şaban DÖğEN
ılham-ı ılâhî olan eserler
Üstad Bediüzzaman birgün Barla’dayken, talebesi şamlı Hafız Tevfik’le Çam Dağına çıkmışlardı. Üstadın nerede, ne zaman Risâle yazdıracağı belli olmadığı için tedarikli gitmiş, defteri kalemi yanına almıştı Hafız Tevfik.
Uygun bir yer seçip yerleşmiş, vakti gelince de namazlarını kılmışlardı. Bir an geldi Üstad, Hafız Tevfik’e, önceleri “Yaz oğlum!” derken bu defa, “şamlııı! Yaazzz!” diye seslenmişti.
şamlı Hafız yazar, fakat etrafına baktığında Üstadın sesini gayet net olarak işittiği halde bir türlü kendisini göremez. Hayretten hayrete düşer. Yazma işi bittikten sonra merakını gidermek maksadıyla sorar: “Hocam, müsaade ederseniz birşey soracağım.” Üstad, daha ne olduğunu sormadan, “Ben ne bileyim, bana ne soracaksın!” diye hiddetlenip bahsi kapatır.
Ortada harika bir durumun olduğu açıktır. Nefsini beğenmemeyi esas alan Üstadın, nefsine bir pay vermek istemediği de açıktır. Prensibi gereği o, kerametvârî hususları daima gizler, açığa vurulmasını istemezdi.
Hatta Tarihçe-i Hayat hazırlandığında birçok harikulâde olayın yazılmasına izin vermemiş, üstünü çizmiş, kaldırtmıştı. “Kerâmetin izharı, zaruret olmadan zarardır”1 derdi. Kerâmetler, keşfiyatlar, tarikatta sülûk eden âmî ve yalnız îmanı taklîdî bulunan ve tahkîk derecesine girmeyenleri ve bazan zayıf olanları takviye etmek ve vesveseli şüphelilere kanaat vermek için gösterilirdi.2 Hem bunlar ihlâsı kırarlardı. Çünkü ahiret ameliyle dünyevî maksatlar, zevkler aranılmazdı; aranılsa, sırr-ı ihlâsı bozardı.3
Üstad meseleyi geçiştirmiş, Barla’ya dönmüşlerdi. Sıra yazılanların temize çekilmesine gelmişti. Hafız Tevfik’ten, bunları temize çekmesini istediğinde, “Ben yoruldum Üstadım” demişti Hafız Tevfik.
“Bir satır başlangıç yap, yatarsın.”
“
Öyleyse olur” diye cevap vermiş ve yazmaya başlamıştı. “Divite kalemi bir veya iki sefer mi batırdım bilimiyorum” diyor Hafız Tevfik, “Bir de baktım ki son satırını yazmaktayım.” Kapı çalınır; ses Üstadın sesidir. “N’oldu Üstadım” der şamlı Hafız. “Sabah namazını kılacağız şamlı!”
Başından geçenleri, “Bense hâlâ bir satır yazmakla meşgulüm. Meğer 15’er satırlık 60 sayfayı yazıp bitirmişim” diye anlatan Hafız Tevfik, “Risâlelerin ilham-ı ılâhî olduğuna canlı şahidim”4 cümlesini de eklemeyi ihmal etmiyor.
Risâleleri Eski Said’in ilmiyle yazmasının mümkün olmadığını belirten, kâh ihtar, kâh ikaz, kâh yazdırıldı diyen Üstad, zaman zaman onları yüz defa, bin defa okuduğunu belirtiyor, yerine göre, “Ben burayı yeni anladım kardeşlerim” diyor ve eserlerin bir ilham-i ılâhî oluşuna şöyle dikkat çekiyor: “Risâle-i Nur’un mesâili; ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdî ihtiyarla değil; ekseriyet–i mutlaka ile sünûhât, zuhurât, ihtârât ile oluyor.”5
Dipnotlar:
1- Mektûbât, s. 36. 2- Emirdağ Lâhikası, s. 76. 3- A.g.e. 4- Yasemin Güleçyüz, “Risale-i Nurlar ilham-ı ılâhîdir,” Bizim Aile, Eylül-Ekim, 2001. 5- Kastamonu Lâhikası, s. 163.
11.06.2005
E-Posta: sdogen99@ttnet.net.tr
Kaynak