çağrılması halinde, yine aynı şekilde çıkıp o zamanın insanları önünde de ibraz edeceğini adeta haykırarak ifade ediyor.

ışte 1910'larda kayda geçen kendi ifadesi: "Gazetelerde neşrettiğim umum makalatımdaki umum hakaikta, nihayet derecede musırrım (ısrarlıyım".) Bkz: Divân-ı Harb-i Örfî, s. 37.

Yine aynı ifadenin devamında, şayet mâzi veya istikbâl tarafındaki mahkemelerden celp edilip çağrılsa, yayınladığı gerçekleri o zamanın üslûbuna ve anlatım modasına göre aynen ibrâz edeceğine vurguda bulunuyor ve özde bir fikrî değişimin söz konusu olamayacağını şu veciz ifadelerle dile getiriyor: "Demek, hakikat tahavvül etmez; hakikat haktır."

Said Nursî'ye iftira atmakla görevli kimselerin hevesini kursağına hapsetmek için hemen ifade edelim ki, aynı eserini 1950'lerin sonunda yeniden gözden geçirerek basılmasını isteyen Nursî, bu ifadelerini de kitapta aynen olduğu gibi bırakmıştır. Tıpkı, "Vicdanın ziyası ulum-u diniyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir..." cümleleriyle başlayan ifadelerini de eserlerinde aynen bıraktığı gibi.

* * *

Said Nursî'nin henüz hayatta iken yeni harflerle de yayınlattığı eserleri meydanda olduğu gibi, o günleri bizzat yaşayan bir kısım talebeleri de el'an hayattadır.

Bu canlı şahitlerin tümü, iftiracı Erdost'u yalanlıyor. Çünkü, "terk edildi" denilen o aynı ifadeler, halen birçok yayınevleri tarafından basılan Münâzarât isimli kitapta aynen yer alıyor.

Üstelik, bu kitap da 1950'li yıllarda yeniden gözden geçirilip son şeklini aldığı halde, şu ifadeler kitapta aynen bırakılıyor: “Vicdanın ziyası, ulum-u diniyedir, aklın nuru, fünun-u medeniyedir. ıkisinin imtizaciyle hakikat tecelli eder. O, iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. ıftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe tevellüd eder." (Bkz: A.g.e., Yeni Asya Neşriyat, s. 127.)

Acaba, bu görüş terk edilmiş olsa idi, Said Nursî tarafından üstü çizilmez miydi? Kimin bu yönde bir iddiası varsa, çıkıp göstermesi gerekmez mi?

Hem bu fikir neden değiştirilsin ki? Bu fikrin hangi ifadesinden kim niçin rahatsız olsun ki?

Erdost, lâfı eğip bükeceğine, lütfen rahatsızlığının asıl sebebini çıkıp açıkça söylesin: Acaba, bu din-ilim birleşmesinden mi rahatsızlar, yoksa asıl dertleri bu yöndeki ifadeleri sarf eden Nursî'nin değişip değişmediği meselesi mi?

Aslında yazacak, söyleyecek daha çok söz var. Ancak, mesnetsiz iddiaları yeteri kadar ciddiye almadığımız için, şimdilik bu kadarlıkla yetinmek istiyoruz.

2

24.05.2005, 10:29

Bu yazarı üç kâğıda kim getirdi?

BAşLIK : Bu yazarı üç kâğıda kim getirdi?
TARıH : 02.05.2005


Alıntı sahibi ""[url=http://www.yeniasya.com.tr/2005/05/02/yazarlar/lsalihoglu.htm"

YeniAsya Gazetesi M. Latif SALıHOğLU [/url]"]Muharrem Bayraktar isimli şahıs, Yeni Mesaj gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor. 28 Nisan 2005 tarihli "Gözlem" köşesindeki yazısının konusu, başlıktaki ifadesinden de anlaşıldığı üzere "Bir başka açıdan Said–i Nursi."

Muharrem Beyin Said Nursî'yi hangi zaviyeden tarassut ettiğini ve bu konuya hangi açıdan bakarak girdiğini merak ettiğimiz için, yazısını dikkatle okumaya başladık.

Yazının cümlelerini, paragraflarını okuyup ilerledikçe, akıl, vicdan başta olmak üzere, bütün insanî duygularımızın bir "yalan rüzgârı"na mâruz kaldığını hissetmeye başladık.

Açıkçası, insanı hayretten dehşete düşüren bir fecâat ile karşı karşıya oduğumuzu gördük. Yazar, Said Nursî'ye tamamen ters açıdan bakmış, yüzde yüz zıt yönden yaklaşmış. Tıpkı, şaşkın ördek misâli...

Bu arada, şunları düşünmeden edemedik: Yâhû, dindar geçinen bir insan, nasıl olur da bu derece aldanır, yahut aldatılır? Nasıl olur da, bir mü'min bu kadar bâriz şekilde üç kâğıda gelir, yahut getirilir? Nasıl olur da, bir allâme-i cihana böylesine çirkin yalanlar, ithamlar, iftiralar atılarak veya yutularak yazılır, yahut yazdırılır?

Hatırımıza ister istemez bunlar geldi ve bilmecburiye sormak durumunda kaldık.

Evet, şunu düşünmemek ve sormamak elde değil: Nasıl olur da, Yeni Mesaj'ın yazarı Said Nursî hakkında muhtevası yüzde yüz yalan, yanlış ve "hâzâ iftira" kabilinden bir yazı yazma gafletine düşer?

Aziz okuyucu, elbette ki şimdi "Ne oldu ve neler yazıldı?" diye sorup meselenin esasını merak ediyorsunuzdur.

O halde, şimdi sabır kuvvetine dayanarak ve dahi sinirlerinize hâkim olarak, yazının bundan sonraki kısmını dikkatle takib ediniz.

* * *

Muharrem Bey, söz konusu yazısına aynen şu cümlelerle başlıyor:

"Bu ülkenin özgür ve egemen hale gelmesi kolay olmamıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrası parsel parsel bölünmek istenen, tarih sahnesinden silinmek istenen Türkiye’nin yeniden dirilişini gerçekleştiren hareket Kuva–yı Milliye hareketi olmuştur."

Güzel. Umumî kabul gören bu güzelliğe, yazarın şu iki cümlesini de ilâve edebilirsiniz:

"Sonuçta da bugünkü Türkiye Cumhuriyeti Devleti ortaya çıkıyor.

"Kuva–yı Milliyecilerin yiğit mücadelelerine destek verenler olduğu gibi, karşı çıkanlar da olmuştur."

Güzellik, yazının daha bu ilk cümlelerinden itibaren bitiyor. Ve ne yazık ki, bundan sonraki hemen bütün ifadeler, düpedüz yalanla, yanlışla, iftirayla, karalamayla, kin, haset ve kıskançlık kokusunu yayan bir edâ ile devam edip gidiyor.

ışte, baştan sona kara çalmaya matuf bu yazının devam eden cümlelerinden birkaç örnek:

"(Kuva–yı Milliye hareketine) karşı çıkanların en başta gelenlerinden biri ise, Said–i Nursi, ya da diğer ismiyle Said–i Kürdi!

"Said–i Nursi’yi ihtişamlı törenlerle kutlayanlara, onun hatırasını yaşatmak için toplantı üstüne toplantı düzenleyenlere, bugün bir belge sunacağım.

"...30 Ekim 1918’de Osmanlı’nın tasfiyesi fiilen yürürlüğe girmişti. Bu tasfiye anlaşmasına karşı, ülkenin bir çok yerinde örgütlenen ve yeni bir özgürlük savaşına girişen 'Kuvvacılara' karşı çıkan teşkilatlar arasında Teal–i ıslam Cemiyeti vardı. Başındaki ıslâm kelimesi sizi aldatmasın, bu cemiyeti kurduran ıngilizlerdi.

"Teal–i ıslam’ın yönetim kurulunda bulunan etkin isimlerden biri de Said–i Kürdi idi.

"Teal–i ıslam Cemiyeti 16 Eylül 1919’da ıkdam gazetesinde bir bildiri yayınlayarak, Türk milletini Kuva–yı Milliye’ye destek vermemeye, hatta onlara karşı mücadele etmeye çağırıyordu. Bu bildirinin altında imzası bulunanlardan biri de Said–i Nursi idi.

"Oldukça uzun olan bu bildirinin bir bölümünü size aktararak, Türk milletini Milli Mücadeleden uzak tutmaya çalışan bu şaşırtıcı ifadelerin yorumunu sizlere bırakmak istiyorum..."

Adına "fetvâ-yı şerife" de denilen bu bildiri metninde Anadolu halkına hitap edilerek, Kuvvâ-yı Milliyeciler "Selanik dönmeleri, hainler, canavarlar, hinoğlu hinler, Allah’tan korkmaz, Peygamberden utanmaz mahluklar" gibi galiz tâbirlerle yâd ediliyor, halka "Allah’ını, Peygamberini ve padişahını seven bu tarafa gelsin" çağrısı yapılıyor, kezâ millî kuvvetler "ıngilizleri kızdırıp üzerimize Yunanlıları musallat ettirmek"le itham ediliyor ve sonunda "Cenâb–ı Hakk’ın gazap ve lâneti sizin üzerinize olsun" denilerek, onlara lânet okunup bedduada bulunuluyor.”

Yazının sonlarında—söz verdiği halde—yorumu okuyucuya bırakmayarak kendi kendini tezkip eden sayın yazar, şunları ifade ediyor:

"Altında Said–i Nursi’nin de imzası bulunan 'Kuva–yı Milliye’yi yok edin' bildirisinden bir kesit aktardım size. Adeta ıngiliz istihbaratının kaleme aldığı bir bildiriyi andırıyor bu satırlar.

"Kuva–yı Milliye ruhu ile ülkenin dört yanından toplanan, Yunan’a karşı savaşan Müslümanları 'Artık Yunanlıları öldürmeyin, bu bizim aleyhimize' diyebilecek kadar ürkütücü ifadeleri şaşkınlıkla okuduk.

"Allah’ını ve Peygamberini seven, 'bağımsız bir vatanda, düşmanın çiğnemediği özgür bir ülkede' daha rahat yaşamak, ibadetini daha güzel yapmak için mücadele eder. ıngiliz’e boyun eğmeye, Allah’ı, Peygamberi–haşa–alet etmez.

"ızmir Yunan işgali altında iken, Cuma namazı için camiye toplanan cemaate karşı 'ızmir Yunan’ın elinde iken size Cuma namazı kıldırmam' diye kükreyen Denizli Müftüsü Ahmed Hulusi Efendi mi yanlış yaptı, yoksa 'Aman Yunan’ı daha fazla öldürmeyin' diye bildiri yayınlayanlar mı? Bu bildirinin ve Kuva–yı Milliye karşıtlığının perde arkasını aralamak ayrıca bir tarihî zorunluluk değil mi?

"Said–i Nursi’nin bu boyutunu ortaya koymadan, sadece Risâlelere takılarak yön bulmaya çalışmak, yanlış olur diye düşünüyorum."

* * *

Evet, ortada bir yanlışlık olduğu muhakkak; ama, nerede ve kimde bu yanlışlık?

Denizli Müftüsü, tabiî ki doğru olanı yapmış.

Aynı şekilde, harp gazisi bir vatanperver olarak Said Nursî'nin de, yukarıdaki fetvânın tam aksine, üstelik "Hareket-i Milliye" lehinde bir fetvâ yayınladığı, üstelik neşrettiği "Hutûvât-ı Sitte" isimli eseriyle ıngiliz işgaline karşı mücadale ettiği ve hasseten bu gerekçeyle Ankara'daki Millet Meclisine dâvet edilerek resmî "Hoşâmedî" ile karşılandığı da—Meclis'teki Kuvvâ-yı Milliyeciler dahil—binlerce insanın şahitliğiyle vâkidir ve doğrudur. (Bkz: TBMM Zabıt Ceridesi, 9.XI.1338/1922.)

O halde, temel yanlışlık yazar Muharrem Bayraktar'ın kendisinde. Yazar, bu acib yanlışını özür dileyerek derhal düzeltmeli, tashih etmeli. Aksi halde, kendisini üç kâğıda getirenlerle birlikte çalışıyor durumuna düşürmüş olacak.

* * *

Evet, Said Nursî'ye bugüne kadar pek büyük iftiralar atıldı, isnatlarda bulunuldu. Ancak, böylesi hiç görülmedi.

Birinci Dünya Harbinde, vatan savunması için bütün talebelerini başına toplayarak Kafkas Cephesinde Rus ordusu ve Ermeni çetecilere karşı canla başla mücadele eden Said Nursî, ıstanbul'u işgal eden ıngiliz cebbarlarının yüzüne şöyle tükürüyordu: "...Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!" (Tarihçe-i Hayat, s. 124.)

şimdi soruyoruz: Said Nursî "ışgalci ıngiliz yanlısı" gösterildiği takdirde, onun bu okkalı tükrüğü kime ve nereye gidecek?

Bakınız, yine o "Hutûvât-ı Sitte" isimli eserin "Altıncı Hatve"sinde işgalciler için ne diyor: "...Hey! Ekpekü'l-küpekâ! Köpekten tekepküp etmiş köpek! Senin yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla, ruh ve kalbimiz sağ kalır. Ceset de şehit olur."

Evet, bütün bunları merdane şekilde çıkıp haykırdığı için, Kuvvâ-yı Milliyeci Meclis üyeleri tarafından bile alkışlanan ve memleket için hayır duâsı istenen Said Nursî'yi, şayet bütün bu söylediklerinin tam aksi yönünde itham eden olursa, acaba onun hali nice olur, varın bunun tarifini, izahını siz yapın.


Bediüzzaman'ın 19 Ocak 1923'te Meclisteki

mebûslara yaptığı hitaptan


Ey mücâhidîn-i ıslâm!

Bu fakirin bir meselede on sözünü, birkaç nasihatini dinlemenizi rica ediyorum.

Evvelâ: şu muzafferiyetteki hârikulâde nimet-i ılâhiye bir şükran ister ki devam etsin, ziyade olsun. Yoksa, nimet şükrü görmezse gider.

Saniyen: Âlem-i ıslâmı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız. Lâkin o teveccüh ve muhabbetin idamesi, şeâir-i ıslâmiyeyi iltizamla olur. Zira, Müslümanlar ıslâmiyet hesabına sizi severler.

Salisen: Bu âlemde evliyaullah hükmünde olan gazi ve şühedalara kumandanlık ettiniz. Kur'ân'ın evâmir-i kat'iyesine imtisal etmekle, öteki âlemde de o nurânî güruha refik olmaya çalışmak, sizin gibi himmetlilerin şe'nidir.

Sadisen: Hasmınız ve ıslâmiyet düşmanı olan frenkler, dindeki lâkaytlığınızdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar. Hattâ diyebilirim ki, hasmınız kadar ıslâma zarar veren, dinde ihmalinizden istifade eden insanlardır.

Tasian: Sizin bu ıstiklâl Harbindeki muzafferiyetinizi ve âli hizmetinizi takdir eden ve sizi can ü dilden seven cumhur-u mü'minîndir. Ve bilhassa tabaka-i avâmdır ki, sağlam Müslümanlardır. Sizi ciddî sever ve sizi tutar ve size minnettardır ve fedakârlığınızı takdir ederler. (Hubâb Risâlesi)

3

24.05.2005, 10:31

Sahte belgelerin gönüllü nâşirleri

BAşLIK : Sahte belgelerin gönüllü nâşirleri
TARıH : 03.05.2005


Alıntı sahibi ""[url=http://www.yeniasya.com.tr/2005/05/03/yazarlar/lsalihoglu.htm"

YeniAsya Gazetesi M. Latif SALıHOğLU [/url]"]Bediüzzaman Said Nursî'yi karalamak isteyenlerin ortak bir özelliği var: Sahte belgelere dayanmak, yahut hayalî iddialara sığınmak. Hayatta iken, ona muarız olanların elinde hep bu tür avuntular vardı. Sevk edildiği mahkemelerde karşısına hep bu tarz asılsız iddialarla çıkıldı. Ne yazık ki, vefatından sonra da onun aleyhinde ileri sürülen bütün iddia ve isnatların arkasında, yine tamamı aynı türden dizi dizi sahtekârlıklar çıktı ortaya.

Geçmişte, bu çeşit asılsız iddia ve sahte belgelerle çok uğraştık. Hepsinin birer uydurmadan ibaret olduğunu ortaya koyarak, iddia sahiplerinin yüzüne çarptık.

Fakat, bu asılsız iddia sahipleri, yalana, iftiraya doymazcasına ve bir yerden emir almışcasına aynı alışkanlıklarına devam ettiler.

Tıpkı, 1960 Darbesinden sonra ihtilâlciler tarafından resmen görevlendirilen Turan Dursun ve Neda Armaner gibi şahısların, Nursî ve eserleri hakkındaki uydurma yalanlarında, çirkin iftiralarında ve iğrenç karalamalarında ısrar ettikleri gibi...


Meydan boş değil


Geçmişte olduğu gibi, maalesef günümüzde de yine aynı türden belgelere sığınarak Nursî hakkında iftira ve karalama çamurunu sıçratanlara rastlamaktayız.

Bunlar, hakikat ehli kimselerin nazarında maskara durumuna düştükleri halde, bildiklerini okumaya yine berdevamdırlar.

Demek ki, bu işi kasten ve bilerek yapıyorlar. Zira, kast-ı mahsus ile yalana, yanlışa tevessül etmeyen bir kimse, farkına vardığı anda, özür beyanıyla birlikte hatadan dönme faziletini gösterir.

Aynı hatada ısrar ve inatla devam edenler ise, karşımızda bir "ümitsiz vak'a" şeklinde durmaktalar ki, bunlar için yapacak fazla birşey yok. Yapılacak ve onlara en azından hissettirilecek belki de bir tek şey var, o da onlara "meydanın boş olmadığını" göstermek. şayet meydanın boş olduğunu görseler, bunları gemi azıya alacakları ve ahlâkî hiçbir sınır tanımaksızın karalama kampanyasına devam edecekleri muhakkaktır.

Ne var ki, üzerine çamur sıçratmakla, altının kıymeti düşürülemez.


Birkaç misâl


ışte size sahte belgelere yaslanarak ve uydurma iddialara dayanarak Said Nursî'ye kara çalma hevesine kapılanlardan birkaç örnek.

"Said-i Nursî ve Kürt Sorunu" isimli kitabın (DOZ Yayınları, ıst. 1991) yazarı olan Malmisanij'e göre, Said Nursî, Cumhuriyet devri yöneticilerinden korktuğu için, şeyh Said ayaklanmasına katılmamış. Ayrıca, hayatının bağışlanması karşısında, rejimle çatışmamış, hatta hâkim zihniyetle uyum içinde görünmeye çalışmış.

Oysa, ömrünün son otuz beş yılını sürgünlerde, hapislerde, zindanlarda maddî-mânevî işkenceler altında geçiren ve on dokuz kez zehirlenen Said Nursî'nin, dönemin idarecileriyle zerre kadar uyuşmadığını ve onlarla sürekli şekilde fikrî ve hatta itikadî çatışma içinde olduğu, belgelerle, vesikalarla âyân-beyân ortaya konulduğu halde, bu iftiracı şahıs, çıkıp herhangi bir özür dileme, yahut yanlışını düzeltme cihetine gitmedi.

* * *

Bir diğer misâl, Selçuk Üniversitesindeki dört akademisyenin ortaklaşa hazırlamış olduğu "Atatürk ılkeleri ve ınkılâp Tarihi" isimli yardımcı ders kitabı. (Sel-Ün Yayınları, Konya, 1998.)

Bu kitapta, Said Nursî "Kürt Teali Cemiyeti"nin faal bir üyesi olarak gösteriliyor. Halbuki, kaynak olarak gösterdikleri belge yüzde yüz sahte ve uydurmadır. Biz bu gerçeği 1999 Haziranında günlerce devam eden bir tefrika ile ortaya koyduğumuz halde, bu iftiranâmeye imza atan ekipten bir tek kişi çıkıp da ne özür diledi, ne de hatasını telâfi etme cihetine gitti.

* * *

Üçüncü ve son misalimiz, dünkü yazıda da sözünü ettiğimiz Yeni Mesaj'ın yazarı Muharrem Bayraktar. (Aynı zamanda BTP'nin MYK üyesi.)

Üstad Bediüzzaman'ı fikir ve dâvâsının tam zıddı yönünde gösterme işgüzarlığında bulunan bu şahsı da—iddiasının uydurma olduğunu ispat ile—en kısa zamanda özür dileyerek, yaptığı hatadan dönme fazileti göstermeye dâvet ettik. Kendisinden şu âna kadar henüz bir ses–sadâ çıkmadı. Okuyucularımız ise, bu çirkin iftiraya karşı âdeta feverân ediyor ve bir cevap bekliyor.

Sayın yazara, Ankara'dan Rafet Kalyoncu'nun kendisine hitaben göndermiş olduğu bir "uyarı mesajını" burada yayınlayarak şimdilik noktalıyoruz:

"Sayın M. Bayraktar,

28 Nisan tarihli yazınızda, büyük bir yanlışlık yaptığınız anlaşılıyor.

"Orada anlatmak istediğiniz kişinin Bediüzzaman Said Nursî olması mümkün değildir.

"Çünkü, kendisi ıstanbul'da Millî Mücadele aleyhine verilen fetvaya karşı çıkarak, işgal altında verilen fetvanın geçersiz olduğunu ve Anadolu'daki bu hareketin desteklenmesi gerektiğini beyan ederek, ıngilizlere karşı bildiri neşretmiştir. Bunun üzerine, M. Kemal tarafından Ankara'ya dâvet edilmiş ve Meclis'te mebuslara hitaben bir konuşma yapmıştır. Bunların belgeleri yayınlanmıştır.

"Sizin bahsettiğiniz kişi belki, aynı ismi taşıyan ve Millî Mücadeleye karşı olduğu için daha sonra yurt dışına sürülmüş olan Said Molla lâkaplı şahıs olabilir.

"Bu konuda bir düzeltme yayınlarsanız, en azından 'Yanlıştan dönmek de bir fazilettir' düstûruna uygun davranmış olursunuz. Aksi takdirde bu bariz iftira ile Said Nursî'ye değil, sadece kendi güvenirliliğinize zarar vermiş olursunuz."

4

24.05.2005, 10:34

"ıkişer ikişer gelsinler"

BAşLIK : "ıkişer ikişer gelsinler"
TARıH : 04.05.2005


Alıntı sahibi ""[url=http://www.yeniasya.com.tr/2005/05/04/yazarlar/lsalihoglu.htm"

YeniAsya Gazetesi M. Latif SALıHOğLU[/url]"]Fikir dünyamız, zararlı virüslerin hücumuna, saldırısına maruz durumda. Vaktimizin yarıdan fazlası, bunları ayıklamakla, temizlemekle geçiyor.

Ne yapalım, zuhûrat böyle...

Düşünce dünyasına musallat olan bu virüsler, hem öylesine nâmert ve sinsî bir karaktere sahiptirler ki, üzerimize teker teker değil, hatta ikişer ikişer de değil, çoğu kez dört koldan dörder dörder hücuma geçip geliyorlar.

ınsaf sahibi biri çıkıp onlara şu dileğimizi iletse memnun oluruz: "Saldırdıklarında, hiç olmazsa ikişer ikişer gelsinler."

Tıpkı, dört kişinin birden saldırısına maruz kalan medrese talebesi "Küçük Said"in hocası Seyyid Nur Mehmed Hazretlerine söylediği gibi: "şeyh Efendi! Bunlara söyleyin, benimle döğüştükleri vakit, dördü bir olmasınlar, ikişer ikişer gelsinler." (Bkz.: Abdurrahman; Tarihçe-i Hayat, s. 3.)

* * *

Sizlerin de takip ettiği, haklı ve geçerli hiçbir dayanları bulunmadığı halde, Bediüzzaman Said Nursî ve onun temsil ettiği dâvâya karşı sistemli saldırılarla karalama çabaları hiç eksik olmuyor.

ınsafı, vicdanı bir kenara bırakarak saldıranların arasında, Kemalistler, laikçiler, ihtilâlciler, Türkçüler, Kürtçüler başta olmak üzere, özellikle son zamanlarda bunlara bir de "dinci" diye geçinenler eklendi.

Onlar da Bediüzzaman Hazretlerine olmadık isnat ve iftiralarla saldırmaya başladılar.

Tabiî, işin en ıztırap veren tarafı, iftira silâhını bilerek kullanmalarıdır. Zira, orta düzeyde bir zekâ sahibi de bilir ki, Hz. Bediüzzaman, hiçbir zaman ve zeminde vatana ihanet etmemiş, millet düşmanlarıyla beraber olmamış, hele hele işgal kuvvetleriyle müşterek bir hareket içinde bulunmamıştır.

Demek ki, nifak tohumunu bilerek ekiyorlar; tâ ki, meselenin iç yüzünü bilmeyenlerin zihnini bulandırsınlar.

* * *

Başta da dediğimiz gibi, taarruz dört koldan ve üstelik dörder dörder...

Bir bakıyorsunuz Kürtçüsü saldırıya geçmiş, bir bakıyorsunuz Türkçüsü yaylım ateşini başlatmış:

Birinci kısım, "Bediüzzaman niçin Türklerle beraber olup onlara hizmet etti? Neden kitaplarını Türkçe lisanıyla yazdı?" diye ateş püskürüyor.

Irkçı diğer kesim ise, "O bir Kürttür, yeminli Türk ve Atatürk düşmanıdır. Ayrılıkçı bir kişidir. Kürt devleti kurmak istemiştir" diye, bırakın ıslâmiyetle, insaniyetle dahi alâkası olmayan bir husûmet ateşini körüklüyor.

ışte, bu ikinci güruhtan bir şahıs, "Ufuk Ötesi" isimli aylık bir dergide, Said Nursî'ye kinini öyle bir kusmuş ki, hayret etmek bir yana, okuyunca insaniyet nâmına utanmamak, ar etmemek elde değil.

Adı geçen derginin Mart 2005 sayısında "Millî Strateji" başlığıyla yazan Dr. Alptürk Ünlü, milyonların imanına hizmet eden ve bu vatanı her türlü anarşiden muhafazaya çalışan Bediüzzaman Hazretleri hakkında bakın neler yazıyor:

"Türk milliyetçiliği için, günümüz Türkiye'sinde en tehlikeli ve en keskin hareket, Said-i Kürdi etiketi taşıyan harekettir.

"Acı olan nokta, Said-i Kürdi anlayışının bu ülkenin derinliklerine kök saldığı ve bu kök salmada, ekonomik, bürokratik ve medyatik faaliyetleri de yoğun bir şekilde kullandığıdır.

"Said-i Kürdicilerin hedef ve amaçları, Türkiye Türklüğünün millî bütünlüğünü, millî birliğini ve bu yoldaki geleceğini saldırılarla çökertmektir.

"Onlar, kendi cephelerinden ve beslenme ile yönlendirilme kaynakları açısından haklı olduklarını düşünmektedirler. Çünkü, liderleri olan Said-i Kürdi adlı şahıs, cumhuriyet tarihinde adam yerine konmamış ve hayale dayanan düşünceleri de dikkate alınmamıştır.

"Günümüzde bu Said-i Kürdicilere karşı en kararlı mücadeleyi Türk Silâhlı Kuvvetleri vermektedir."

* * *

Yazar Ünlü'nün iki tam sayfayı bulan yazısı, baştan sona bu minval üzere gidiyor.

Tabiî, bu koskoca iftiranâmeyi döşerken vicdanının titreyip titremediğini bilemiyoruz. Ama, eğer titreseydi, herhalde bir derece kendine gelip bu kadar da şirazeden çıkmazdı.

Burada iftira sahibine değil, ama dergi idaresinin ve meselenin hakikatini öğrenmek isteyenlerin nazar-ı dikkatine sunmak üzere, Bediüzzaman Hazretlerinin vatan, millet ve hassaten Türk milleti hakkında sarf ettiği bazı sözlerini (bunları okuyunca bu kez Kürtçüler kızacak, ama ne yapalım), yine kendi eserlerinden aktarmaya çalışalım.

"Türk milleti Kur'â'nın bayraktarı ve senâ-i Kur'âniyeye mazhar olduğu için, o milleti çok sevdim ve hayatımı onların içinde geçirdim." (Emirdağ Lâhikası, s. 245.)

"Ben herşeyden evvel Müslümanım ve Kürdistan'da dünyaya geldim. Fakat, Türklere hizmet ettim ve yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sâdık ve en hâlis kardeşlerim Türklerden çıkmış. Ve ıslâmiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, meslek-i Kur'âniyem cihetiyle, her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsî hizmetimin muktezasıdır." (Tarihçe-i Hayat, s. 202.)

"Türk cemiyetinin imânı nâmına bir Said değil, bin Said fedâ olsun." (Age, s. 544.)

"Risâle-i Nur, dinsizlik cereyanının bu vatanı mânevî istilâsına karşı Sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur'ânî vazifesini görebilir ve âlem-i ıslâmın bu mübarek vatan ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ittihamlarını izale etmek için matbuat lisanıyla konuşmak lâzım." (Emirdağ Lâhikası, s. 90.)

Evet, bunlar gibi daha nice sözlerin sahibine ve aynı paralelde hizmet eden bir zâta karşı Türk milleti adına düşmanlık etmek ve onu en büyük düşman görmek, acaba hangi vicdana sığar ve bu iş hangi akla hizmet ile olur.

5

24.05.2005, 10:37

Türk'e düşman kazandırma stratejisi (1)

BAşLIK : Türk'e düşman kazandırma stratejisi (1)
TARıH : 05.05.2005


Alıntı sahibi ""[url=http://www.yeniasya.com.tr/2005/05/05/yazarlar/lsalihoglu.htm"

YeniAsya Gazetesi M. Latif SALıHOğLU[/url] "]Türkiye'de ırkçılık illetine kapılmış kişi ve grupların Üstad Bediüzzaman hakkında kullanmayı özellikle tercih ettikleri isim, lâkap şudur: Said-i Kürdî.

Üstad Bediüzzaman, 1920'den sonraki "Yeni Said" devresinde bu imzayı terk ettiği ve mutlak ekseriyetle "Said Nursî" ismini kullandığı halde, ırkçı kesim ısrarla ve inatla "Said-i Kürdî" demeye devam ediyor.

Sebebi gàyet derecede açıktır: Bir "frenk illeti" olan ırkçılık marazına yakalananlar için en önemli şey, ırkçılığı körüklemede istimal edilebilecek malzemelerdir.

ışte, bu iflâh etmez ve ettirmez marazın iki ucunu tutmuş olan Türkçüler ile Kürtçüler, "Said-i Kürdî" tâbirini de büyük bir zevk ve iştahla kullanıyor.

Böyle yapmakla, dar muhakemeli Kürtçüler, kendi kısır dâvâları için muktesep bir pay çıkarmayı hesaplarken; herkesi düşman görmeyi yeğleyen Türkçüler ise, "Bakın, Said Nursî bizden değildir; arkasından gitmeyin" mesajını yaymaya çalışıyor.

Her iki tarafı çileden çıkartıp kudurma noktasına getiren gelişme ise, din ve vatan birliğine inanmış yüz binlerce Müslüman Türk ve Kürt evlâdının, Üstad Bediüzzaman'ın temsil ettiği dâvâ etrafında kenetlenerek birleşmesi, kardeş olup kucaklaşmasıdır.

Bütün nifak ve şikak tohumlarının ekilmesine, bütün kin ve husûmet ateşinin körüklenmesine rağmen, bu samimî kardeşlik bağları sarsılmıyor, kopmuyor, kesilmiyor.

Tıpkı, Saadet Asrındaki Habeşî Bilâl, Fârisî Selmân ve Arabî Ebâzer gibi sahabiler arasındaki kuvvetli, sarsılmaz kardeşlik modeli gibi...

Hakikat-i hâl bu merkezde olmasına rağmen, bütün hayatını din, vatan ve millet uğrunda sarf eden, üstelik dünya umuru nâmına hiçbir şey istemeyen, dahası maddî ve dünyevî hiçbir şeye sahip olamadan ebediyete intikal eden Bediüzzaman Said Nursî'ye, onun ihlâslı talebelerine ve onun Kur'ân tefsiri olan eserlerine karşı, akıl almaz derecede bir kin ve garaz hissiyle düşmanlık edenlere rastlanıyor.

ışin acip, garip tarafı, bazıları din, vatan, milleti adına yapıyor bu düşmanlığı. Üstelik, her türlü hile ve desiseyi de mübah görerek: ıtham, iftira, yalan, karalama, tahkîr, tezyif, şüphe, tereddüt, vs., menfi tarzda istimal edilebilecek her türlü silâh var bunlarda. Ve, hiç çekinmeden fütursuzca kullanmaktalar bu silâhları.

ışte, ırkçılık batağına saplanmış ve bu türden silâhlarla Said Nursî'ye karşı yaylım ateşini başlatmış olan, bir silâhşörle daha karşı karşıyayız: Türkçü-Turancı Nihal Atsız...

Türkçülerin "Atsız kanadı"na göre, "Nihal Atsız, Türk milliyetçiliğinin Ziya Gökalp'ten sonraki en büyük ismi"dir. (Not: Eski lâkabı "Kürt Ziya" olan bu çift taraflı ırkçılık körükleyicisi şahsiyetin hakiki hüviyetini öğrenmek için "Türkçe ıbadet Tartışması" isimli kitabımıza bakabilirsiniz.)

ışte, dünkü yazımızda da belirttiğimiz üzere, bir aylık dergide "Millî Strateji" başlığıyla yazı yazarak Üstad Bediüzzaman'a olmadık suçlamalarda bulunan ve onu Türk milletinin en büyük, en tehlikeli düşmanı olarak tanıtan zihniyetin fikir ve ilham kaynağının da, "Türk'e düşman kazandırma stratejisi" güden Gökalp ve Atsız gibi "Türkçüler" olduğunu anlamak hiç de zor değil.

Bu sebeple, yazımızın bundan sonraki bölümlerinde, bir kısım Türkçülerin akıl hocası durumundaki Nihal Atsız'ın Bediüzzaman Said Nursî hakkında ileri sürdüğü iddia ve isnatlar ile bunlara karşı verilen cevaplar, yapılan izahlar yer alacak.

11 Aralık 1975'te ölen Nihal Atsız'ın, 1964'te yayınlanmış "Nurculuk denen sayıklama" başlıklı uzun bir makalesi var. Ona bağlı Türkçüler, koca bir iftiranâme hüviyetindeki bu yazıdan hem ilham alıyor ve hem de her fırsatta ondan iktibaslar yaparak meseleyi gündeme getiriyor.

Bakalım, Hüseyin Nihal Atsız, 7 Mart 1964 tarihli ve 109 sayılı Ötüken dergisinde Nursî ve Nurculuk hakkında neler yazmış ve ne tür iddialarda bulunmuş, izah ve cevaplarıyla birlikte bu konuya inşaallah devam edelim.

6

24.05.2005, 10:45

Türk'e düşman kazandırma stratejisi (2)

BAşLIK : Türk'e düşman kazandırma stratejisi (2)
TARıH : 06.05.2005


Alıntı sahibi ""[url=http://www.yeniasya.com.tr/2005/05/06/yazarlar/lsalihoglu.htm"

YeniAsya Gazetesi M. Latif SALıHOğLU[/url] "]Nihal Atsız'ın kırk sene evvel Ötüken dergisinde neşrettiği (7 Mart 1964) Üstad Bediüzzaman hakkındaki kin, nefret ve iftira yüklü makalesi, onun takipçileri tarafından her fırsatta ısıtılıp ısıtılıp gündeme getiriliyor.

Atsız'ın bu iftiranâmesi, pekçok Müslüman Türk evlâdının Bediüzzaman Said Nursî'den soğumasına, ondan uzaklaşmasına, dahası serapa iman hakikatlerini ihtiva eden Nur Risâlelerinden mahrûm kalmasına sebebiyet verdi. Dolayısıyla, "Türkçü" geçinmelerine rağmen, Müslüman Türk milletine mânen en büyük zararı verenlerden biri oldu.

şimdi, Atsız'ın söz konusu "Nurculuk denen sayıklama" başlıklı makalesinde bakalım ne tür isnatlar yer alıyor. Hem bunları okuyalım, hem de bu türden iddia ve isnatlara Üstad Bediüzzaman'ın, talebe ve dostlarının vaktiyle vermiş olduğu cevaplara, yapmış olduğu izahlara bakalım.

Gökalp'in yolundan giden Atsız, bahsi geçen yazısının başlarında konuya şu ifadelerle giriyor: "Nurculuk nedir? Gazetelerde ikide bir görülen Nurcular, Nur Risâlesi talebeleri kimdir? Aralarında avamdan aydına kadar, mühendis, avukat ve doktora kadar her türlü adamın bulunduğu Nurculuk, Saîd-i Nursî adında cahil bir Kürdün peşine takılmış cahil bir sürü, Nur Risâlesi talebeleri de Saîd-i Nursî'nin o çetrefil ve cahil Kürt Türkçesiyle yazdığı Risâleleri, atom fiziği ve Einstein nazariyesini okur gibi toplanıp okuyan bir yığın zavallıdır."

Nihal Atsız'ın bu tahkir ve tezyif çamurları sıçratan isnatlarına karşı, aynı zamanda imanlı bir milliyetçi olan Osman Yüksel Serdengeçti'nin "Said Nur ve Talebeleri" başlıklı makalesinden ilk cevabı verelim:

"Bahtiyar bir ihtiyar var. Etrafı, sekiz yaşından seksen yaşına kadar bütün nesiller tarafından sarılmış. Yaşlar ayrı, başlar ayrı, işler ayrı... Fakat bu ayrılıkta gayrılık yok. Hepsi birşeye inanmış: Allah'a... O'nun ulu Peygamberine. O'nun büyük kitabına. Kur'ân henüz yeni nâzil olmuş gibi, herkes aradığını bulmuş gibi bir hâl var onlarda. Said Nur ve talebelerini seyrederken, insan kendini âdetâ Asr-ı Saadette hissediyor. Yüzleri nur, içleri nur, dışları nur. Hepsi huzur içindeler.

"...Said Nur, üç devir (Meşrutiyet, ıttihad ve Terakki, Cumhuriyet) yaşamış bir ihtiyar. Gün görmüş bir ihtiyar... ımanı, sıradağlar gibi muhkem. Bu adam, üç devrin şerirlerine karşı imanlı bağrını siper etmiş. Allah demiş, Peygamber demiş, başka birşey dememiş... Hiçbir zalim onu eğememiş, hiçbir âlim onu yenememiş. Kayalar gibi çetin, müthiş bir irade. şimşekler gibi bir zekâ. ışte Said Nur!

"Mahkemelerdeki müdafaalarını okuduk. Bu müdafaalar bir nefis müdafaası değildir, büyük bir dâvânın müdafaasıdır. Celâdet, cesaret, zekâ eseri, şaheseri...

"Niçin Sokrat bu kadar büyüktür? Bir fikir uğruna hayatı hakîr gördüğü için değil mi? Said Nur en az bir Sokrat'tır; fakat ıslâm düşmanları tarafından bir mürteci, bir softa diye takdim olundu.

"...Yıllardır mukaddesatları çiğnenmiş vatan çocukları, mahvedilen nesiller, imana susayanlar, onun yoluna, onun nuruna koştular. Üstad'ın Nur Risâleleri elden ele, dilden dile, ilden ile ulaştı, dolaştı. Genç-ihtiyar, cahil-münevver, sekizinden seksenine kadar herkes ondan birşey aldı, onun nuruyla nurlandı.

"Gözlerinin nuru sönmüş, iç âlemlerinin ışığı sönmüş, harabeye dönmüş olan körler, bu nurdan, bu ışıktan korktular.

"...Onun nuru, Kur'ân'ın nuru, Allah'ın nuru vatan sınırlarını da aştı; bütün âlem-i ıslâmı dolaştı. şimdi Türkiye'de, her teşekkülün, vatanını seven herkesin, önünde hürmetle durması lâzım gelen bir kuvvet vardır: Said Nur ve talebeleri. (Bkz: Mâbedsiz şehir, s. 149 ve Tarihçe-i Hayat, s. 545.)

Yine, Serdengeçti ile aynı paralelde Said Nur ve talebelerini tahlil eden devrin en itibarlı gazetecilerinden, aynı zamanda milliyetçi–mukadesatçı kişiliğiyle de bilinen Eşref Edip Fergan'ın "Uzun bir ayrılıktan sonra" başlıklı yazısından kısa iktibaslarla devam ediyoruz:

"Üstad'la tanışmamız kırk seneyi geçti... Üstad, kendine mahsus şivesiyle, yüksek ilmî meselelerden konuşur, onun konuşmasındaki celâdet ve şehamet bizi de heyecanlandırırdı. Harikulâde fıtrî bir zekâ, ılâhî bir mevhibe. En mu'dil meselelerde, zekâsının kudret ve azameti kendisini gösterir. Daima işleyen ve düşünen bir kafa. Onun rehberi yalnız Kur'ân. Bütün feyiz ve zekâ kaynağı bu.... ıslâmın gayetü'l-gayesi olan tevhid ve Allah'a iman esası, onun ve Risâle-i Nur'un en büyük umdesidir.

Mücahede ile gönüllerde iman ve Kur'ân hakikatlerini yerleştirmek için geçen uzun, bir asra yakın bir ömür. Fazilet ve şehametle geçen bir ömür. Harp meydanlarında, mücahitlerin önünde, kılıç elinde, dim dik ayakta düşmana saldıran bir kahraman. Esarette, düşman kumandanına karşı koyan bir kahraman. ıdam sehpasında, düşman kumandanını düşündüren, insafa getiren bir kahraman.

"Millet ve memleket için canını vermekten zerre kadar çekinmeyen bir fedaî. Fitnenin, bozgunculuğun en müthiş düşmanı. Milletin menfaati için, her türlü zulme, işkenceye tahammül ediyor. Ona zulmedenlere beddua bile etmez. Onu zindanlara atanlara, ancak salâh ve iman temenni eder.

"...Memleketin her tarafında 600 bini mütecaviz, belki bir milyonu bulan talebeleri, memleketin en faziletli evlâtlarıdır. Üniversitenin muhtelif fakültelerinde müsbet ilimler tahsil eden şakirtleri pek çoktur; yüzlercedir, binlercedir. Hiçbir Nur talebesi yoktur ki, sınıfının en faziletlisi, en çalışkanı olmasın. Memleketin her tarafında bulunan bu yüz binlerce Risâle-i Nur talebesinden hiçbirinin, hiçbir yerde âsâyişi muhil hiçbir hareketi, hiçbir vak'ası yoktur. Her Nur talebesi, hükûmetin, nizam ve intizamın tabiî birer muhafızıdır, âsâyişin mânevî bekçisidir." (Bkz: Eşref Edib; Tenkit ve Tahliller, s. 13–16 ve Tarihçe- Hayat, s. 541.)

7

24.05.2005, 10:49

Türk'e düşman kazandırma stratejisi (3)

BAşLIK : Türk'e düşman kazandırma stratejisi (3)
TARıH : 07.05.2005


Alıntı sahibi ""[url=http://www.yeniasya.com.tr/2005/05/07/yazarlar/lsalihoglu.htm"

YeniAsya Gazetesi M. Latif SALıHOğLU[/url] "]Türk milletine düşman kazandırma stratejisi güden öncü teorisyenlerden biri Ziya Gökalp ile, bir diğeri Nihal Atsız'dır. Bu stratejinin pratisyenleri ise ayrıdır. Onlar, ekseriyetle askerî ve siyasî cenahtan kimselerdir.

Burada üzerinde durduğumuz konu, ikinci kademedeki teorisyen ve günümüz bir kısım Türkçülerin de akıl hocası olan Nihal Atsız'ın, Nursî, Nur Risâleleri ve Nur talebeleri hakkında ileri sürdüğü iddia, yahut isnatlarıdır.

ışte, tâ kırk sene evvel neşrettiği makalesindeki ifadelerinin devamından bir bölüm: "Saîd-i Nursî denilen adam, eskiden Saîd-i Kürdî diye birtakım risâleler yayınlayan, Türkçe bilmez, daha nokta ile virgülün nerede kullanılacağını bilmekten âciz, şafiî mezhebinden bir Kürttür. Mütareke yıllarında ıstanbul sokaklarında millî Kürt kılığı ile dolaşarak caka yapmıştır. Bu cakacı Kürt, kendisine 'Bedîüzzaman' demekte, müridleri de bu adı bir övünçmüş gibi kullanarak şeyhlerini bu adla ululamaktadır. Bedîüzzaman, 'zamanın harikası' demektir. Kürt Said cidden zamanın harikasıdır. Yirminci yüz yıl gibi bir zamanda bu bilgisizliği ve iptidaîliği ile ortaya atılmakta gösterdiği pişkinlikle zamanın harikası, bundan daha fazla olarak da on binlerce, belki yüz binlerce Türk'ü ardına takmakta gösterdiği başarıyla gerçekten zamanın bir harikasıdır... Zamanın bu harikası, bu Kürt Said, aslında bir Kürt milliyetçisidir."

Görüldüğü gibi, dinle barışık olmayan bir grup Türkçünün "akıl hocası" rolündeki Atsız, iddialarının hiçbirine delil getirmiyor, getiremiyor. Sadece kara çalmakla meşgul. Gözü başka birşey görmüyor. Said Nursî'nin "Kürdî"liğinden "şafiî"liğine, hatta âlim zâtların ona ittifakla lâyık gördüğü "Bediüzzaman" ismine varıncaya kadar, hayatında yer alan herşeyi hor ve hakir görerek, hasmâne bir tutumla karalamaya çalışıyor.

Bu şahıs, esasen kendi ikrarıyla da "yüz binlerce Türk"ün Nursî'nin peşinden gitmesini, eserlerini iştiyakla okumasını, dikkatle mütalâa etmesini bir türlü hazmedemediği için, kıskançlık krizine tutulmuşcasına saldırıyor.

ışte, bu gibi hususlar, aslında hakiki Türk hamiyetperverleri ile "sahtekâr hamiyetfurûşlar"ın farkını da bir güzel gösteriyor. Hamiyetfurûşlar, "Türk'ten başka Türk'ün dostu yok" demekle, herkesi Türklere düşman görüp öyle de gösterirlerken, Bediüzzaman ve Mehmed Akif gibi zatlar ise, diğer Müslüman akvâmı Türklere dost ve kardeş yapmakla ömür geçirdiler.

Hakiki Türklerin üstad kabul ettikleri Bediüzzaman, bin yıl dine hizmet ile cihan çapında ıslâmın bayraktarlığını yapan Türk milleti için "Meslek-i Kur'âniyem cihetiyle, her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak, kudsî hizmetimin muktezasıdır" (Tarihçe-i Hayat, s. 202) diyerek, her milletten talebelerine Türkleri sevmek ve taraftar olmak dersini verdiği halde, "sahtekâr hamiyetfurûşlar" ise, dün olduğu gibi bugün de bu ilim ve imân âbidesi zâttan Türk milletini soğutmaya, uzak tutmaya, hatta nefret ettirip düşman yapmaya uğraşıyor.

Evet, başka unsurlardan binlerce şahit gösterebiliriz ki, bu insanlar hassaten Risâle-i Nur'u okuduktan sonra Türk milletini daha ziyade sevmeye ve samimâne münasebettar olmaya başlamış. O halde, ne istiyor bu hamiyetfurûşlar? Dertleri nedir? Bunlar geri zekâlı olmadığına göre, dertleri de hiç şüphesiz "Türk'e düşman kazandırmak"tır.

Nitekim, Üstad Bediüzzaman bu gibi kimseler için "ılhâda giren ve Türkün hakikî bütün mefâhir-i milliyesini taşıyan ıslâmiyet milliyetinden çıkmak isteyen adamları Türk bilmiyoruz, Türk perdesi altına girmiş frenk telâkki ediyoruz" diyerek, gerekçesini de şu sözlerle ifade ediyor: "Çünkü, yüz bin defa Türkçüyüz deyip dâvâ etseler, ehl-i hakikati kandıramazlar. Zira fiilleri, harekâtları, onların dâvâlarını tekzip ediyor." (Mektûbât, 29. Mektup, Dördüncü Desise'den.)

Dünkü köşe yazımızda aktardığımız üzre, Osman Yüksel ile Eşref Edib gibi münevver zatlar, Üstad Bediüzzaman'ın nasıl bir hüviyet ve şahsiyete sahip olduğunu, talebelerinin nasıl mazbut ve münevver birer vatanperver olduğunu ve telif ettiği Nur Külliyatının da nasıl bir "şâheser" olduğunu, gayet veciz bir şekilde izah ediyorlar. Onların yazdıkları, elbette ki tam yerinde ve mâkul cevaplardır.

Bununla beraber, Nihal Atsız'ın isnatlarına karşı, o münevverlerin izahlarına ilâveten bugün de Üstad Bediüzzaman'ın yine aynı meseleyle alâkalı vaki olmuş itirazlara verdiği uzun bir cevabın kısacık bir hülâsasını aktarmak istiyoruz. Hâl'de olduğu gibi, gelecekteki itirazları da keşfen gören Bediüzzaman, adı geçen eserinin "Dördüncü Desise"sinde ırkçı Türkçülerin aldatma teşebbüslerine mukabil şu cevap ve izahları serd ediyor:

"...şimdi, en mühim bir hücum benim şahsımadır. Diyorlar ki: 'Said Kürttür. Neden bu kadar ona hürmet ediyorsunuz, arkasına düşüyorsunuz?' ışte, bilmecburiye, böyle herifleri susturmak için, Dördüncü Desise-i şeytaniyeyi, istemeyerek Eski Said lisanıyla zikredeceğim: şeytanın telkiniyle ve ehl-i dalâletin ilkaâtıyla, bana karşı propaganda ile hücum eden ve mühim mevkileri işgal eden bazı mülhidler, kardeşlerimi aldatmak ve asabiyet-i milliyetlerini tahrik etmek için diyorlar ki: 'Siz Türksünüz. Maşaallah, Türklerde her nevi ulema ve ehl-i kemal vardır. Said bir Kürttür. Milliyetinizden olmayan birisiyle teşrik-i mesai etmek hamiyet-i milliyeye münâfidir."

"Elcevap: Ey bedbaht mülhid! Ben felillâhilhamd Müslümanım. Her zamanda kudsî milletimin üç yüz elli milyon (şimdi bir buçuk milyar) efradı vardır.

"...Türkçülük perdesi altına giren ve hakikaten Türk düşmanı olan hamiyetfuruş mülhidlere derim ki: Din-i ıslâmiyet milliyetiyle ebedî ve hakikî bir uhuvvet ile, Türk denilen bu vatan ehl-i imanıyla şiddetli ve pek hakikî alâkadarım. Ve bin seneye yakın, Kur'ân'ın bayrağını cihanın cihât-ı sittesinin etrafında galibâne gezdiren bu vatan evlâtlarına, ıslâmiyet hesabına müftehirâne ve taraftarâne muhabbettarım.

"Sen ise, ey hamiyetfuruş sahtekâr! ...Ey frenkmeşrepler ve propagandanızla hakikî kardeşlerimi benden soğutmaya çalışan mülhidler! ...Türkün mefâhir-i hakikiye-i milliyesini unutturacak bir surette mecazî ve unsurî ve muvakkat ve garazkârâne bir uhuvvetin var. Senden soruyorum: ...Eğer hamiyet-i milliye bunlardan ibaretse ve terakki ve saadet-i hayatiye bu ise, evet, sen böyle Türkçü isen ve böyle milliyetperver isen, ben o Türkçülükten kaçıyorum; sen de benden kaçabilirsin.

"...Felillâhilhamd, hizmet-i Kur'âniye ve imaniyede Cenâb-ı Hak rahmetiyle öyle kardeşleri bana vermiş ki, vefatımla, o hizmet, bir merkezde yapıldığına bedel, çok merkezlerde yapılacak. Benim dilim ölümle susturulsa, pek çok kuvvetli diller benim dilime bedel konuşacaklar, o hizmeti idame ederler. Hattâ diyebilirim: Nasıl ki bir tane tohum toprak altına girip ölmesiyle bir sümbül hayatını netice verir; bir taneye bedel yüz tane vazife başına geçer. Öyle de, mevtim, hayatımdan fazla o hizmete vasıta olur ümidini besliyorum."

8

24.05.2005, 10:54

Türk'e düşman kazandırma stratejisi (4)

BAşLIK : Türk'e düşman kazandırma stratejisi (4)
TARıH : 09.05.2005


Alıntı sahibi ""[url=http://www.yeniasya.com.tr/2005/05/09/yazarlar/lsalihoglu.htm"

YeniAsya Gazetesi M. Latif SALıHOğLU[/url] "]Bundan evvelki bölümlerde, Türk milletine sayısız düşman kazandırmış ve bir kısım Türkçüleri de diğer milletlere düşman etmeyi başarmış stratejistlerden Nihal Atsız'ın Said Nursî ve Nurculuk hareketine nasıl baktığı, bu hususta düşünce ve kanaatinin ne merkezde olduğu büyük çapta anlaşılmış olmalı.

Aynı şekilde, onun mesnetsiz iddialarını çürüten, haksız ve insafsızcasına yaptığı karalamaları yüzüne çarpan imanlı kalem sahiplerinin yazılarından yaptığımız iktibaslar da, okuyanlarda önemli ölçüde bir fikir ve kanaat hasıl etmiş olmalı.

Ancak, biz Atsız'ın geri kalan iddia ve isnatlarını da—mukabil cevaplarıyla birlikte—burada nakletmek istiyoruz. Tâ ki, takipçilerinin söyleyecek bir tek sözü kalmasın.

Hem de, kendilerini esaslı bir fikir ve dâvâ adamı zanneden bu kimselerin, fikren ne tür hezeyanlar savurduğunu, nasıl maskara bir duruma düştüğünü, nasıl kof bir ideal uğruna ömür tükettiğini, iftira uğrunda nasıl da çamura yattığını, tahkik ehli insanlar daha iyi görsün, anlasın, kavrasın...

Evet, Müslüman Türk milleti, Nursî ile birlikte eserlerini ve bu eserleri okuyan Nur talebelerini dün olduğu gibi, bugün de görüyor, biliyor ve tanıyor. Ama, bakalım aynı şeyleri Atsız ve onun izinden gidenler nasıl biliyor, yahut nasıl görmek ve göstermek istiyor? ışte, Atsız'ın söz konusu makalesinin devamı:

"...Bu Kürt Said, aslında bir Kürt milliyetçisidir. Nasıl Moskofçular Türk milletini yıkmak için ortaya sosyal adalet ilkesiyle atılıyor, yoksulların dâvasını benimsemiş görünüyorlarsa, Kürt Said de ortaya Müslümanlık ve kardeşlik çığırtkanlığı ile çıkıyor. Kürtçülük dâvâsını açıkça güdemiyeceği için, Türkçülüğü yıkacak ağuları Müslümanlık ve Nurculuk diye ileri sürüyor. Müritlerine veya kendi tabiriyle Risâle-i Nur şakirtlerine evlenmeyi yasak ediyor. Çünkü, evlenip çocuk sahibi olurlarsa, o çocukların kötü ve dinsiz olma ihtimali varmış. Tabiî, dağdaki Kürdün bu büyük ve ılâhî buyruktan haberi olamıyacağı için, o evlenecek ve Kürtler çoğalacak. Herkesin sözüne inanan saf Türkler ise, büyük mürşidin buyruğu ile evlenmiyecek, böylelikle Türk soyu azalacak ve Kürt şeyh Said'in 1924'de yapamadığını, Kürt Molla Said (yani Bedîüzzaman) kırk yıl sonra yapmış olacak.

"...Bir zamanlar bu sayıklamalardan (risâlelerden) bana da bir tane yollamışlardı. Kendimi zorlayarak okuyabildiğim bir tanesinde, Kürt Said radyodan bahsediyor, dünyanın bir ucundan söylenen bir sözün kutudan duyulmasını kutudaki meleklerle açıklıyordu.

"ışte, aşağı tabaka ile birlikte doktor, mühendis ve avukatın da şeyhi, pirî olan, kendisinden 'efendi hazretleri' diye söz ettikleri Kürt Said'in seviyesi budur.

"Bana göre Tîcânilik, Nurculuk, yobazlık, komünizm ve partizanlık gibi hastalıkların sebebi, millî ülküden yoksunluktur.

"Türkiye'de gerçek ülkü olan Türkçülük, türlü bahanelerle baltalanmasa, gerçek Türkçü olan eski 'Milliyetçiler Derneği' 1953'de kapatılmasaydı, bunlara gelişme imkânı verilseydi, bugün memlekette partiler üstünde, gayet ateşli ve şuurlu bir milliyetçi topluluk bulunacak, hükümetler güç durumlarda bunlardan yardım isteyebileceklerdi.

"Türkçülük insanlara hiçbir vaitte bulunmuyor, maddî veya manevî birşey vermiyor. Yalnız fedakârlık ve feragat istiyor. Nurculuk ise Cennet va'dinde bulunuyor. Ebedî saadet, cennette köşkler, yemekler, huriler va'dediyor... Kafası işlemeyen, hatta aslında materyalist olanlar, tabiî Nurculuğu seçecektir. Netekim bunu kendileri de söylüyor 'Türkçülük mezara kadar. Ondan sonra ne olacak?' diyor... Tabiî ondan sonrasını kendilerine Kürt Said hazırlayacak."


Bile bile yalan ve iftira


Aziz okuyucu, bütün bu âdice karalamalar 1964'te yayınlandı. Bediüzzaman Said Nursî'nin vefat tarihi ise 1960. Demek ki, bu iftiranâme Nursî'nin vefatından 4–5 sene sonra kaleme alınmış.

Buna göre, aslında herşey âyân–beyân ortada. Yani, Said Nursî dünyadan göçüp gittiği halde, geride dünya nâmına hiçbir şey bırakmamış. Ne bölünmeye, ne siyasileşmeye, ne unsuriyet dâvâsına, ne ayrı bir devlet kurmaya, ne de saltanat sürmeye dair hiçbir şey...

Ayrıca, talebelerinin bir kısmına evlenin, bir diğer kısmına evlenmeyin diye herhangi bir direktif vermediğini, Türkiye'yi içten yıkmaya çalışmadığını, Türk milletini 'vahşî kavim' diye yâd etmediğini, radyo ve benzeri meselelerin ilmî izahını da mesnetsiz isnatta görüldüğü şekilde yapmadığını, keza Nurculuğun Cennetteki hurilerle yemekleri vâdetmek olmadığını ve bu suretle kimsenin aldatılmadığını, başta Türkler olmak üzere Nur Risâlelerini okuyan yüz binler, hatta milyonlarca insan gayet iyi biliyor.

Aslında, bunların çoğunu Atsız ve onun gibi hamiyetfurûşlar da biliyor. Ama, doğruyu söylemek asla işlerine gelmiyor. Yani, yalana, yanlışa bile bile tevessül ediliyor.

O yüzden de, bu hezeyannâmde hiçbir iddiaya delil getirilmiyor, kaynak ismi verilmiyor ve sadece hakaretli seviyesiz sözlerle Nur dâvâsı küçümsenmeye ve Nur okuyucuları aşağılanmaya çalışılıyor.

Bu arada, Nur Risâlesi okuyucusu Türkleri cahillik ve ahmaklıkla itham etmekten çekinmeyen Atsız'ın, en büyük rahatsızlığının esasen bu noktadan ileri geldiği de şu hezeyanlarıyla büsbütün açığa çıkıyor:

"...Bizim için şaşılacak nokta, onun şu veya bu davranışı değil, on binlerce, belki yüz binlerce gafil Türk'ün, bu cahil Kürd'ün arkasından gitmesi, onun cahilâne ve hâinâne öğütlerine körü-körüne boyun eğmesidir.

"şimdi bu gafil Türklere hitap etmek istiyorum: Siz, Türk ve Müslüman mısınız? Türkseniz, hangi sebeple cahil bir Kürdün ardından gidiyor, onun telkinleriyle kendi ırkınızı, kendi dilinizi hor görüyorsunuz? Aranızda 'Türkçe de dil mi?' diyen ahmaklar, resmî dilin Arapça olmasını isteyen hainler var. Siz ne biçim Müslümansınız ki, cahil bir Kürd'ün telkini ile evlenmeyi lânetliyor, dinsiz çocuklar yetişir de günaha gireriz diye bekâr kalmaya azmediyorsunuz? Putperest olduğunuzun farkında değil misiniz?

"...Bana bu yazıyı yazdıran, Trabzon'dan yollanan acayip bir nesne oldu. Çok küçük boyda, 8 yapraklık bir broşür olan bu nesne, hangi basımevinde basıldığı belli olmayan bir Said-i Kürdî reklâmıdır. Gönderen, O. Nuri Kurt adında tanımadığım birisidir. ıçinde Kürt Said'in sayıklamalarından parçalar var. ıkinci yaprağın ikinci yüzündeki şu hezeyana bakın:

"Aziz, sıddık kardeşlerim,

"Siz kat'î biliniz ki, Risâle-i Nur şâkirtlerinin meşgul oldukları vazife, rûy-i zemindeki en muazzam mesâilden daha büyüktür."

"Evet! Sizin vazifeniz cidden büyüktür. Haçlıların, bozuk iradenin, azınlık ihanetlerinin yıkamadığı Türkiye'yi, cehaletiniz, gafletiniz ve hamakatinizle yıkacaksınız. Türklüğü inkâr ederek, şeriati anayasa ve medenî kanun durumuna getirerek, evlenmiyerek, yalnız kalan kadınları evlere tıkarak, eski yazıyı getirip Arapçayı resmi dil yaparak, ıslâmiyetten önceki tarihimizi küfürdür diye kitaplardan kazıyarak Türklüğü yıkacaksınız...

"Neymiş o sizin meşgul olduğunuz büyük vazife? Bir odaya kapanıp Kürt Said'in hezeyanlarını okuyarak kendinizden geçmek mi? Bu zavallı ve gülünç halinizle siz, aslında ruhî tababetin ve marazî ruhiyatın konusu olabilirsiniz."

Ey hakikat arayıcısı! Bütün bu iddiaları okudunuz. Acaba, Türkçü geçinen Atsız'ın hakka isabet eden bir tek sözüne, hakikat namına söylenmiş bir tek cümlesine rastladınız mı?

şimdi bu garazkâr hezeyannâmedeki, bu kapkara iftiranâmedeki hangi bir iddiaya cevap vermeye, yahut izahat getirmeye çalışalım? Bir iddiayı ortaya atan nâmuskâr, haysiyetli bir kimse, evvelâ o iddiasına delil getirmek durumunda değil mi?

Bize göre en büyük delil ve şahit—evet, en büyük vazife olarak "îman dâvâsı"nı esas alan—Risâle-i Nur'u okuyan yüz binlerle Müslüman Türk insanı, Atsız'ın çürük iddialarını birer süprüntü kabilinden görüyor ve bunları buruşturup en yakın mesafedeki çöplüğe fırlatıp atıyor.


Nihayet verirken


Burada dört günlük yazının sonuna gelmiş bulunuyoruz.

Nihal Atsız, makalesinin sonlarında âdeta "Mal bulmuş Mağribî" gibi "Eski Said"in 1911 yılı baskılı "Divân-ı Harb-i Örfî" isimli eserindeki Kürtlerle alâkalı "Hatime" bölümünün üzerine atlıyor. Nursî'nin oradaki ifadeleriyle Kürtçülük, bölücülük yaptığını bağırarak ilân ediyor.

Oysa, Bediüzzaman Said Nursî orada kısaca "Ey Kürtler! Lisânınıza sahip çıkınız, geliştiriniz" diyor. Ne var bunda?

"Vay efendim, böyle sözleri nasıl olur da söyler?" diye yırtınan Atsız, o uzunca makalesini şu cümlelerle bitiriyor:

"ışte, sizin üstadınızın kimliğini kendi yazısıyla gösterdim. Onun bir Kürt milliyetçisi olduğu apaçık ortaya çıktı. Bu açıklamadan sonra, gerçeği kabul edip de Türklüğe dönerseniz, hoş... Yine eski sapıklıkta inat ederseniz, sizin vicdanınızdan şüphe etmeli..." (Ötüken, 7 Mart 1964, Sayı: 109.)

Aziz okuyucu. Sözü daha fazla uzatmaya hiç hacet yok. Bugün gelinen şu noktaya bir bakalım: Kürtçe ve diğer bazı dillerle, devletin televizyonunda bile program yapılacak seviyeye gelindi. Keza, Kürtçe lisanı hakkında kurslar açılmasına resmen müsaade edilir hale gelindi.

Bu gelişmeler yaşanırken, ne ülke bölündü, ne de kıyâmet koptu.

Kaldı ki, Üstad Bediüzzaman o sözleri Osmanlı idaresi zamanında söylemiş ve o tarihte hiçbir reaksiyon da görmemiş. Zaten Osmanlı toleransı da, böylesi teşviklere gayet derecede müsait idi.

Bununla beraber, Said Nursî, 1950'den sonra adı geçen eserini yeniden gözden geçirip tashih etmiş ve oradaki hususî hitabını umumileştirerek son şeklini vermiştir. Tıpkı "Münâzarât'a olduğu gibi... Atsız ise, eserin son şekline itiraz edecek bir bahane bulamadığı için, tâ elli sene evveline giderek, o eserin Osmanlıca ilk baskısındaki hususî ifadeleri cımbızla çekip büyüteçle nazara vermeye çalışmış.

Ne var ki, Türkiye'nin ve dünyanın geldiği medenî seviyeye bakıldığında, temel insan hakları noktasında Nursî'nin ne derece haklı ve uzak görüşlü olduğu, Atsız'ın ise, bu gibi meselelere bile ne derece bağnazca yaklaşıp dar ufuktan baktığı kendiliğinden anlaşılmış oluyor.


Biyografi


Bazı genç okuyucularımızın isteği üzerine, Nihal Atsız'ın kısa biyografisini veriyoruz.


Nihal Atsız, 12 Ocak 1905’te ıstanbul’da Kadıköy’de doğdu. Babası deniz subayı Nail Bey, annesi Fatma Zehra Hanımdır. ılk ve orta öğreniminin ardından Askeri Terbiyeye kaydoldu. Bu okulun 3. sınıfında iken, Arap asıllı bir subaya selâm vermeyi reddettiği için okuldan atıldı. Ardından, ıstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine yazıldı. Bu fakülteden 1930 yılında mezun olduktan sonra, kısa süren bir asistanlık görevini müteakiben Türkiye'nin muhtelif vilayetlerinde öğretmenlik yaptı. Öğretmenliği esnasında, Türkçülük adına yapılan hemen bütün faaliyetlerde bulunmaya çalıştı. Dergi çıkardı, dergilerde yazılar yazdı. Bu faaliyetleri sebebiyle mahkemelik oldu, hapse atıldı, beraat etti, yahut affedildi, ama hayatının sonuna kadar hep bu yolda çalıştı. 1962’de kurulan Türkçüler Derneğinin genel başkanlığını üstlendi. 1964’ten ölümüne kadar Ötüken dergisini yayımladı. Ötüken’de kendince bölücülük hareketlerine karşı yazdığı yazılar yazdı. Ancak bizzat kendisinin yaptığı bölücülük iddiası ile suçlanarak yargılandı ve on beş ay hapse mahkûm edildi. Said Nursî ve Nurculuk aleyhindeki hakaretâmiz yazıları da bu esnada neşretti.

2,5 ay hapis yatan ve cezası Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk tarafından kaldırılan Atsız, 11 Aralık 1975’te ıstanbul'da öldü. Atsız'ın Türkçülük ve Türk tarihine dair yayınlanmış muhtelif kitapları var.

9

24.05.2005, 10:57

Hey müfteri!

BAşLIK : Hey müfteri!
TARıH : 10.05.2005


Alıntı sahibi ""[url=http://www.yeniasya.com.tr/2005/05/10/yazarlar/lsalihoglu.htm"

YeniAsya Gazetesi M. Latif SALıHOğLU[/url] "]Ey müfteri!

Sen kendini bilirsin. Onun için ismini burada zikretmeye hacet kalmadı. Artık sen adıyla, sanıyla bir müfterisin.

Çünkü sen, bir büyük ıslâm âlimine, pek büyük bir iftira attın.

Attığın bu çirkin iftiradan dolayı, seni hatadan dönmeye, pişmanlık duyup nedamet etmeye dâvet etmiştik.

Evet, biz böyle bir fazilet gösterisinde bulunmanı beklerken, sen kalktın ikinci bir yazıyla hem inadını sürdürdün, hem de attığın iftirayı katmerli hale getirdin.

Böylelikle, kendi rızanla tarihte nâdir görülmüş büyük müfterilerin safına girmiş oldun.

Daha sana merhamet edip lehinde bakmak câiz değildir. Zira, geçerli bir düstûrdur: "Zarara rızâsıyla girene merhamet edip lehinde bakılmaz."

ışte sen, kendi kendini böyle bir duruma soktun.

Alnına bile bile yapıştırdığın "müfteri" damgasını, bir "nasuh tövbesi" ile sildirmediğin müddetçe, günümüzün en büyük iftiracısı olmaktan kurtulamazsın. Artık her "müfteri kişi" dendiğinde, hatırlanacak olanlardan biri de sensin; bunu unutma.

* * *

Ey müfteri!

Sen kalkmış durduk yerde büyük ıslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî'ye iftira çamuru sıçratıyorsun. Meselâ diyorsun ki: "Said Nursî, 1919 yılı başlarından itibaren ıstanbul'u işgal eden düşman kuvvetleriyle beraber olmuş. ıngiliz zalimleriyle birlikte çalışmış. Dahası, Anadolu'yu istilâ eden Yunan askerlerini de öldürmeyin demiş. Böylece, asıl düşmanlarımızla birlik olup Kuvvâ-yı Milliye hareketinin aleyhinde bulunmuş. Hatta 'Kuvvacıların katli vaciptir' demiş. Aleyhlerinde bildiri neşretmiş. Bu aleyhtarlığı da fazla çaktırmadan yapmış. Zira ikili oynamış. Yani, ıstanbul'da ıngilizler'in hükmü geçerli olduğundan onlara yaranmaya çalışmış; iki-üç yıl sonra Ankara hükümeti güçlenince bu kez dönüş yaparak onlara yanaşmış. Dolayısıyla, 9 Kasım 1922'de Ankara'daki Meclis'e gidip orada gaziler için duâ etmesinin hiçbir anlamı yokmuş. Çünkü, Said Nursî, bu zaman zarfında hiçbir varlık ortaya koymadığı, hatta düşman kuvvetleriyle dirsek temasında bulunduğu halde, Kuvvacılar gereken savaşı başarıyla tamamlamış, nice şehitler vermiş ve vatanı kurtarmıştır. Buna ise, 'Güç nerede ise, ben oradayım' mantığı denirmiş. Ve nihayet, o gaziler insana sormazlar mıymış: Yahu hoca sen değil miydin 'Yunanı artık öldürmeyin, Kuvvacıları terk edin' diyen bu ne duâsı şimdi?"

Evet, ey müfteri! Hiç utanmadan, arlanmadan, hiç yüzün kızarmadan, bütün bu iftiraları bir bir sıralıyorsun ve hatta tekrarlıyorsun.

Peki, bundan seksen küsûr sene evvel yaşanan o dağdağalı hadiselerin bizzat içinde olan, her hadiseyi günü gününe gelişmeleri yakînen takip eden o gazilerin ve Kuvvacıların aklı, fikri, vicdanı yok muydu, yahut seninki kadar çalışmıyor muydu ki, senin bu söylediklerini onlardan biri çıkıp da o gün Said Nursî'nin yüzüne karşı söylemedi?

Ey müfteri! şunu hiç düşünmedin mi, yahut hiç aklına gelmedi mi ki: O günkü şartlarda düşman tarafıyla birlikte çalışan, hatta onlarla dost geçinen tanınmış bütün şahıslar, Ankara hükümeti tarafından 150'likler listesine yazılıp "vatan haini" ilân edildiler. Dolayısıyla, bu şahısların pekçoğu yurt dışına kaçtı, yakalananlar ise en ağır cezalara çarptırıldı. Meselâ, şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi bile kaçıp gittiği Kahire'den bir daha yurda dönemedi.

Hem hiç düşünmedin mi ki: Müderrisin Cemiyetinin ismi 7-8 ay sonra niye değişti ve bu cemiyet adına ıkdam gazetesine emr-i vâki ile verilen o tâlihsiz bildiriden sonra, Bediüzzaman bu cemiyetten niye istifa edip ayrıldı? Dahası, bu zat aynı günlerde Anadolu'daki millî hareket lehinde yazılar yazdı ve hatta şeyhülislâmın fetvâsına mukabil bir fetvâ neşretti. Evet, bütün bunları neden düşünmedin ve düşünmüyorsun?

Ama ey müfteri! Öyle anlaşılıyor ki, sen bile bile iftirada bulunuyorsun. ışine öyle geliyor. Seni çalıştıranlar da senden bunu bekliyor zaten. Aksi halde, bir an evvel posanı sıkıp atarlar.

Evet, hiç unutma ki, seni şu an istimal ediyorlar; bilâhare ise, seni pişman ve perişan edecekler. Bundan da hiç şüphen olmasın. Zira, merhametsiz yalancıların kaidesi böyle işliyor.

* * *

Ey müfteri!

Said Nursî hakkında yazdığın yalana, attığın iftiraya delil getirme garabetine düşerken, gösterdiğin kaynaklar itibariyle de, aslında kimlerle ve nerelerle irtibat halinde olduğunu da açıkça ele vermiş oluyorsun.

Bununla beraber, kaynak dediğin şey, inandırıcılıktan pek uzaktır. Çünkü sen, Said Nursî'nin bizzat içinde bulunduğu bir faaliyetin ispatını yapmıyor ve imzasını taşıyan bir belgeyi de göstermiş olmuyorsun.

Sadece ve sadece zorlamalı tevillerle ve asla birbirini tutmayan tarihlerle Said Nursî'yi fikir ve inancının, dâvâ ve itikadının tam aksi istikametinde olan bir yerlerde göstermeye çalışıyorsun.

Evet, sen o mübârek zâtı, hem can düşmanı, hem de dinde muarız ve muhalifi olan gaddar zalimlerin yanında göstermek için alçakça iftiralarda bulunuyorsun.

Ey müfteri! Senin bu yaptığın bir ilk sayılır. Zira, şimdiye kadar Said Nursî'nin azılı düşmanları dahi ona böyle bir iftirayı atmadılar, yahut atamadılar. Kuvvetle muhtemeldir ki, sen bu işi gönüllü olarak yapmaktasın.

O halde, sana cevap olarak değil, ama hak ve hakikat nâmına, bu meselelerin izahını, tahlilini yapmak icap ediyor. Belki, kafası karışan bazı bîçareler okur da istifade ederler.


Yarın: Belgeler ve şahitler konuşuyor.

10

24.05.2005, 11:00

Belgeler ve şahitler konuşuyor

BAşLIK : Belgeler ve şahitler konuşuyor
TARıH : 11.05.2005


Alıntı sahibi ""[url=http://www.yeniasya.com.tr/2005/05/11/yazarlar/lsalihoglu.htm"

YeniAsya Gazetesi M. Latif SALıHOğLU [/url]"]Çoğunuzun bildiği gibi, özellikle son zamanlarda Bediüzzaman Said Nursî hakkında olmadık isnat ve ithamlarda bulunuluyor.

O merhûm mübarek zâtın şahsına, belki şeytanın aklına dahi gelemeyecek iftiralar atılıyor.

Evet, "Said Nursî'nin bir vatan hâini gibi ıstanbul'u işgal eden ıngiliz zalimlerinin ajanı gibi çalışıp onlara yarandığı, bir süre sonra da Ankara Hükümetine yanaşıp bu kez onlara şirin görünmeye çalıştığı" şeklinde ileri sürülen iddia ve isnatlarla seksen küsûr sene sonra karşılaşmayı, ne yazık ki başka türlü tâbir ve tevil edemiyoruz.

Yani, aradan bunca zaman geçtiği halde, cinnî şeytanın aklına gelmeyen bir hususu, insî şeytanlar icad edip ileri sürüyor.

Denîliğin, alçaklığın, pespâyeliğin bu derekesine, pes doğrusu...


Kulüplerin yerini cemiyetler aldı


şimdi, sırf müfterilere cevap olsun diye değil, ama hak ve hakikat nâmına bu meselenin belgeler ve şahitlerin şehadetiyle muhtasar bir izahını yapmaya çalışalım.

1908'de ilân edilen Meşrûtiyetin ilk yıllarında, ıstanbul'da muhtelif isimler altında çeşit çeşit ilmî, içtimaî, siyasî, kültürel kulüpler kuruldu.

Mütareke ile başlayan 1918'den sonra ise, bu kulüplerin yerini cemiyetler aldı.

ışte, bu cemiyetlerden birinin ismi de medrese ehlinin teşkil ettiği "Cemiyet-i Müderrisin" idi.

15 veya 19 şubat 1919'da kurulan bu cemiyetin asıl maksadı, siyasete bulaşmadan eğitime hizmet ve medrese yoluyla ilmî tedrisatı ülke genelinde yaygınlaştırmaktı. Cemiyetin kurucuları ile âzalarının ekseriyeti de, tanınmış muteber şahsiyetlerdi.

Bu sahada en kapsamlı araştırması yayınlanan gerek Tarık Zafer Tunaya ve gerekse konuya derinlemesine nüfuz ederek akademik bir çalışma ortaya koyan (Köprü, Güz/2000) Kemal Gurulkan'ın tesbitleriyle de sabittir ki, Bediüzzaman bu cemiyetin kurucusu falan değil, sade bir üyesidir.

Sonradan ismi Teâli-i ıslâm Cemiyetine dönüşen bu cemiyetin idarî kadrosunda bulunan bazı kişiler, her nasılsa oyuna getirilerek siyasete bulaştırılır ve cemiyet adına gazetelerde (Anadolu'daki millî mücadele aleyhinde) bildiriler yayınlattırılır.

Bu emr-i vâki üzerine cemiyette büyük bir huzursuzluk çıkar. Dârülhikmet'te çalışan Bediüzzaman ve Bursalı M. Tahir Efendi gibi zatlar, yapılan densizlikleri protesto ile bu cemiyetten ayrılma yoluna gider.

Aynı yılın Kasım ayında toplanan cemiyet genel kurulu, hararetli tartışmalardan sonra "Teâli-i ıslâm Cemiyeti" şeklinde isim değiştirerek yoluna devam eder. Asıl maksadı eğitim hizmeti olmasına rağmen, bu tarihten sonra yine işgal güçlerinin baskısıyla zaman zaman maksadının dışına itilerek kullanma cihetine gidilir.

Hasılı, ıkdam'daki ilk talihsiz bildiri 16 Eylül değil, 26 Eylül 1919'da yayınlanır. ıslâm Teâli değişikliği ise, Kasım'da vuku bulduğundan, söz konusu beyannâme Müderrisin Cemiyeti adına yayınlanmış.

Bilâhare, ıstanbul resmen işgal edilir: 16 Mart 1920. ışgal ile birlikte Padişah, hükümet ve şeyhülislâm gibi derneklerin bir kısmı da tesir altına girer. Bu hengâmede, işgalcileri okşayan ve Anadolu mücahitlerinin işini zorlaştıran fetvâlar, bildiriler, beyannâmeler birbirini takip eder.

ıftiraların boy hedefi haline getirilen Üstad Bediüzzaman ise, âzâsı olduğu Dârülhikmetilislâmiye'yi düşmana âlet ettirmediği gibi, işgale karşı var gücüyle çalışır.

Bu mücahidane hizmetinin belgeleri ve şahitleri bir değil, birçoktur.

Başta gazeteci/matbaacı Eşref Edip ve Sinan Omur olmak üzere, yeğeni Abdurrahman ile bilâhare milletvekili olan Tevfik Demiroğlu, tâ baştan itibaren bahsettiğimiz gelişmelerin yakın şahididirler.

Hutuvat-ı Sitte isimli eserin basım ve dağıtım hizmetinde de bulunan bu muteber zatların hepsi ittifakla bildiriyorlar ki, mütareke tarihinden (30 Ekim 1918) itibaren ıstanbul'da ilmî/fikrî direniş faaliyetini başlatan Bediüzzaman, hayatını tehlikeye atma pahasına bu mücahedesinden bir gün bile geri durmadı.

şimdi, bu güvenilir şahitlerden Eşref Edip Fergan'ın sözlerine kulak verelim...

Eşref Edip yazıyor: Kuvâ-yı Milliye hareketi başladığı zaman, işgal altındaki ıstanbul'da şeyhülislâm Dürrizâde'nin: "Bu Millî Mücadale hareketinin padişahlığa isyan ve bu harekete katılanların âsi olduğu" şeklinde fetva vermesi üzerine, Bediüzzaman: "ışgal altındaki bir memlekette, ıngilizlerin emri ve tazyiki altında bulunan bir idarenin ve meşihatın (diyanet dairesi) fetvası mualleldir (mâlûldür, sakattır), mesmû (kulak verilen) olamaz. Düşman istilâsına karşı harekete geçenler âsi değildir, fetva geri alınmalıdır" diye fetva vermiş olup, bu hususla ilgili evrak "meşihat evrakı" arasında mevcuttur. (Bkz: Risâle-i Nur Hakkında ılmî Bir Tahlil, s. 71. Bir Sebilürreşad yayını olan bu eser, 1965'te basılmış.)

Adı geçen eserin 72. sayfasında da, yine aynı paralelde yazılmış şu ifadeleri okumaktayız: "Merhum Said Nursî, Dârü'l-Hikmeti'l-ıslâmiyede âza bulunduğu sırada, Anadolu'da Millî Hareket başlamıştı. Bu hareket aleyhinde yanlış fetva almak isteyenlerle pervasızca mücadele etti. Kuvâ-yı Milliye hareketini bütün kuvvetiyle müdafaa etti. Bu husustaki kahramanca mücadelesi, Ankara Hükümetince fevkalâde takdirle karşılandı. şifre ile Ankara'ya dâvet olundu."


Tarihçe-i Hayat'taki izahât


Aşağıdaki ifadeler ise, otobiyografik bir eser olan Tarihçe-i Hayat'tan iktibas olup, aynı hakikatin değişik lisanlarla izahını Eşref Edib'in Sebilürreşad'ı dışında ayrıca şu eserlerde bulmak mümkün: 1– ılk Tarihçe-i Hayat; Abdurrahman, Necm-i ıstikbâl Matbaası, ıstanbul, 1920. 2– Mufaassal Tarihçe-i Hayat; Abdülkadir Badıllı, Cilt 1, s. 487-490. 3– Bilinmeyen Taraflarıyla BSN; Necmeddin şahiner, s.340-45.

ışte, seksen beş yıldır hiç kimsenin ve hiçbir mahkemenin red ve itiraz edemediği Bediüzzaman Said Nursî'nin 1918–1923 yıllarına dair millî ve vatanî hizmetini kısmen olsun nazara veren ifadeler:

"(Bediüzzaman'ın) ıstanbul’da, en büyük ve en ehemmiyetli ve tesirli hizmet-i vataniye ve milliyesinden birisi de Hutuvat-ı Sitte adlı eseriyle, gaddar zalimlerin yüzlerine tükürüp, izzet-i dîniyeyi ve şeref-i ıslamiyeyi muhafaza etmesidir.

"ıstanbul’un yabancılar tarafından işgali sıralarında, ıngiliz Anglikan Kilisesinin Meşihat-ı ıslamiyeden sorduğu altı sualine altı tükrük mânasında verdiği makul ve sert cevapları, onun derece-i cesaret ve kemâlat ve şecaatini fiilen göstermektedir.

"Hutuvat-ı Sitte’yi neşrettiği zaman, Çanakkale’de muharebe oluyordu. ıstanbul’un işgalini müteakip, ıngiliz başkumandanına bu eser gösterilir ve Bediüzzaman’ın bütün kuvvetiyle aleyhte bulunduğu kendisine ihbar edilir. (Not: Gizlice basılan bu eserin, mütarake bahanesiyle ıstanbul'u işgale gelen ıngilizler'e ait savaş gemilerinin ufak çaplı müsademelerle Çanakkale Boğazından girip Marmara'ya doğru ilerlemeye başladığı günlerde neşredilmiş olduğu, buradaki ifadelerden anlaşılmış oluyor. M.L.S.) O cebbar kumandan, îdam kararıyla vücudunu ortadan kaldırmak istedi ise de..., birşey yapamaz.

"ıstanbul’da, ıngilizler, desîseleriyle şeyhülislâmı ve diğer bazı ulemayı lehlerine çevirmeye çalışmalarına mukabil; Bediüzzaman, Hutuvat-ı Sitte adlı eseri ve ıstanbul’daki faaliyeti ile, ıngilizin alem-i ıslam ve Türkler aleyhindeki müstemlekecilik siyasetini ve entrikalarını, tarihî düşmanlığını etrafa neşrederek, Anadolu’daki Millî Kurtuluş Hareketini desteklemiş, bu hususta en büyük amillerden birisi olmuştu."

Aynı kaynakların ittifakla parmak bastığı o günkü gelişmeler hakkındaki izahât şöyle devam ediyor:

"ıstanbul’daki bu çok ehemmiyetli ve muvaffakıyetli hizmetinden, Türk Milletine pek ziyade menfaatler husûle geldiğini müşahede eden Ankara hükûmeti, Bediüzzamanın kıymet ve ehemmiyetini takdir ederek, Ankara’ya davet ederler.

"M. Kemal Paşa, şifre ile dâvet etmiş ise de, cevaben, 'Ben, tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum,' demiştir.

"Üç defa şifre ile davet ediliyor. Eski Van Valisi, dostu mebus Tahsin Bey vasıtasıyla davet edildiği için, nihayet karar verir ve Ankara’ya gelir. Ankara’da alkışlarla karşılanır..."

Evet, vicdan ehli fazilet sahipleri için herşey apaçık ortada. Buna rağmen tatmin olmayan veya tatmin olmak istemeyenler için yapacak başka neler olabilir ki?

Mukabil fetvâ


ıstanbul'u işgal eden ıngilizlerin baskısı veya aldatması neticesinde, şeyhülislâm Dürrizâde Abdullah Efendinin, Anadolu'daki Millî Kuvvetler aleyhinde bir fetvası yayınlandı. Aynı zamanda Damat Ferid Paşa kabinesinde de yer alan ve sadece 4 ay kadar o vazifede kalabilen Dürrizâde'nin verdiği fetvânın geçersiz olduğunu beyan eden Üstad Bediüzzaman, bunun gerekçesini dinî ölçüler çerçevesinde izah ile beraber, ayrıca bir "mukabil fetva"yı da eş zamanlı olarak neşretmiş. Ve, tam da bu hususla ilgili olarak 1920'de basılan Tulûât isimli eserinde daha detaylı bilgiler veriyor. ışte, "suâlli-cevaplı" o bilgilerden kısacık bir bölüm: Suâl: "Anadolu aleyhinde çıkan fetvaya ne dersin?" Cevap: "Fetva-yı mahz değil ki, i'tizar edilsin." (Halis, katıksız bir fetvâ değil ki, bağlayıcı olup mazeretsiz uyulsun.) Belki, kazayı tazammun eden (içine alan) bir fetvadır. ...şu fetvaya kim nazar etse, muradı anlar. "Hem müzem olmuştur. (Geçerliliği yoktur.) Çünkü, âvam-ı müslimini onlar aleyhine sevk etmek, esbabın en âhiridir. "Madem ki şu fetva kazayı tazammun ediyor. Kazada ise, iki hasmı dinlemek zaruridir. Anadolu da söylettirilmeliydi. ...Siyasiyyûn ve ulemâdan bir heyet tarafından, maslahat-ı ıslâmiyet noktasında muhakeme edildikten sonra fetva verilebilirdi. "Zaten şimdi bazı hakaikda bir inkılâb var. Ezdad isimlerini değiştirip mübadele etmişler. Zulme adâlet, cihada bağy, esarete hürriyet nâmı veriliyor." Suâl: "Neden bu kadar (ıngiliz'den) nefret ediyorsun. Musalahasını da istemiyorsun?" Cevap: "Sebep, bir değil, bindir. Bana en ziyade şedid görünen, mânen ahlakımıza vurduğu darbedir. (...) "Edirne (Selimiye) Camiinde, bir ıslâm hocasının lisanıyla, Venizelos (Yunan Başbakanı) gibi şeytan zalime duâ ettirdi. Merkez-i Hilâfette (ıstanbul'da) Müslümanlar lisanıyla hizbüşşeytan olan ıngiliz, Yunan askerlerini halaskâr, tathirci ilan ve karşısındakileri gürûh-ü mücahidini (Anadolu mücahitlerini) câni, zalim söylettirdi..." NOT: Üstad Bediüzzaman'ın o günlerde yaptığı izahat bu meyanda devam edip gidiyor. Bu mücahid alimi, söylediklerinin, inandıklarının tersi istikametinde gören ve gösterenlere acaba ne demeli?

11

24.05.2005, 11:04

Belgelerde sahtekârlık örnekleri

BAşLIK : Belgelerde sahtekârlık örnekleri
TARıH : 12.05.2005


Alıntı sahibi ""[url=http://www.yeniasya.com.tr/2005/05/12/yazarlar/lsalihoglu.htm"

YeniAsya Gazetesi M. Latif SALıHOğLU[/url] "]Bundan on gün evvelki köşemizde (03.05.2005), "Sahte belgelerin gönüllü nâşirleri"nden söz etmiştik.

Bugün, bu sahte belgelerden bir-iki tanesini mercek altına almaya çalışalım.

Birincisi: Selçuk Üniversitesi öğrencilerine "akademik çalışma" diye yutturulmak istenen "Atatürk ılkeleri ve ınkılâp Tarihi" isimli ders kitabından. (Sel-Ün Yayınları, Konya, 1998.)

Bu kitabın 144. sayfasında, Bediüzzaman Said Nursî "Kürt Teali Cemiyeti"nin kurucuları arasında gösteriliyor.

Aynı sayfada, bu cemiyetin gizliden ilk teşekkül tarihi olarak da, 6 Kasım 1917 tarihi gösteriliyor.

Oysa, dostu gibi düşmanları dahi gayet iyi biliyorlar ki, Said Nursî bu tarihte ıstanbul'da olmadığı gibi, Türkiye hudutları dahilinde bile değildir. Nursî, evet, o tarihlerde Sibirya'daki esir kampındadır.

Ama, Allah insanı bir şaşırtmaya görsün. Kişinin akademisyen sınıfında görünmesinin de bir kıymet-i harbiyesi olmaz. Art niyetli davranırsa kişi, sonuçta işte böyle âleme de maskara olur.

Tanin gazetesinin kupüründe de görüldüğü gibi, Said Nursî, Milâdî 1918 yılı Temmuz ayı başlarında (Rumî 25 Haziran 1334) esaretten kurtulup ıstanbul'a henüz vâsıl oluyor.

Vâsıl olduktan sonra da, siyasetle hiç ilgilenmiyor, hatta siyasî cemiyetlerden mümkün mertebe uzak duruyor. Daha ziyade ilmî teşekküllerde yer alıp hizmet vermeye uğraşıyor.

Nitekim, aynı yıllarda kendisine yöneltilen "Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun?" suâline karşı şu cevabı veriyor: "Dedim: 'Euzubillahi mineşşeytani vessiyaseti (şeytandan ve siyasetten Allah'a sığınırım.) Evet, ıstanbul siyaseti ıspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır. Fikri hezeyanlaştırır." (Bkz: Sünûhât, s. 64.)

Bu arada, Bediüzzaman daha esarette iken onun ismini siyasî tefrika maksatlı bir cemiyetle irtibatlandıran, hatta onu kurucu üye olarak ilân eden söz konusu kitabın kaynak diye gösterdiği mevkuteyi araştırdık. Baktık gördük ki, orada da büyük bir sahtekârlık örneği sergilenmiş.

Kaynak diye ismi verilen mevkute ise, aylık "Tarih ve Toplum" dergisinin 174. sayısı. Belirtilen sayfalara bakıyoruz ki, ne görelim... Orada büsbütün bir fecaat var. Said Nursî'nin ismi Kürt Teali Cemiyeti listesinin 3. sırasında gösteriliyor. "Notlar" kısmında ise, bu listenin bir derleme olduğu ve adı geçen cemiyetin de EGMA kayıtlarına göre 6 Kasım 1917'de gizli olarak kurulduğu belirtiliyor.

Ne diyelim şimdi? Vatan müdafaası için çatışırken Ruslar'a esir düşen ve daha Kostroma'daki esirler kampında iken, tutup Bediüzzaman gibi bir zâtı siyasî cemiyet kurucu olarak gösterenleri Allah'a ve milletin vicdanına havale ediyoruz.

* * *

ıkinci örnek: 2004'te TDV Yayınları arasında çıkan Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu'nun "Atatürk, Din ve Din Adamları" isimli kitaptan.

Bu kitabın yazarı ise, Said Nursî'ye bir başka cepheden saldırıyor. Bu kez Nursî "Teali-i ıslâm Cemiyeti" üyesi gösterilerek ve hiç dahli olmayan faaliyetlere ismi bulaştırılarak karalanmaya çalışılıyor.

Kıymetli okuyucu, şimdi sıkı durun ve bakın ki, bu kitabın da Nursî için gösterdiği kaynak ismi yine "Tarih ve Toplum" dergisi olup, aynı maskaralıklar bu vâdidede peşpeşe sergileniyor.

Ve, yine bakın görün ki, geçen gün "en büyük müfteri" olarak ilân ettiğimiz o yalancı sahtekârın, Bediüzzaman hakkındaki iftirasının kaynağı da, meğerse aynı mevkuteler imiş.

Yan sütunda ardarda sıralanan kupürler, "şıracının şahidi bozacı" misâli, işte bu yalan ve sahte belgelerin birer nümunesi olarak arz-ı endâm ediyor.

Bütün bu sahte belgelerin dayandığı ve bütün bu yalan–yanlış bilgi takası yapanların gidip sığındıklari bir tek nokta var. O da, Bediüzzaman'ın Müderrisîn Cemiyetinin bir âzası olduğu.

Sahte belgeciler ise, Said Nursî'yi bu cemiyetin, bunun devamı mahiyetinde ortaya çıkan Teâli-i ıslâm Cemiyetinin hem kurucusu ve yöneticisi gösteriyor, hem de bu cemiyetler adına bir emr-i vâki ile gazetelerde neşredilen tâlihsiz bildirileri onaylayan, tasdik eden şahısların içindeymiş gibi ilân ediyor.

Halbuki, bu mânâdaki yazılar, beyanlar maksatlı olduğu gibi, iddialar da külliyen yalandır, iftiradır, insafsızcasına birer karalamadan ibarettir.

Son söz: ılim adına kasten ve bilerek yalan uyduranları bir kez daha Allah'a havale ederek geçiyoruz.

12

24.05.2005, 11:06

Siz belgeden ne anlarsınız?

BAşLIK : Siz belgeden ne anlarsınız?
TARıH : 14.05.2005


Alıntı sahibi ""[url=http://www.yeniasya.com.tr/2005/05/14/yazarlar/lsalihoglu.htm"

YeniAsya Gazetesi M. Latif SALıHOğLU[/url] "]ıftira batağına saplanan müfteriler, oradan kurtulma eğilimine girmedikleri için, çırpındıkça daha da batıyorlar.

Biz bunlara evvelâ dostane bir nazarla bakarak, yanlıştan, hasâretten, kurtulmaları dileğinde bulunduk, bu meyanda samimi çağrılar yaptık. Fakat, onlar inat ile yaptıkları hatada ısrar ettiler. Aynı şekilde, dostluk adına yapılabilecek her şeyi yıkıp tarûmar ettiler.

Bu durumda, artık günah bizden gitti diyerek, onları bilmecburiye "en büyük müfteri" ilân etmek durumunda kaldık. Çünkü, onların "asrın müceddidi"ne attıkları iftiradan daha büyük bir iftira tasavvur edilemez.

Evet, seksen küsûr senedir, şeytanın dahi aklına gelmeyen bir büyük iftirayı, bunlar şimdi icad edip yaymaya ve bu sûretle halkın vicdanını yanıltmaya çalışıyorlar.

Peki, kimdir bu müfteriler? Kısacası, bunlar "derin odakların dümenine girmiş ve onların emrinde çalışan zavallı mesajcılar"dır.

Devletten fazla devletçi, kraldan fazla kralcı geçinen, parti olarak seçime girdiklerinde ise, halktan ancak binde sıfır nokta buçuklu oranlarda oy alabilen tabansız çığırtkanlardır. ışte bu çığırtkanların bugünlerde tutturdukları bir terane var. Onlara göre, Said Nursî kurtuluş savaşı esnasında gizliden işgalci düşman kuvvetleriyle birlikte çalışmış, açıktan ise, millî kuvvetlerden yana görünmüş.

Bu nâmerd-i Kıptîler de, kendince keşfettikleri bu "gizli sırrı" şimdi fâş etmekle, gûyâ şecaat arzediyorlar. Tabiî, bu halleriyle sirkatini gösteren "Merd-i Kıptî"nin dahi gerisine düşmüş oluyorlar.

Tıpkı, "ıngiliz muhibbânı"ndan olan mandacı Said Molla'nın gerisine düştükleri gibi...

* * *

Said Molla, ıngilizler'in ıstanbul'u işgali esnasında şurâ-yı Devlet Azasıdır. Yunan ordusu 15 Mayıs 1919'da ızmir'e asker çıkarmasıyla, diğer bazı Osmanlı aydını gibi Said Molla'da ıngilizler'e yakınlık gösterir. 20 Mayıs günü bu aydınların resmen kurmuş olduğu ıngiliz Muhibbân Cemiyeti (The Friends of England Association), Yunan istilâsına mukabil "ıngiliz mandacılığı"nı kabul eder. Bu cemiyetin içine, kısa sürede şehülislâm Mustafa Sabri Efendi gibi tanınmış önemli şahsiyetler de dahil olur.

Bu hususlar, hemen her araştırmacı tarafından bilinen tarihî gerçeklerdir. Gerçeğin zıddına inkılâbı ise şudur: Gerek Yunan istilâsına, gerekse ıngiliz işgaline karşı canını siper ederek bütün kuvvetiyle çalışan Said Nursî, şimdilerde bazı nâdanlar tarafından o iki merhametsiz düşmanın safında ve yanında gösterilmek isteniyor.

Biz bu nâdanları değişik kanallardan ikaz ederek "Sakın ola Said Nursî'yi Said Molla denen ıngiliz muhibbi ile karıştırıyor olmayasınız" diye, defalarca uyarmaya çalıştık.

Fakat onlar inat edip aynı iftira furyasını daha da şiddetlendirerek devam ettirdiler ve "Hayır, hayır karıştırmıyoruz. ıngiliz yanlısı diye kast ettiğimiz kişi Said Molla değil, bas bayağı Bediüzzaman Said Nursî'dir" diye yazarak, haya ve hicap perdesini büsbütün yırtıp attılar.

ışte, bize göre, bu alçak müfteriler böyle yapmakla, Said Molla'nın durumundan daha denî, daha aşağılık bir derekeye düştüler.

Çünkü Said Molla, ıngiliz taraftarlığını açıktan ve merdane bir şekilde yapıyordu. Bu nâmertler ise, olmayan bir şeyi varmış gibi gösteriyor ve hakikati zıddına inkılâp ettirircesine, dost-düşmanın ittifakıyla bir vatanperver olan Said Nursî'yi "vatan hâini" gibi göstermeye yeltendiler.

Böylelikle, Said Molla "haini"ne bile rahmet okutacak bir duruma düştüler.

* * *

Bu arada, bu nâmertlerin belge diye, kaynak diye ismini verdikleri kitapları, dergileri de açıp baktık. Kesinlikle hiçbirinin tarihî belge niteliği yok. Hemen hepsi, "suyunun suyunun suyundan" bulaşık suyuna dönüşmüş birer sahtekârlık belgesi mahiyetinde.

Gariptir ki, bunların içinde "belge sahtekârlığı" yapanları teşhir ettiğimiz aynı gün (12 Mayıs), yine müfteri gürûhundan biri kalkmış "tarihî belge" diye yazısında bu mevkutelerin isminden bahsediyor.

Biz açıp ismini verdikleri kitabın sayfa numarasına bakıyoruz, orada bir başka kitabın ismi veriliyor. Onu da bulup bakıyoruz, orada da bir dergiden alıntı yapıldığı belirtiliyor. Dergi yazısı ise, kelimenin tam anlamıyla bir sahtekârlık örneği.

Meselâ, bu sahtekârlıklar dizinin hepsinde özet mahiyetinde şu ifadeler var: "Teâli-i ıslâm Cemiyeti, 19 şubat 1919'da kuruldu. Bu cemiyet, aynı senenin 19 Eylül'ünde ıkdam gazetesinde bir beyannâme neşretti. Bu beyannâmede, Anadolu'daki millî kuvvetlerin yaptıklarına lânet edilirken, işgalci düşman kuvvetlerine rahmet okunuyor. ışte Said Nursî, böyle bir cemiyetin yönetim kurulunda bulunan ve o talihsiz beyannâmeyi tasdik eden bir şahsiyettir."

Evet, Said Nursî, gerek hayatta iken ve gerekse vefat ettikten sonra bile, bugüne kadar hiçbir alçak müfteri çıkıp da böylesi iftiralarda bulunmadı, bulunamadı.

Bu değişmez ve değiştirilemez gerçeği teslim ettikten sonra, ayrıca verilen bilgilerdeki yanlışlıkları düzeltmeye çalışalım.

Hemen ifade edelim ki, bahsi geçen ıkdam gazetesindeki yazı neşredildiğinde, Teâli-i ıslâm Cemiyeti henüz kurulmuş dahi değildi. Muteber bütün kaynaklar, bu cemiyetin 14 Kasım 1919'da kurulduğunu bildiriyor.

ıkincisi, yine aynı kaynakların hiçbiri yönetim kurulunda Said Nursî'nin ismini göstermiyor. Üçüncüsü, söz konusu bildiri Cemiyet-i Müderrisin adına ve bir emr-i vâki ile neşrediliyor ki, bu yüzden cemiyet bünyesinde adeta kıyâmet kopartılıyor.

Ve, en başta da Bediüzzaman Said Nursî, siyasete bulaştığı ve düşmana yanaştığı için, sadece bir âza sıfatıyla bulunduğu bu cemiyetle yollarını tamamen ayırıyor. Hatta ayırmakla da kalmıyor, hayatını tehlikeye atarak, işgalcilerin aleyhinde ve millî mücadelenin lehinde olmak üzere, hem bir fetvâ neşrediyor, hem de broşür hazırlayıp halka ve ulemâya dağıttırıyor.

* * *

Bütün bunları düşünürken, hatırımıza şu da geldi: Bazı kimseler neden böyle âdeta zoraki tarzda rezalet elbisesi giymek istiyor? Acaba, Aczmendî geçinen şahsın başına geldiği gibi, bunların da "son kullanma tarihi" mi yaklaştı? Özellikle son günlerde internette dolaşan ve "Aczmendî"yi dörte katlayan dedikodular, acaba yakında patlak mı verecek? Bilemiyoruz ve tabiî ki uğraşmıyoruz, o tür meselelerle? Fakat, bütün bu garipliklerin birbiriyle münasebet bağları olabilir diye de düşünmeden edemiyoruz. Bu bulanık çalkantıların hayırlar getirmesini diliyoruz.

13

24.05.2005, 11:09

ıki büyük palavra

BAşLIK : ıki büyük palavra
TARıH : 16.05.2005


Alıntı sahibi ""[url=http://www.yeniasya.com.tr/2005/05/16/yazarlar/lsalihoglu.htm"

YeniAsya Gazetesi M. Latif SALıHOğLU [/url]"]Geçen haftaki gazeteleri okuduğumda, iki köşe yazısında iki büyük palavraya rastladım.

Bunlardan biri, "Atatürk'ün en büyük Türk milliyetçisi olduğu"nun altını çizdikten sonra, böylesi bir milliyetçiliği getirip Müslümanlıkla bağlamaya çalışıyordu.

Diğeri ise, Üstad Bediüzzaman'ın fazla medar-ı bahs etmeyin diye tavsiyede bulunduğu "Mehdî meselesi"ni mükerreren işleyerek, "Üç Mehdî" palavrasını atıyordu.

Bu gibi konularda şahıslardan ziyade fikirler ehemmiyet arz ettiğinden, biz de fikirler üzerinde durmaya çalışalım.

* * *

Kanının son damlasına kadar "milliyetçi" geçinen kimselerin "milliyetçiliğin temel bilinci"ne dair şöyle ifadeler kullanmasını yadırgamamak lâzım: "Atatürk'ün en büyük Türk milliyetçisi olduğu ve çıkar yolun Ata'nın yolu olduğu gerçeği, Türk milliyetçilerinin temel bilinç noktalarından birisidir."

Yadırganacak ve hakikat ehli hiçbir kimse tarafından asla kabul edilmeyecek olan görüş ise, böylesi bir milliyetçiliğin ıslâm dini ile bağdaştığı, dahası temel kaynaklardaki gerçek dinle örtüştüğü yönündeki iddialardır.

Bu tür iddiaları, siyaset sahnesinde ortalığa sıkılan palavralar cinsinden saymak gerekir. Aksi halde, hem dünyada yalancı, hem de ukbada mahcup duruma düşme tehlikesi var.

* * *

Her kesimin Mehdi hakkında farklı düşüncesi, mülâhazası var. Bunları da yadırgamamak, hatta saygıyla karşılamak lâzım.

Ne var ki, Üstad Bediüzzaman'a ve eserleri olan Risâle-i Nur'a dayandırarak, birbirine tamamen aykırı, birbiriyle taban tabana uyumsuz iddialarda bulunmak, öyle kolay ve basit bir mesele olarak görülemez. Üstad, açıkça "Risâle-i Nur, bu meseleleri kâfi derecede halletmiştir" diyor.

Bununla beraber, Risâle-i Nur'un hiçbir yerinde "üç Mehdi'nin geleceğine ve bunların da şu şu zamanlarda hizmet edeceğine" dair en ufak bir işaret bulunmamasına rağmen, bazıları yine de çıkıp kendi kafasından uydurduğu "üç Mehdi" palavrasını bu kudsî kaynaklara dayandırmaya çalışıyor. ışte, hiç alâkası olmadığı halde, bu tür asılsız iddialarına delil olarak getirdikleri "Mehdi'nin üç vazifesine" dair birkaç cümle:

" Bu zamanda hem iman ve din, hem hayât-ı içtimâiye ve şerîat, hem hukûk-ı âmme ve siyaset-i ıslâmiye için gayet ehemmiyetli bir müceddid ister. Fakat, en ehemmiyetlisi hakâik-i imaniyeyi muhafaza noktasındaki tecdid, en mukaddes ve en büyüğüdür.

"Hem, bu üç vezâif birden bir şahısta veyahut bir cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi, pek uzak, âdeta kàbil görülmüyor." (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 171.)

"Namaza yaklaşmayan Bektaşî" misali, mektubun bundan sonraki kısmını kàle almayan palavracılar, buraya kadar olan ifadelerden "üç Mehdi" mânasını çıkarma garabetini sergiliyor.

Oysa, aynı mektubun devam eden izahlı ifadelerinden suret-i katiyede "üç Mehdi" mânâsı çıkmıyor. ışte, devam eden mânâya dair açık ifadeler: "(Bu üç vezâif), Ahirzamanda Al-i Beyt-i Nebevînin cemaat-i nuraniyesini temsil eden Mehdî'de ve cemaatindeki şahs-ı mânevîde ancak içtimâ edebilir."

Evet, bu mesele hakkında da palavraya değil, konuşan hakikata kulak vermeli.


AıHM yüzsüzleri


Avrupa ınsan Hakları Mahkemesinin "başörtüsü"ne dair yasakçı kararı karşısında zil takıp oyayanlar, şimdi aynı mahkemenin Öcalan hakkındaki "yeniden yargılansın" şeklindeki kararı karşısında hop kalkıp hop oturmaya başladılar.

Bu ikiyüzlülük de değil, basbayağı yüzzüslük. Zira, bunlar "Türkiye'de anayasayı dahi değiştirseniz, yine de üniversitelerde başörtüsünü serbest bıraktıramazsınız. Çünkü, karşınızda daha bir üst merci olan AıHM var" diyorlardı. Ama, aynı kimseler veya kesimler, şimdi farklı konuşuyor.

AıHM'in Öcalan kararını yerden yere vuruyor.

Bu yüzsüzlerin samimiyet derecesini, bu iki konuyla ilgili gelişmeler paralelinde tahlil etmek şimdi daha kolay.


Kritik sınav


Sabah gazetesinden Erdal şafak, son AıHM kararı için "Bu sınavı geçmek zorundayız" diyor ve konuyu şöyle özetliyor: "Avrupa ınsan Hakları Mahkemesi'nin asla sürpriz olmayan Öcalan kararı, hepimiz için sınav olacak. ıktidar için siyasî cesaret sınavı. Muhalefet için sorumluluk sınavı. Yargı için çağdaş ve evrensel hukuku özümseme sınavı. Sokaktaki vatandaş için soğukkanlılık ve olgunluk sınavı. Ve tüm bunların toplamıyla da ulusça, AB sürecinin sancılı ama kaçınılmaz değişimlerini sindirme sınavı." (Agg. 13 Mayıs 2005)

14

24.05.2005, 11:11

Hassasiyet kaşıyıcılarına dikkat

BAşLIK : Hassasiyet kaşıyıcılarına dikkat
TARıH : 17.05.2005


Alıntı sahibi ""[url=http://www.yeniasya.com.tr/2005/05/17/yazarlar/lsalihoglu.htm"

YeniAsya Gazetesi M. Latif SALıHOğLU [/url]"]Dünkü yazımızın sonunda da dikkat çektiğimiz gibi, âhirzaman meseleleri hakkında hayalî iddialara değil, konuşan hakikatlere kulak verilmeli.

Çünkü, âhirzaman şahısları ve hadiseleriyle ilgili meselelerin tevil ve tahlili, son derece ciddiyet ve hassasiyet gerektiriyor.

Risâle-i Nur ise, bu kàbil meseleleri lâyıkıyla hal ve izah etmiş; başka yerden teviller aramaya ihtiyaç bırakmamış.

Bu sebeple, Nur talebelerinin, meselâ âhirzaman şahıslarından olan Hz. Mehdî, Hz. ısa, Süfyan ve Deccal ile alâkalı olarak, Risâle-i Nur'daki mâlumat dışında herhangi bir beklentisi, yahut arayışı söz konusu değil.

Onlar, "nur-i îman" ile bakarak, bütün bu eşhâsı biliyor, tanıyor. Fakat, 24. Söz'ün 3. Dalında izah edilen "sırr-ı teklif" ve "hikmet-i iphâm"a uygun şekilde hareket ettiklerinden, perdeyi yırtma, yahut meseleyi aleniyete dökme, daha doğrusu meseleyi ayağa düşürme cihetine gitmiyorlar.

Yani, düstûrlar gereği bu konularda dikkatli davranıyor ve hassasiyet gösteriyorlar.

Nitekim, aynı mânâdaki hassasiyetin bir başka ifade şeklini, Sikke-i Tasdik-i Gaybî'nin 11. sayfasında da görmekteyiz. Bu hassasiyetin gerekçesi ise, hülâsaten şöyle ifade ediliyor:

Mehdi meselesinin alenen medar-ı bahs edilmesi, ehl-i dünya ve ehl-i siyaset evhama, telâşa düşüp hücuma geçmelerine sebebiyet vereceği gibi, bir kısım hocaların da itiraza başlamasına vesile olur. Yani, gereken dikkat ve hassasiyet gösterilmediği takdirde, hem ehl-i dinin tenkidine hedef, hem de ehl-i dünyanın hücumuna maruz kalınmış olur. Ki, bu da hizmet düstûrlarının ihlâli anlamına gelir.

ışte, bunca dikkat ve hassasiyet gerekliliğine rağmen, yine de meseleye patavatsızca ve fütursuzca dalış yapanlar var.

Bu kimseler, işin ehli olsalar, yaptıkları belki bir derece (hususi dairede) mâkul karşılanabilir. Ama, bunlar ehil değil ise, konuştukça zarar vermekten başka bir iş becermiş sayılmazlar.

* * *

Bu meselelerle alâkalı olarak, bazı kardeşler bizi arayarak, karşılaştıkları söz ve yazılar hakkında bilgi aktarıyor ve izahat istiyorlar.

Kardeşlerimiz şunu iyi bilsinler ki, bahsettikleri gelişmelerden haberdarız. Palavracıların ne yazdıkları, ne söyledikleri, ne tür fitneler kaynatarak bünyede nifak ve şikak çıkarmaya yeltendiklerini gayet iyi biliyoruz. Fakat, bunları fazla da ciddiye almıyoruz.

Hem, nasıl ciddiye alacaksınız ki... Meselâ, bir bakıyorsunuz, bu palavracılar yarım düzineye yakın kişiyi—hâşâ—Hz. ısa diye piyasaya sürmüş ve kezâ bir düzineye yakın adamı da—yine hâşâ ve kellâ—Hz. Mehdi diye ilân edivermişler.

Evet, bunların yarım düzine ısâ'sı ve bir düzineye yakın Mehdî'si olmasına rağmen, hiçbirinin bir Deccal'i, yahut Süfyan'ı ortada yok. Gösteremiyorlar.

Soruyorsunuz "ıyi de kardeşim, Mehdi'den önce sizin Deccaliniz, Süfyanınız olması lâzım gelmez mi? Hani bunlar nerede?" diye; verdikleri cevap ise "kem–küm"den öteye gitmiyor.

Bunların bir kısmı da çok zavallı duruma düşmüş. Bir tek Mehdi'yi terk ettiği, yahut kabul etmediği için, birkaç Mehdi'nin peşine düşmüş, böylece "Mehdi-yi âzamın" küllî hizmetini götürüp onlara taksim etmeye koyulmuş... şimdi, hakikat noktasına zavallı duruma düşmüş bu palavracıların nesini ciddiye alacaksın...

Onlar zaten dahilde kavga, nifak isterler ki, çıkması muhtemel çatışmadan istifade etsinler. Öyle ya, iki taraf çekişirse, kavga neticesinde bir taraf ister istemez yanlışa süluk edecek. Bu da onlar için "kısa günün kârı" olur.

* * *

Palavracılara değil, ama hak ve hakikat nâmına bazı hususlara ciddî izahlar getirmek lâzım.

Meselâ, bazı kardeşlerimiz derler ki: "Üstad Bediüzzaman seyyid midir? Hiç 'Ben seyyidim' demiş midir? Çünkü bu husus, Nur talebelerinin ona izafe ettikleri mânevî makamın izahı noktasında önemli bir kriter teşkil ediyor?"

Aslında, bu gibi suâllere, Risâle-i Nur'da herkesin anlayacağı açıklıkta cevaplar verilmeyeceğine ve verilmemesi gerektiğine dair hikmetli izahlar, açıklamalar var. Bu izahlardaki düsturlara göre, Üstad Bediüzzaman'ın çıkıp aleni şekilde "Ben seyyidim veya Mehdiyim" demesi zaten münasip ve muvafık düşmüyor.

Ancak, şu da var ki, hikmet-i iphama uygun olarak, bazı talebelerine, meselâ Emirdağ'lı Osman Çalışkan ve Urfalı Salih Özcan (halen hayattadır, sorulabilir) gibi talebelerine hem anne, hem de baba tarafından evlâd-ı Resûl olduğu, yani hem seyyid, hem de şerif olduğunu söylemiştir.

şayet, "Bunlar hatıra cinsinden şeylerdir. Bize Risâle-i Nur'dan delil getirin" deniliyorsa, onun da yine aynı hikmete uygun şekilde izahı var. Meselâ, Emirdağ Lâhikası sayfa 75'te yer alan Hasan Feyzi'ye ait bir mektupta, Üstad Bediüzzaman'ın "mânevî silsile-i şerâfet ve siyadetten" olduğu, Kürt olarak görünmesinin ise, onun "hakikî hüviyet ve milliyetini setr ve ihfa" hikmetiyle olduğu, "sâdık âkiller"in anlayacağı bir netlikte güzelce izah ediliyor.

Evet, Üstad Bediüzzaman, kendisinin hem seyyid, hem de şerif olduğunu ifade eden bir mektubu lâhikaya koydurmuş olmakla, bu cihetteki şüphe, tereddüt ve itirazların da önünü kesmiş olduğuna kanaat getiriyoruz.

Tabiî, herkesin aynı kanaati paylaşmak gibi bir mecburiyeti yoktur. Bunu palavracılar da gayet iyi biliyor ki, hassasiyetleri kaşımaktan tuhaf bir lezzet alıyorlar.

15

24.05.2005, 11:14

"Kuvvacılar" da töhmet altında

BAşLIK : "Kuvvacılar" da töhmet altında
TARıH : 18.05.2005


Alıntı sahibi ""[url=http://www.yeniasya.com.tr/2005/05/18/yazarlar/lsalihoglu.htm"

YeniAsya Gazetesi M. Latif SALıHOğLU[/url]"]Millî mücadele yıllarında Millet Meclisinde alkışlarla karşılanan ve kendisine resmî törenle "Hoşâmedî" yapılan Said Nursî'yi "işgalci düşman" safında göstermeye kalkışmak, bu ıslâm âlimine büyük bir iftirada bulunmak kadar, o günkü Meclis üyelerini de ağır bir zan ve töhmet altında bırakmak anlamını taşır.

Bu önemli noktanın açılımını yazının sonlarına bırakarak, öncelikle bir haber portalında (elektronik gazete) güncellenen bir gelişmeyi dikkatinize sunmak istiyoruz.


Tartışmaya açılan yazı


2 Mayıs'ta yayınlanan "Bu yazarı üç kâğıda kim getirdi?" başlıklı yazımız, "haber7.com"un web sitesine de taşındı.

Kanal-7'ye ait bu sitenin 16.05.2005 tarihli web sayfalarında tartışmaya açılan yazının konusu, okuyuculara "Yeni Mesajcı'ya Said Nursî cevabı" başlığıyla sunuldu.

Konuya gösterilen ilgi büyüktü. Hatta, o gün için zirvedeki konu buydu.

Takip ettik, gün boyu "en çok okunan" ve "en çok yorumlanan" konu oldu.

"Hit" rakamlarına baktığımızda ise, yorumcu sayısının 149, okuyucu sayısının da 8900'ü geçtiğini gördük.

Katılımcıların mutlak ekseriyeti, Üstad Bediüzzaman gibi vatan ve millet kahramanına büyük iftira edildiği, bunu yapanların da büyük vebâl altına girdiği yönünde görüş beyan ediyor. (Bkz: 16 Mayıs tarihli "www.haber7.com")


Fâhiş bilgi hataları


Bu vesileyle şunu bir kez daha ifade edelim ki, Said Nursî'yi "işgalci ıngilizlerle ittifak içinde" gösterenlerin ellerinde iddia ettikleri türden herhangi bir belge, doküman falan yok... Evet, kesinlikle yoktur. Olsaydı şayet, çıkıp bunu merdâne şekilde gösterirlerdi.

Kaldı ki, "Belgesi var" diyerek kaynak adına gösterdikleri kitaplarda, sadece ve sadece Said Nursî'nin "Teâli-i ıslâm Cemiyeti yöneticilerinden" olduğuna dair bilgi kırıntıları var.

Evet, "bilgi kırıntısı" diyoruz. Zira, sıraladıkları tarihler ile verdikleri bilgiler birbirini tutmuyor. Dahası, bir kısmı tamamiyle gerçek dışı. ışte misâllerle ispatı...

Meselâ, iftiracılar diyor ki: "Teâli-i ıslâm Cemiyeti, 16 Eylül 1919'da ıkdam gazetesinde halka hitaben 'Yunanlılarla savaşmayın; Kuvvâcıları yok edin' meâlinde bir bildiri neşretti. Bu bildirinin altında da, cemiyetin yöneticilerinden Said Nursî'nin imzası var."

Bu sunturlu yalana, yanlışa, yahut iftiraya gayet derecede net ve özet bir cevap:

Hemen ifade edelim ki, "Teâli-i ıslâm Cemiyeti" isimli teşkilât, 16 Eylül'de henüz kurulmuş dahi değil. Acaba, daha kurulmamış olan bir cemiyet adına bildiri nasıl yayınlanır?

Teâli-i ıslâm Cemiyetinin kuruluş tarihi ise, 14 Kasım 1919'da toplanan Cemiyet-i Müderrisînin genel kurulunda tesbit edilip kararlaştırıldı.

Büyük çekişme ve kavgaların yaşandığı genel kurul toplantısında, cemiyet isim değiştirerek faaliyetini sürdürme kararı alındı. Kavganın ana sebebi ise, bir emr-i vâki ile 26 Eylül tarihli (16 Eylül değil) ıkdam'da Cemiyet-i Müderrisîn adına yayınlanan o talihsiz beyannâmedir.

Müderrisîn Cemiyeti için bir dönüm noktası teşkil eden bu tarihten sonra, üyelerin önemli bir kısmı istifa eder ve cemiyetle yollarını ayırır. ışte, Üstad Bediüzzaman, özellikle bu sebepten dolayı, yönetici değil, sâde bir üyesi olduğu o eski cemiyetten ayrılan ve ıngiliz işgaline karşı da en sert muhalefeti yapanlardan biridir.

Nitekim, o "Kara Gün"lerde ıstanbul âfakında yankılanan "Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!" nidâsı, idam edilmeyi dahi göze alan Bediüzzaman Said Nursî'ye aittir.

Ama, buna rağmen yine de "Hayır, öyle birşey yoktur ve olamaz" diyenler varsa, bilsin ki bu işin şakaya gelir, yahut hafife alınır tarafı yok. Said Nursî'nin bu meseledeki tavrı gibi sözleri dahi son derece sert ve keskincedir. Muarızlarının yüzüne tükürüp gözüne tokatlar indiriyor...

Gerçekleri ters-yüz etmeye koyulanlar, bu şiddetli hiddete karşı kendilerini kolayca koruyamayacağını da bilmeli.

ışte, yalancı müfterilerin, ileri sürdükleri asılsız iddialarının yanı sıra, birbiriyle hiç uyuşmayan bunca isim, tarih ve teknik bilgileri de dikkate alarak, yaptıkları "atmasyonları" bir kez daha gözden geçirmesi gerekiyor.

(Bu konuyla ilgili kaynaklar: 1- M. Tayyip Gökbilgin; Millî Mücadele Başlarken/II, s. 43. 2- Prof. Dr. Utkan Kocatürk; TC Tarihi Kronolojisi, TTK Yayınları, s. 100. 3- Tarık Zafer Tunaya; Türkiye'de Siyasi Partiler II. Cilt. 4- Kemâl Gurulkan; Köprü, Güz-200. 5- Bediüzzaman Said Nursî; Tarihçe-i Hayat ve Hutuvât-ı Sitte isimli eserleri.)


Dolaylı itham


şimdi tekrar başa dönerek bitiriyoruz...

Bugün hayatının hemen bütün safhaları araştırmacılar tarafından bilinir hale gelen Bediüzzaman Said Nursî'ye "Düşmanla işbirliği yaptı" iddiasında bulunanların, son olarak şu noktaya geldiğini görmekteyiz: Diyorlar ki: "Tamam, Said Nursî, Birinci Dünya Savaşında talebelerini başına toplayarak düşmana karşı savaşmış, Kafkas Cephesinde yaralanarak esir düşmüş olabilir. Hatta, 1922 yılı sonlarında Ankara'ya giderek Mecliste duâ edip konuşma yaptığını da kabul ediyoruz. Ancak, biz Said Nursî'nin ikili oynadığını iddia ediyoruz. Yani, ıstanbul'da güçlü konumdaki işgalci ıngilizlerden yana tavır koyarken, memleket kurtulduktan ve Ankara hükümeti güçlendikten sonra, bu kez gidip onlara yanaşmış ve çaktırmadan saf değiştirmiş. Dolayısıyla, ettiği duânın da, yaptığı konuşmanın da hiçbir değeri yok."

Evet, meselenin iç yüzünü bilen hakperestlerin vicdanını sızlatan bu büyük iftiranın, bir başka yönü daha var; o da şudur: ıftiracılar, esasen bir taraftan da Kuvvâcıları enayi yerine koyup töhmet altında bırakırcasına şunu demek istiyorlar: "Ey Kuvvacılar! Siz ne basiretsiz adamlarsınız. Öyle ki, vatanı istilâ eden düşmanla iş birliği yapmış bir şahsı bile tanıyamıyor ve onu Meclise dâvet edip alkışlıyorsunuz. Bu büyük ihaneti nasıl oldu da sizden hiçbiri fark edemedi? Nasıl oldu da hepiniz toptan aldandınız böyle? Oysa biz sizi düşmanı her haliyle bilen, tanıyan ve kovan kahraman ecdadımız olarak bilirdik..."

Evet, mesele bu derece traji-komik bir mahiyet arz ediyor. Düşmanla iş birliği yapmış bütün meşhurları tesbit eden ve bunları 150'likler listesine dahil edip "ihânet-i vataniye" ile suçlayan ve yakalandıkları yerde en ağır şekilde onları cezalandıran Kuvvacı Birinci Meclis kahramanlarını Bediüzzaman'ı tanımamakla, yahut yanlış tanımakla itham edenlerin mahiyetini acaba başka türlü nasıl anlatmalı, bilemiyoruz.

Son söz: O devirde düşmanla işbirliği yapanlar, bırakın Ankara'ya gitmeyi, ıstanbul'da dahi rahat barınamaz durumdaydılar. Çoğu ya yurt dışına kaçıp kurtuldu, ya da yakalanıp en ağır cezaya çarptırıldı. Bu açık gerçekleri bilmeyen, yahut bilmek istemeyene, ne anlatırsanız boşunadır.

16

24.05.2005, 11:18

Müfteri, iftirasında ısrar ediyor

BAşLIK : Müfteri, iftirasında ısrar ediyor
TARıH : 20.05.2005


Alıntı sahibi ""[url=http://www.yeniasya.com.tr/2005/05/20/yazarlar/lsalihoglu.htm"

YeniAsya Gazetesi M. Latif SALıHOğLU[/url]"]Artık 'müfteri' şahsın ismini vermeye hiç gerek yok. O kendisini gayet iyi biliyor.

Ayrıca, toplum da hem kendisini, hem içinde yer aldığı binde sıfır nokta küsûratlık siyasî grubu da biliyor, tanıyor.

Evet, müfteri şahıs kendini bildiği içindir ki, bizim hiç isim vermeden "Hey müfteri!" başlığıyla yazdığımız yazıya da kendince "kıvırtmalı" cevaplar vermeye koyulmuş.

Daha önceki yazılarında olduğu gibi, yine atıp tutmaya, kendini aklamaya ve o çirkin iftirası üzerinde oturmaya ısrarla, hatta inatla devam edip gidiyor.

Ona göre, Said Nursî'nin Müderrisîn Cemiyeti üyesi olarak kabul edilmesiyle, gûyâ iddiları doğru çıkmış, iftiraları da yerini bulmuş oluyor... Oysa, bunlar tâli noktalar olup asıl mesele başkadır.

Yani, Said Nursî bu cemiyetin kurucusu mu, sade üyesi mi, ıkdam gazetesindeki talihsiz bildiri(ler) şu tarihte mi, yoksa bu tarihte mi çıkmış, vesaire... Hemen her kaynakta birtakım farklılıklar arz eden bu türden bilgiler, esasen teknik bilgiler cinsinden olup tartışmanın odak noktasını teşkil etmiyor.

Bunu müfteri şahıs da biliyor ki, yine dönüp dolaşarak o farklı rivâyetlerin oyuklarına sığınma gereğini duyuyor...

Oysa, evet asıl mesele, asıl tartışma konusu başkadır.

Hey müfteri! Tartışmanın odak noktasını ortaya attığın "Said Nursî, ülkeyi işgal eden düşmanların safında yer aldı ve millî mücadelenin de aleyhinde bulundu" şeklindeki iddianın teşkil ettiğini bilmiyor musun?

Evet, asıl meselenin ve asıl tartışmanın, sana ait olup eşi-benzeri olmayan şu asılsız iddiadan kaynaklandığını, acaba adın gibi bilmiyor musun?

Biliyorsun ki demişsin: "ışgalci düşmanın lehinde ve millî kuvvetleri aleyhindeki bildirinin altında Said Nursî'nin imzası var."

Bu iftiranı üçüncü defadır tekrarlıyorsun. Tek dayanağın ise, bazı kitaplarda rastladığın ve esasında "mâlumu ilâm" kabilinden olan şu bilgidir: "Bediüzzaman Müderrisîn Cemiyeti üyesidir."

Sen ise, sade bu teknik bilgiye istinaden daha ilk yazında tuttun Üstad Bediüzzaman'ı "vatan haini, millet haini" ilân ettin. Ve bu teraneyi de, bir yazar arkadaşınla paslaşarak beşinci defadır tekrarlıyorsun... Varsa şayet elinde, çıkar da asıl bu "ihanet" iddiasının delilini, belgesini göster? Yoktur ki, gösteresin...

Meselenin bu önemli tarafını es geçerek, tutup öyle teknik bilgi kırıntılarından hüküm çıkarmak mertlik işi değil...

Senin bilgi, belge dediğin şey, uydurduğun o korkunç iddiayı karşılamıyor ve attığın dehşetli iftirayı kapatmıyor ki...

El insaf yahu! O hatalarla dolu teknik bilgi kırıntılarına nasıl oldu da böyle dört elle sarılma ihtiyacını duydun?

Biliyorsun ki, (zaman, mekân, isim, rakam gibi) teknik bilgiler her zaman için tashih edilmeye muhtaçtır. Kaynaklar arasındaki bu türden nüans farklılıkları düzeltme cihetine gitmek de zor bir iş değil. Bunlar, tali derecede olup asıl maksada yardımcı unsurlar mesabesindedir.

Nitekim, ıkdam'daki bildiri tarihi diye senin çürük bir kaynaktan iktibas ettiğin "16 Eylül 1919"u biz "26 Eylül" şeklinde tashih ettik. Hatta bu düzeltmeyi son yazının baş kısmında inkâr ettiğin halde, ilerleyen satırlarda farkında olmadan—üstelik yazımızı delil göstererek—ikrar etmiş oluyorsun.

Ama, biz yine bunları fazla önemsemiyor ve üzerinde de fazlaca durmuyoruz.

Bizim üzerinde asıl durduğumuz can alıcı mesele şudur: Sen hangi hakla ve hangi akla hizmet gayesiyle Said Nursî gibi bir vatan ve millet sevdâlısını tutup baş düşmanıyla, can düşmanıyla, hatta din düşmanıyla aynı safta gösterme garabetini sergiliyorsun?

ışte, muteber kaynaklarda senin bu yaptığından yok... Acaba, tanınmış ve dünyada milyonlarca okuyucusu, takipçisi, talebesi bulunan o büyük ıslâm âlimine bu çirkin iftirayı atarken, ürperti duymadın mı, hiç vicdanın titremedi mi?

Senin uydurduğun bu dehşetli iftiranın altına, seksen beş yıldır hiçbir fâni imza atmadı, atamadı. Kimse böyle ağır bir vebâlin altına girmedi, giremedi.

Öte yandan, Kuvvâ-yı Milliyecileri sözde aklama, yahut savunma adına bu korkunç iftirayı atıyorsun ama, aslında bu yaptığınla onları da büyük bir zan ve töhmet altında bıraktığının farkında bile değilsin.

Acaba, o millî kahramanlardan hiçbirinin aklı, fikri, iz'anı, vicdanı seninki kadar çalışmıyor muydu ki, Said Nursî'yi senin gözünle göremediler? Onların tamamı–hâşâ–gafil kimseler miydi ki, iddia ettiğin türden bir ihaneti fark edemediler?

Bediüzzaman'ın o "meş'um bildiri"de bir dahli ve rızası olup olmadığını bütün mebuslar, bütün Kuvvâcılar ve 85 yıldır bütün bir millet bilmiyordu da, bir tek sen bildin ve buldun? Öyle mi?

Bu yaptığınla başta Kuvvacıları ne duruma soktuğun ve okuyucularına onları nasıl lanse ettiğinin farkında mısın?

ıddiana güveniyorsan, haydi çık da Birinci Meclisteki o millî kahramanların sözlerinden, hatıralarından bir delil getir?

Ey müfteri! Bunu sen de gayet iyi biliyorsun ki, millî mücadele yıllarında hatlar keskin çizgilerle çizilmiş ve saflar net bir şekilde belirginleşmiş durumdaydı. Kimin hangi safta mücadele ettiği gayet açıktı. Hele hele Said Nursî gibi meşhur olmuş bir şahsın ikili oynamasına imkân ve ihtimal yoktu.

Kezâ, düşmanla işbirliği yapanlar ve o meş'um bildirilere imza atanlar, Ankara Meclisi tarafından tek tek tesbit edilerek birer "vatan hâini" ilân edilmişlerdi. Bu "hainler" için idam ve kurşuna dizmek gibi en ağır cezalar anında veriliyordu.

Bütün bu berrak gerçeklere rağmen, Said Nursî'nin 1922 sonlarında Ankara'ya dâvet edilerek kendisine Mecliste konuşma ve zafer için duâ ettirildiğini—artık inkâr edemediğinden—kerhen kabul ettiğin halde, yine de tutup o zâtı düşman safında ve hainler sınıfında göstermeye yelteniyorsun.

Son sözümüz şu: Eğer bir nebzecik olsun insaf ve vicdan sahibi isen, Said Nursî'ye attığın bu dehşetli iftiradan dolayı ürperip titrereyek kendine gelmeli ve derhal nedâmet gösterip tevbe-istiğfar etmelisin. Meselâ, "Said Nursî'nin o meş'um bildiride dahli yoktur ve olamaz" diyerek, insaflı bir başlangıç yapabilirsin.

Bunu yapmak sizce çok mu zor?

17

24.05.2005, 11:20

Savunma pasif, çelişki ciddî

BAşLIK : Savunma pasif, çelişki ciddî
TARıH : 21.05.2005


Alıntı sahibi ""[url=http://www.yeniasya.com.tr/2005/05/21/yazarlar/lsalihoglu.htm"

YeniAsya Gazetesi M. Latif SALıHOğLU[/url]"]Son AıHM duruşmasında, AKP hükümeti, pasif savunma şeklinde olsa bile, üniversitelerdeki başörtüsü yasağını onaylayan kararın tekrarını istemiş oldu.

Bu garip tavrıyla hükümet, aslında kendi kendisiyle tersleşmiş oldu. Tersleşme, beraberinde şiddetli tenkit ve tepkileri de getirdi.

Haklı tepkiler, sadece parti dışından veya tarafsız kesimlerden gelmedi. Aynı partinin içinde de itiraz ve tepki sesleri yükseldi.

Bu durum, iktidar partisinin halk nazarındaki imajına ve itibarına büyük sekte vurdu.

Ancak, çoğu kimsede soğuk duş etkisi meydana getiren bu durum, bizi fazla şaşırtmadı. Köksüz ve misyonsuz bir hükümetin bu türden handikaplarla karşılaştığında tökezleyeceğini az-çok biliyorduk.

Yine biliyorduk ki, bir partideki şahısların salâhat noktasındaki avantajları, sağlam ve kararlı bir iktidar sürmelerine kâfi gelmiyor. Ayrıca, özellikle ve öncelikle, iktidar talip olanlarda maharet lâzımdı.

AKP'de ise, maharetin salâhat kadar gelişmediği görülüyor. Ve bu eksiklik, hemen her safhada karşılarına çıkarak kifayetsizliklerini gözler önüne seriyor.


"Sahibuzzaman'la

uğraşanlar


Aziz, sâdık ve sebatkâr okuyucularımız.

Önemli bir gelişmenin sizler de farkındasınız. Bilhassa son zamanlarda Üstad Bediüzzaman'la, eserleri olan Risâle-i Nur'la ve Nur'un sâdık talebeleriyle uğraşanların hem sayısında, hem de faaliyetlerinde ciddî bir artış gözlemleniyor.

Sanki bir yerlerden emir ve direktif almışcasına sataşıyorlar, saldırıyorlar, kara çalıyorlar ve bu sûretle ortalığı bulandırmaya çalışıyorlar.

Nur'un muarızları, eskiden "din karşıtı" cepheden saldırıyorlardı. Çoğu, bilerek-bilmeyerek zındıka taraftarıydı ve onlar hesabına çalıyorlardı, bunların.

şimdi ise, taktikle birlikte cephe de değişti. Gizli münafıklar, şimdilerde "din perdesi" altında hücûm ediyor.

Gizli münafıkların âleti haline gelen klik ve grupların başında, Üstad Bediüzzaman'ın tâbiriyle "bazı safdil hocalar, bid'a taraftarı veya enâniyetli sofîmeşrep" tipli kimseler bulunuyor. (S.T. Gaybî, s. 189.)

Kendilerine göre, kimi milliyetçilik, kimi devletçilik, kimi, tarikatçılık yaparken, kimi de cerbeze san'atını icrâ ile dahilde kundakçılık yapıyor.

Hepsinin ortak hareketi ise, Üstad Bediüzzaman'a, onun Nur dâvâsına ve onun Nur kardeşlerine iflâh bulmaz bir muhalefet, husûmet ve düşmanlık.

Bunun için de, ellerine geçirdikleri her nevî silâhı kullanmaktan çekinmiyorlar: Yalan, yanlış, isnat, iftira, karalama, küçümseme, küfür, hakaret...

Hâ, bu arada —isnat ve iftiralara cevap vermeye çalıştığımız için—âciz şahsımıza da saldırıp çürütmeye çalışan zavallılar var. Meseleyi şahsî ve hissî mecraya dökerek prim yapacaklarını, yahut şeref pâyesi alacaklarını zannediyorlar, belki de...

Küçük hesaplar, basit ayak oyunlarıdır bunlar.

Bazı arkdaşlarımız da haliyle arayıp soruyor: "Kendini savunmayacak mısın, bunlara bir cevap vermeyecek misin?" diye...

Ne savunması, ne cevap vermesi kardeşim... Üstad Bediüzzaman gibi bir "Sahibüzzaman"a saldıranlar, kalkmış bir yandan da bize sataşıyor, küfür veya hakaret ediyor; bunun ne ehemmiyeti var? Bu tür saldırganlıklara beş para kıymet vermiyor ve üzerinde durma gereğini dahi duymuyoruz.

Bütün bu hücûmlara karşı, sizlerin duâ ve teveccühü bize yeter. Her gün binlerce kardeşten gelen o ihlâslı duâlar, tebrikler, muazzam bir siper teşkil ediyor.

Emin olun, o duâ ve hasenâttan öyle bir moral gücü, öyle bir kuvvet ve metanet hissi alıyoruz ki, hücûma geçen güruhun salvoları bin misli artsa, bizde en ufak bir sarsıntı, yahut ürküntü meydana getirmez.

Öte yandan, "Sahibüzzaman"la muaraza eden, ona, dâvâsına ve şâkirtlerine saldıranlardan çoğunun fecî bir âkıbetle gittiğini yakînen biliyor ve halen de duyuyoruz.

Bundan sonra da, aynı yoldan gidenlerin aynı âkıbete uğrayacaklarına olan kanaatimiz tamdır.

Evet, en büyük mücadelesi "düşman-ı gaddar" telâkki ettiği kendi nefis ve şeytanıyla mücadele olan Nur talebeleriyle kim niye uğraşsın ki?.. Niye uğraşıyorlar ki?

Böyle hâlis Kur'ân şâkirtleriyle uğraşanların yaptıkları, taraf-ı ılâhi'den de elbette ki karşılıksız kalmayacak. Kimi, "rezalet elbisesi" giyip öyle gidiyor ve gidecek. Kimi, "zecr tokadı" yiyerek öyle gidiyor ve gidecek. Vesâire...

Bakalım, cadde-i kübrânın dışında gidenlerle dirsek temasına geçen safdillerin, bid'â taraftarlarının, enâniyetli sofîmeşreplilerin ve hatt-ı mustakîmden ayrılan, yahut sadâkatini bozarak ihlâs kulesinden yuvarlananların âhir ve âkibetleri ne olacak?

Ömrü vefâ edenler, bütün bunları görecek elbet; ama, biz yine de umum din kardeşlerimize şahsî haklarımızı helâl ederek, hepsine hayırlı, şerefli bir âkıbet diliyoruz. Dolayısıyla, asıl korkuları bizden değil, Kur'ân'ın hükmünden olmalı.

18

24.05.2005, 11:22

ınadın gözü

BAşLIK : ınadın gözü
TARıH : 23.05.2005


Alıntı sahibi ""[url=http://www.yeniasya.com.tr/2005/05/23/yazarlar/lsalihoglu.htm"

YeniAsya Gazetesi M. Latif SALıHOğLU[/url]"]Yerinde kullanılmayan "aşk" duygusu gibi "inad"ın da gözü kördür.

ınsanda hükmeden bu iki kuvvetli duyguyu, Cenâb-ı Hak, yerinde kullanmak, yani Hakka yönelmek ve hakta sebat etmek için vermiş.

ınsan ise, ya gafletinden, ya cehaletinden, ya da bozuk mizacından dolayı tutup bunları yaratılış maksadının dışında kullanıyor.

Böyle yapmakla da, elbette ki büyük zarar ediyor, azim hasârete düşüyor.

ışte, kendilerini böylesine azim bir hasaretin içine atan muannitlerden bazıları, bildiğiniz gibi bilhassa son zamanlarda Üstad Bediüzzaman'ı karalamaya çalışmakla, ona iftira etmekle meşguller.

ıftiralarında o derece inat ediyorlar ki, âdeta başka birşeyle meşgul olamayacak bir duruma düştüler.

Bu sebeple, peşpeşe yaptığımız izahların, ikazların vicdanları üzerinde müsbet hiçbir tesiri görülmedi.

Çünkü, bu müfteriler inat batağına düşmüşler. Orada debelenip duruyorlar. Çırpındıkça batıyorlar ve bütün ehl-i vicdanı da aleyhlerine sevk ediyorlar.

Diyeceksiniz ki: "ıyi de, bu dindar görünümlü kişileri o batağın içine kim itti?"

ışte bütün mesele orada ve asıl düğüm o merkezdedir.

* * *

Evet, şimdi hiç şüphemiz kalmadı ki, gizli bir merkez, sinsî bir odak bunları maşa olarak kullanıp aleyhimize sevk ediyor.

Zira, biz günlerdir hak ve hakikatin açık sûretini çıkarıp gözlerinin içine sokuyoruz, yine de görmüyorlar ve dahi görmek istemiyorlar.

Bir: Görmüyorlar. Çünkü iftirada inat ediyorlar. Böylesi inat ise sahibini kör eder.

ıki: Göremiyorlar. Çünkü, başkasının gözüyle, yahut yönlendirmesiyle bakıyorlar. Öyle baktıran bir göz ise, gerçeği olduğu gibi görmelerini istemiyor.

O halde, biz de meydandaki gerçeği dahi görmeyen ve görmek istemeyen öyle kimselere değil, belki perde arkasında gizlenmiş art niyetli, münafık tabiatlılara hitap ederek konuşalım.

Ey kendini kamufle etmiş bedbahtlar! Bilin ki, ortaya attığınız bu son oyun da tutmayacak. Yine hevesiniz kursağınızda kalacak. Bu yalan yamalarla asla dikiş tutturamayacaksınız. Hatta, odunun ateşi parlatması gibi, bu üfürüklerinizle siz hakikat nurunun daha da parlamasına vesile olacaksınız. Çünkü, sizin şu yalan kampanyanıza karşı, hakikatin sesi bundan böyle daha da gür çıkacak.

Ve, bir tek dâne-i hakikat, sizin bir harman yalanınızı yakıp kül edecek. ışte yalanlar ve işte o koca yalan harmanını yakıp kül edecek olan hakikat kıvılcımları...

* * *

Yalancı diyor ki: Said Nursî, millî mücadele yıllarında (1918–1923) işgalci ıngiliz ve istilâcı Yunan gibi azılı düşmanlarımızın safında yer aldı. Aynı zamanda, Anadolu'daki millî kuvvetlerin de aleyhinde bulundu.

Hakikat diyor ki: Ey sahtekâr yalancı! O zamandan bu zamana seksen küsûr sene geçtiği halde, kimse ortaya çıkıp da böyle acip bir yalanı uydurmadı, böyle çirkin bir iftiraya âlet olmadı. Kezâ, Said Nursî'yi idam talebiyle yargılayan ağır cezâ mahkemeleri dahi böylesi bir iddiayı ileri sürmedi, böylesi bir isnatta bulunmadı. O halde, sen neye dayanarak iddianda ısrar ediyorsun? Ve, bu ısrarını da neden böyle bazı köşe yazılarıyla (toplam sekiz yazı oldu) "masaj"latıp duruyorsun?

Yalancı diyor ki: Said Nursî, kuruluş tarihini tam bilemediğim "Teâli-i ıslâm" isimli bir cemiyetin üyesidir. Bu cemiyet adına 16 Eylül (pardon 26 Eylül) 1919 tarihli ıkdam gazetesinde bir bildiri yayınlanmış. O bildiride, ıngiliz ve Yunan kuvvetleri lehinde övgüler, Anadolu'daki millî mücadele hareketi aleyhinde yergiler var. Bu da gösteriyor ki, Said Nursî düşmanla bir olup millete ihanet etmiş. Hatta, Nursî'nin Kafkas Cephesinde savaşması ve istiklâl zaferinden sonra duâ için dâvet edildiği Meclis'te alkışlanması bile, onun ihanetini ortadan kaldırmaz. Nursî, illâ ki o arada bir ihanette bulunmuştur.

Hakikat konuşuyor: Can düşmanları dahi biliyor ki, Said Nursî öyle bir şahsiyet değil. Sen iftira ediyorsun. ıftiranı da bir varsayım, bir ihtimal üzerine bina ediyorsun. ıkdam gazetesini görmeden konuştuğun için, gününü birbirine karıştırdığın o tarihte, ıstanbul düşman işgali altında idi. ışgalci ıngilizler matbaaları tarassut ile gazeteleri kontrol altına almıştı. Açıkça sansür uyguluyordu. Söz konusu o talihsiz bildiri de, yine bu işgal güçlerinin dayatmasıyla neşredildi. Üstelik, tekzip yazılarını da koydurtmadı. Nitekim, cemiyet reisi olan ıskilipli Atıf Efendi, bir tekzip yazdı, ancak gazete yayınlayamadı. Yani, olup bitenler onun dahi bilgisi ve kontrolü dışında cereyan ediyordu. (Not: Bu bildiri, cemiyet başkanı olduğu için merhûmun 1926'da şapkadan dolayı idam edilmesinde, ayrıca bir gerekçe olarak aleyhinde kullanıldı. Ancak, Said Nursî bu meselede de, hiçbir şahıs ve hiçbir mahkeme tarafından, ömrü boyunca muaheze dahi edilmedi.)

şimdi sen ey yalancı sahtekâr! ışgalci tahakkümünün had safhaya çıktığı böylesi müşkil bir durumda kim ne yapabilirdi? Kim çıkıp tekzip metnini gazetede yayınlatabilirdi? Anlaşılıyor ki, bunları düşünmek senin hiç de işine gelmiyor. Çünkü sen, iddia senaryosunu kuru bir iftira üzerine kurmuşsun. Daha aleyhteki hiçbir delil ve emare seni ilgilendirmiyor. Ama, şunu da bil ki, sen burada da kendi kurduğun tuzağın içine düşmüş oluyorsun. Çünkü sen, işgalci ıngiliz'e karşı canla başla çalışan hakikî vatanperverlerin sözüne değil, basın-yayın kontrolünü ele geçirmiş olan işgal güçlerininin tasarrufuna dayanan yayınlara, bildirilere itibar ediyorsun. Evet, dayandığın tek sığınak, işgalci sansürüne râm olan tek yönlü yayınlardır. Esasen düştüğün bu zehabtan dolayıdır ki, o "kara gün"lerde Eşref Edip Beyin yardımıyla gizlice basılan Üstad Bediüzzaman'ın "Hutûvât-ı Sitte" isimli eseri, neşrettiği "mukabil fetvâ"yı umursamıyorsun. Oysa bu eser ve bu fetvâ, işgal güçlerinin yüzünde patlayan en büyük bir şamar olmuş ve ıstanbul çapında işlerini bitirmiştir. Bu kahramanlığı sebebiyle de, Ankara hükümeti onu Meclise dâvet ederek, duâ ve konuşma yapmasını istemiştir.

şimdi bak ey yalancı müfteri, iddia makamında birbirimize taban tabana zıt şeyler söylüyoruz. ıki zıt bir arada olmaz.

Üstelik, bu mesele çok ciddidir; büyük vebâli mûciptir. Tarih önünde de, yarın Rûz-i Mahşer'de de bunun mutlaka hesabı verilecektir; bundan kaçış mümkün değil.

ışte, Said Nursî için biz "vatanperver" derken, sen kalkmış bu zatı "hain-i vatan" ilân etmeye yelteniyorsun. Bu demektir ki, birimiz mutlak sûrette yalan söylüyor, iftira atıyor.

Eğer ben yalan söylüyor ve iftira ediyorsam, Azîz-i Cebbâr olan Kahhâr-ı Zülcelâl, an-karîbuzzaman beni cezâlandırıp müstahakkımı versin.

Eğer sen yalan söyleyip o mübârek zâta iftira ediyorsan, başka birşey değil, şu satırları okuyan iman ehlinin senin hakkında söyleyeceklerine tez elden müstahak olasın.

Evet, yalan konuşan ve iftira edenler hakkında, okuyucuları tevkil ederek ve lisânlarını serbest bırakarak bitiriyorum.

19

24.05.2005, 11:23

Fitne ateşi körüklenirken

BAşLIK : Fitne ateşi körüklenirken
TARıH : 24.05.2005


Alıntı sahibi ""[url=http://www.yeniasya.com.tr/2005/05/24/yazarlar/lsalihoglu.htm"

YeniAsya Gazetesi M. Latif SALıHOğLU[/url]"]Kundakçılar devrede yine. Ülkenin huzurunu bozmak, milletin sükûnetini kırmak isteyen mihraklar, kundakçılar vasıtasıyla nüfûz edebildikleri her yeri fitne ateşiyle tutuşturup yandırmak istiyor.

Bir taraftan da köstekleme faaliyeti tam gaz sürüp gidiyor.

ıçinde evlâdımızın yandığı, îmanımızın tutuşup yandığı o yangını söndürmeye koşan hamiyet sahipleri, insafsızcasına tökezletilmek isteniyor.

Buna rağmen, yine de durmadan ve yılgınlığa düşmeden yangın söndürme faaliyetine devam etmeli. Tıpkı, Üstad Bediüzzaman gibi "Ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi?" diyerek, her ne pahasına olursa olsun, o müthiş yangını söndürmeye azm-i kat'i ile çalışmalı.

* * *

Evet, bir yandan kundaklama ile yangını körükleme çabası var, bir yandan da ihlâslı itfaiye erlerini tökezletme planları işletiliyor.

Bildiğiniz gibi, bu ülkenin sosyal coğrafyasında yangına karşı hassas mı hassas noktaları var: Türk-Kürt çatışması, Alevî-Sünnî çekişmesi gibi...

Yine bildiğiniz gibi, geçmişte bu hassas noktalarda birkaç kez yangın çıkartıldı. Yer yer dumanı hâlâ tütüyor. Soğutma faaliyeti devam etmesine rağmen, tehlike tamamen geçmiş değil.

Yangını cidden söndürmek isteyen ve gönüllü itfaiye erleri gibi canla başla çalışan sağduyu sahibi pekçok vatan evlâdı var.

Bu vatan evlâtlarından bir kısmına "Nur talebeleri" deniyor. Bunlar, Risâle-i Nur'daki hakikatlerle, cemiyetin iç varlığını, manevî dinamiklerini muhafaza etmenin yanında, ayrıca etrafa zarar verecek tehlikeler karşısında her an için teyakkuz durumundalar.

Nur talebeleri, okudukları nurlu hakikatlerin yardımıyla, ülkede çıkartılması muhtemel yangınları söndürmede hayatlarını fedâ edercesine çalışıyorlar, çalışmaya da devam edecekler.

* * *

Risâle-i Nur'daki hakikatler gibi, Üstad Bediüzzaman'ın konumu dahi, bu ülkenin birliğini, dirliğini sağlamada fevkalâde önemli bir faktördür.

Asr-ı Saadet anlayışını ve sahabeler arasındaki uhuvvet bağlarını bu asrın insanına kazandırmaya çalışan Üstad Bediüzzaman'ın konumuna bakın ki, Kürtler arasında dünyaya geldiği halde, hayatını ve hizmetinin ekserisini Türkler arasında sürdürmüş. En sâdık, en fedâkâr talebeleri Türkler arasından çıkmış.

ışte, bu konumuyla dahi, fitne odaklarının birbirine düşman etmek istedikleri Türklerle Kürtleri, o, birbiriyle kucaklaştırıp hakiki kardeş yapmıştır.

Öte yandan, bir Ehl-i Sünnet ulemâsı olan Üstad Bediüzzaman, aynı zamanda seyyid ve şerif olup Hz. Ali'nin (kv) neslindendir.

ışte, bu vaziyetiyle de, Ehl-i Beyt muhabbetini taşıyan Alevîlerle Sünnîleri buluşturup yakınlaştırıyor. Yani, hem Ehl-i Sünnet ona sahip çıkarak yakınlık gösteriyor, hem de Alevî kardeşlerimiz ona muhabbet duyarak yakınlaşmaya çalışıyor.

Hâsılı, hayatı ve fikriyatı gibi konumu ve yaşantısı itibariyle de bu ülkenin insanlarını birleştirip kaynaştıran Üstad Bediüzzaman, elbette ki fitnekârlar tarafından boy hedefi haline getirilmiş. Bu sebeple, durmadan saldırıyorlar. Hani belki, başta Türkiye olmak üzere ıslâm dünyasındaki hakiki kardeşliği pekiştiren bir unsuru çökertiriz, hiç olmazsa zaafa uğratırız diye, çırpınıp duruyorlar. Akla hayale gelmedik oyunlara tevessül ediyorlar.

Ama, çok şükür ki, maya sağlamdır ve bu maya tutmuştur. Nur'a üflendikçe parlaması gibi, Üstad Bediüzzaman'ın Kur'ân eczahanesinden alıp ortaya koyduğu ve Risâle-i Nur ile yaydığı kudsî kardeşlik bağları, bütün sadmeli taarruza rağmen, daha da parlamaya ve kuvvetlenmeye devam edecek. Velev ki, yarasa tabiatlılar bundan hoşlanmasa da...

20

24.05.2005, 14:40

Re: Fitne ateşi körüklenirken

Alıntı sahibi ""Alperdini""

BAşLIK : Fitne ateşi körüklenirken
TARıH : 24.05.2005


Alıntı sahibi ""[url=http://www.yeniasya.com.tr/2005/05/24/yazarlar/lsalihoglu.htm"

YeniAsya Gazetesi M. Latif SALıHOğLU[/url]"]Ama, çok şükür ki, maya sağlamdır ve bu maya tutmuştur. Nur'a üflendikçe parlaması gibi, Üstad Bediüzzaman'ın Kur'ân eczahanesinden alıp ortaya koyduğu ve Risâle-i Nur ile yaydığı kudsî kardeşlik bağları, bütün sadmeli taarruza rağmen, daha da parlamaya ve kuvvetlenmeye devam edecek. Velev ki, yarasa tabiatlılar bundan hoşlanmasa da...


Bu kısmı hoşuma gitti :D
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir