Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

barish

Orta Düzey

  • Konuyu başlatan "barish"

Mesajlar: 387

Konum: USA

Meslek: PHD ogrencisi

Hobiler: Risale, Pirlanta, Matematik

  • Özel mesaj gönder

1

24.01.2005, 05:55

Rabıta-i Mevt

Selam kardeslerim,

Oncelikle gecmis bayraminiz mubarek olsun.
Ihlas risalesinde ve baska bir cok yerde rabita-i mevt konu ediliyor. Hatta Hocaefendi bu konudan bahsederken "bizde rabita-i mevt tarikattan cok ileridedir" diyor. Ama simdiye kadar ne ben kendim hakiki manada buna ulastim(ya da farkinda degilim) ne de cevremdeki kardeslerin bu konuda emek sarfettiklerine sahit oldum(olmamam normal. cunku bu tip seyler tevazu ister. Kendi kosende kendi nefsin icin yapmak gerektir). Bu yuzden sizlerden bir iki ricam olacak.

1. Bana hakikat meslegine uygun olarak yaptiginiz rabita-i mevtten ornekler verirmisiniz burada? (eger kendiniz gizlemek isterseniz gecici bir ikinci hesap acip bu tip seyleri oradan paylasabilirsiniz)

2. Tarikatin ve bizim aramizdaki farki biraz acarmisiniz bu konuda?


hurmetler
Barish

not: Suan yazacaklarim biraz agir kacabilir. Ama eger hic hakikat ve ya tarikat meslegine uygun rabita-i mevt yapmadi iseniz cevap yazmayiniz buraya.
"Arkadas, gel bana bu Nur'larin elmaslarini kesfetmeye yardimci ol ve ben de sana "Allah razi olsun" diyeyim."

2

24.01.2005, 09:34

Alıntı

Ihlas risalesinde ve baska bir cok yerde rabita-i mevt konu ediliyor. Hatta Hocaefendi bu konudan bahsederken "bizde rabita-i mevt tarikattan cok ileridedir" diyor. Ama simdiye kadar ne ben kendim hakiki manada buna ulastim(ya da farkinda degilim) ne de cevremdeki kardeslerin bu konuda emek sarfettiklerine sahit oldum(olmamam normal. cunku bu tip seyler tevazu ister. Kendi kosende kendi nefsin icin yapmak gerektir). Bu yuzden sizlerden bir iki ricam olacak.

1. Bana hakikat meslegine uygun olarak yaptiginiz rabita-i mevtten ornekler verirmisiniz burada? (eger kendiniz gizlemek isterseniz gecici bir ikinci hesap acip bu tip seyleri oradan paylasabilirsiniz)

2. Tarikatin ve bizim aramizdaki farki biraz acarmisiniz bu konuda?


hurmetler
Barish

not: Suan yazacaklarim biraz agir kacabilir. Ama eger hic hakikat ve ya tarikat meslegine uygun rabita-i mevt yapmadi iseniz cevap yazmayiniz buraya.


değerli barish kardeşim;
bu konuda zannedersem bir iki söz edebilirim. çünkü bir süre tarikat mesleğine devam ettiğim için bu halleri bizzat yaşadım.
ben, okulu bitirdiğimde birden bir boşluğa düştüm.
bir arkadaşın vesilesi ile Nakşi tarikatına devam etmeye başladım.
bu meslek daha çok nakşi tarikatında yapılıyor.
şu şekilde:
siz hayalen kendinizi ölmüş tasavvur ediyorsunuz, sonra yıkandığınızı, mezara konduğunuzu, hesaba çekildiğinizi hayalen yaşamaya çalışıyorsunuz. bu şekilde düşüne düşüne ölümü zihninizde canlı tutmaya, nefsinizi dünyevi arzu ve isteklerden uzak tutmaya çalışırsınız. işin özünde hayal ve düşünce vardır. yani bu rabıta biraz hayali bir rabıtadır.
ama nur mesleğinde hayale gerek yok. insan ölüm gerçeğini açık ve net görür. rabıtaya da gerek yok. çünkü her gün bir çok hadise bize ölümü hatırlatır. işte son hadiseyi hepimiz yaşadık. Tsunami ile binlerce insan öldü. bu hayatı terk etti. biz gün biz de böyle terk edecez. zaten rabıta-ı mevtin özü ölümü hatırlamak, "bütün nefisler ölücüdür" hakikatını zihnimizde canlı tutmaktır.
saygılar
[/quote]

3

25.01.2005, 00:30

Es-Selamü aleyküm Barish Kardes,

Sikke-i Tasdiki Gaybinin 73. sayfasinda Üstad Hazretleri söyle buyurmaktadir:

"Ehl-i tarikatin ve bilhassa naksilerin 4 esasindan biri ve en müessiri olan rabita-i mevt Eski Saidi Yeni Saide cevirmis, ve DAIMA hareket-i fikriyede Yeni Saide yoldas olmus"

Bu ifade Nur meslegi icin rabita-i mevt ne kadar ehemmiyetli oldugunu göstermektedir.

Ayni zamanda Risale-i Nurun Sahabe meslegi oldugunu ispat eden bir delildir, cünkü Hz. Ömer (r.a.) kendisine DAIMA ölümü hatirlatan bir kisiyi para karsiligiyla tutmustu.


Ihlas Risalesinde su cümle cok manidardir:

"Fakat meslegimiz tarikat degil, belki HAKIKAT oldugu icin, bu rabitayi, ehl-i tarikat gibi farazi suretiyle yapmaya mecbur degiliz. Hem meslek-i HAKIKIYE uygun gelmiyor..."

Farazi yapmaya gercekten lüzüm yok,Cünkü HAKIKATTE ölü degilsin, ama Ölüm bir HAKIKATTIR, veya HAK'tir.

Risale-i Nur herseyin fenasini (O'na bakan yüzü müstesna)göstermekle daima rabita-i mevte okuyucusunu sevk etmektedir. Bu acidan Hocaefendinin sözleride isabetlidir.

Selamlar
Risale 1997

4

25.01.2005, 08:27

değerli kardeşlerim;

rabıta-ı mevtten maksat "düznyevi lezzetleri tahrip eden ölümü çokça zikrediniz" hakikatına mazhar olmaktır. ve rabıta-i mevtin aslı da ölümü hatırda tutmaya çalışmaktır.
zira ölümü, yani ahirete gideceğini sürekli olarak zihninde canlı tutmaya çalışan kişi elbette ki günahlardan uzak durmaya ve hayatını istikamet dairesinde geçirmeye çalışır.
aslında rabıta-ı mevt için bazı zamanlar özel bir gayrete de gerek yok. zira çevermizde meydana gelen musibetler, felaketler, depremler, sel baskınları vs gibi hadiseler bize devamlı olarak ölümü haıtrlatıyor.
işte en yakın hadise Güney Asya Depremi.
bu olay herkesi derinden etkiledi. Dünya fanidir, sizler de bir gün öleceksiniz hakikatını zihinlere nakşetti.
işte bu gibi hadiseler de bize rabıta-i meviti fiiili olarak yaptırmakta.
Nur talebeleri de bu olayların içinde yaşadığı için, Risale-i Nurdan aldıkları iman dersi ile bu rabıta-i mevti tam ve hakiaktli olarak yapmaktadırlar. zira bu iman dersinden tam olarak anlamışız ki, 19 Ağustosta binlerce insana haydi artık bu dünyada işiniz bitti denildiği gibi, bir gün bize de ahydi artık bu dünyadaki göreviniz bitti denilecek.

saygılar

barish

Orta Düzey

  • Konuyu başlatan "barish"

Mesajlar: 387

Konum: USA

Meslek: PHD ogrencisi

Hobiler: Risale, Pirlanta, Matematik

  • Özel mesaj gönder

5

26.01.2005, 15:50

Selam kardeslerim,
sizlerin dediklerine karsi cikmiyorum. Lakin olum hakikati benim zihnimde istedigim duzeyde canli durmuyor. Beni de urkuten su:

Ya ben olum hakikatini yeterince ciddiye alamiyorum, ya da olumden sonrasini.(ya da ciddiye aliyorum da, coklari yeterli gordugu halde ben yeterli gormuyorum. ama bu ihtimal zayiftir ve vicdanim dogru degil diyor)

Bu bahsi gecen seyleri bir olcu de dusunuyorum, belki bazen otesini dusunuyorum. ama aynen ihlas meselesinde oldugu gibi mesele kalici bir yapilanmaya gitmekte. Muhlis ve Muhlas arasindaki fark gibi. hani muhlis tam ihlasi yakalamis, muhlas ise etemm derecede ihlas kesilmis zata denirya. Ilki on yakalar ama birakmaz demek degildir. Yani surekli olamaz. ama ikincisi artik ihlassiz hareketine rastlanmayandir. Aynisi olum ve sonrasi ile ilgili hakikatlerde de gecerli. Bu konulari zihninde yoguran ve olumu her an koklayan kisi ile hadiseler oldukca ona bir sureligine yaklasan ve sonra gunluk rutinine geri donen kisi arasinda fark vardir ve de olmasi da normaldir. ilkinin yardimina olum hakikati yetisemeyebilir olum hakikati gunaha egilim aninda. Ama ikincisi icin sorun yoktur.

bilmem sizlerle derdimi paylasabildim mi?

hurmetler
Barish
"Arkadas, gel bana bu Nur'larin elmaslarini kesfetmeye yardimci ol ve ben de sana "Allah razi olsun" diyeyim."

6

26.01.2005, 20:21

"Tabiri caizse ölümden ve sonrasından, kısaca Allah'tan hakkıyla korkamıyorum, ben mi çok gafilim" gibi bir soru mu ortaya çıkıyor?
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

barish

Orta Düzey

  • Konuyu başlatan "barish"

Mesajlar: 387

Konum: USA

Meslek: PHD ogrencisi

Hobiler: Risale, Pirlanta, Matematik

  • Özel mesaj gönder

7

27.01.2005, 05:08

evet..

ya da soyle de denilebilir.

"Bunu duzenli olarak bir vasif haline getiremiyorum. Bunun caresi nedir?"

hurmetler
BArish
"Arkadas, gel bana bu Nur'larin elmaslarini kesfetmeye yardimci ol ve ben de sana "Allah razi olsun" diyeyim."

8

27.01.2005, 10:49

değerli barish kardeşim;

allah ın en önemli ihsanlarından birisi de kişiyeihsan ettiği hususi halleri kendisine bildirmememesidir.

siz rabıta-i mevti yapamadığınızdan esef duyuyorsunuz, ama görüyorum ki siz zaten sürekli bu halle yaşıyorsunuz.
hatta bizim gibi ölüm pek aklına gelemeyen kişileri de ikaz edip rabıta-ı mevti telkin ediyorsunuz.
bana göre siz rabıta-ı mevti halen yaşıyorsunuz.


bu durum zihnen ve hayalen sınırlarının ötesidir.
saygılar

9

27.01.2005, 10:52

Rabıta-i mevt diyince aklımıza Aşere-i Mübeşşere (cennetle müjdelenen on kişi) ridvanAllahü teala aleyhim ecmain gelmesi, hele Hz.Ebu Bekr (r.a.),,

biz belki de ahiretteki mevkimizi pek merak etmiyoruz, ondan oluyor bu, ya da garantilemişiz gibi düşünüyoruz,

Allahu a'lem bissavab,

ben de bir kaç gündür bunu düşünüyorum, bu konuda bir şeyler söyleyebilirim ama amel edilmemiş ilim olur, ondan yazmıyorum pek,,
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

10

27.01.2005, 21:56

ıkincisi: Ehl-i tarikatın ve bilhassa Nakşîlerin dört esasından biri ve en müessiri olan râbıta-i mevt Eski Said’i Yeni Said’e (r.a.) çevirmiş ve daima hareket-i fikriyede Yeni Said’e yoldaş olmuş. Başta ıhtiyarlar Risalesi olarak, risalelerde o rabıta, keşfiyatı göstere göstere tâ ehl-i iman hakkında mevtin nuranî ve hayattar ve güzel hakikatini görüp gösterdi.

http://www.yeniasya.org.tr/index.asp?Sec…Sualar&Page=599
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

barish

Orta Düzey

  • Konuyu başlatan "barish"

Mesajlar: 387

Konum: USA

Meslek: PHD ogrencisi

Hobiler: Risale, Pirlanta, Matematik

  • Özel mesaj gönder

11

27.01.2005, 23:52

guzel goren guzel dusunur.

Allah bizleri hayirli kullarinin husnu zannina layik kullar eylesin Ahmed SAid Abi...

hurmetler
Barish
"Arkadas, gel bana bu Nur'larin elmaslarini kesfetmeye yardimci ol ve ben de sana "Allah razi olsun" diyeyim."

12

31.01.2005, 16:03

Ben rabıta-i mevt 'i üsatdın söylediği şekilde anlamaya çalışıyorum fakat bir türlü toparlayamıyorum. Yani üstadın anlattığı şeyi kavrayamıyorum. Lütfen, abilerimden detaylı izah bekliyorum.
Selametle....

14

04.02.2005, 17:35

"Arının kendi varlığını muhafaza etmek için düşmanına iğnesini batırması, arkasında civcivleriyle dolaşan tavuğun var veya yok olma durumunda aslan kesilmesi gösteriyor ki, dünyadaki bütün varlıklar yokluğa karşı varlıkla programlanmış ve topyekün bir direnişe girmişlerdir.
Hangi misali ele alırsak alalım, yokluğun hiçbir şey, varlığın ise herşey olduğu görülecektir. Yokluktan korkanlar, varlığa koşmuş, onu seçmişlerdir. Sonsuz olanda var olmak istemişlerdir. Kısacası, insanın vicdanından yükselen “Yok olmayacaksınız, ölmeyeceksiniz!” anonslarına karşı uyum halinde olabilmesi için, öldükten sonra var olacağına inanması gerekir.

Kışın toprak altında yok olmayan ve unutulmayan tohumlar, baharla beraber varlığın ve sonsuzluğun şarkısını söylemiyor mu?"

15

04.02.2005, 17:38

Herkes ölümü kendinden uzaklaştırmaya çalışıyor gibi geldi bana. Fakat ben bunu bir türlü beceremedim. Bütün sevdiklerimle birlikte bu sayılan insanların yanı sıra, ben de bu dünyadan gidecektim. Bu düşünce kalbime müthiş bir ızdırap verdi.
GÜNLERDıR KAFAMI MEşGUL eden, bir türlü dile getiremediğim veya bilip de söyleyemediğim birşeyler saklıydı içimde. Hissediyor, fakat nedense itiraf edemiyordum. Belki de itiraf etmek işime gelmiyordu. Galiba bu yüzden, evin kapısını içimde garip bir burukluk, zihnimde türlü türlü düşüncelerle açtım. Arkadaşlar sofranın başına oturmuş, yemek yiyorlardı. Daha yemeğe henüz başlamıştım ki, bir zamanlar öğretmeni olduğum bir arkadaş, “Ne o, yaşlanıyorsun galiba, saçlarında beyazlıklar görüyorum” diyerek uzun zamandır gizlemeye çalıştığım bir hakikatı bana hatırlattı. Doğrusu bu ya, saçımdaki beyaz tellerin varlığından uzun zamandır haberdardım. Fakat onu yaşlılık alâmeti olarak idrak etmek oldukça zor geliyordu. Her ne kadar yaşlandığımı fark etmiş olsam da, onu başkalarından gizlemeye çalışıyor ve böylece kendimi avutuyordum.

Daha bir sene öncesine kadar, soranlara yaşımı söylediğimde “Hiç de göstermiyorsun. Ben seni daha genç zannediyordum” diye hayret ederlerdi. Hatta öğrencilerim “Hocam, tıpkı liseyi yeni bitirmiş gibisiniz. Bizlerden pek farklı görünmüyorsunuz. Sizi gören öğrenci sanıyor” derlerdi. Ben de onlara “Zaten ben de öğrenciyim” der, yaşlılığımı görmezlikten gelirdim. “Oldukça genç gösteriyorsunuz” gibisinden sözler, tatlı bir teselli verirdi bana. şimdiyse üst üste gelen ikazlarla yaşlılığımın dış görünüşüme de aksetmesi ağır gelmeye başladı. Her ne kadar pek yaşlı sayılmasam da, yaşlanıyor olmak beni rahatsız ediyordu. Hele geçenlerde bir çocuğun “Amca, amca! diye hitap etmesi canımı ne kadar da sıkmıştı.

O an, aklıma, bir zamanlar garipsediğim bir yaşlı kadın geldi. Bir bey otobüste oturan bir çocuğa “Evladım, sen gençsin, kalk da şu yaşlı bayan otursun biraz” dediğinde, yaşlı kadının gösterdiği tavır bir türlü aklımdan çıkmıyor. Kızgınca, “Nereden de yaşlı oluyormuşum? Ben ayakta durabilecek kadar gencim. Kaba adam, ne olacak?” diyen kadın, belki de ellisini aşmıştı. Fakat yine de yaşlılığını kabul edemiyordu. Hatırlatılmasından da oldukça rahatsız oluyordu anlaşılan. Genç olduğuna kendi kendini de inandırmış olmalıydı ki, yüzündeki boyalar bunun güzel bir deliliydi. Gençliğinin ve güzelliğinin gidişini böylece örteceğini sanıyor olmalıydı —şimdilerde benim yaptığım gibi.

Yemekten sonra müsaade isteyip odama çekildim. Yalnız kalmak ve geçmişin kısa bir muhasebesini yapmak istiyordum. Odaya girer girmez ilk işim aynanın karşısına geçip saç düşen bir-iki beyaz tele bakmak oldu. Dile kolay, çeyrek asırlık bir ömür geçmişti. Nice arzularım, nice isteklerimle birlikte, koca bir çeyrek asır bitmişti. Gençliğimin en şatafatlı yılları bitmiş; yaşlılığa doğru ilk adımı atmaya başlamıştım. Demek yaşlanıyordum! Nasıl geçmişti bunca yıl? Ne kadar da kısa yaşamıştım!

ıçimde garip bir burukluk, masanın başına oturdum ve günlüğüme uzandım. Geçmişi yeniden yaşamak ve yaşlılığı unutmak istercesine, sayfaları öylesine çevirdim. Okumaya başladım.

“...Etrafımda podyuma çıkmış ve beyaz rengin her türlü tonundan dikilmiş çeşit çeşit elbiselerle gözlerimi büyüleyen ağaçların güzelliklerini seyrediyordum. Gözlerimin önünde uçsuz bucaksız uzanan bembeyaz karları görünce çocukluğum ve çocukluk düşlerim aklıma geldi. Bulutlara bakıp tâ yukarılara tırmanmak, bulutların içine atlayıp o bembeyaz yumuşaklığına doyasıya dokunmak, onun sonsuz hafifliğiyle sarmaş-dolaş olmak isterdim hep. Hele denizaltı misali bulutların arasından kayıp giden ayı gördüğümde... Ayın üzerine oturmak, ayın ışığıyla aydınlanan dev bulut dalgalarında yüzmek, ve bulutların arasından yer yer göz kırpan yıldızları toplayıp cebime doldurmak isterdim sık sık.

şimdi ise o bembeyaz bulutlar yere inmişti ve üzerine yıldızlar yağıyordu. ıçimden bir ses, “ışte dileğin kabul oldu. Allah senin için yere indirdi bulutları. Hadi atla” diyerek seslendi. Bir an tereddüt ettim. O beyaz güzelliğe basmaktan, nedense korktum. Fakat çocukluk tutkusu ağır basmış olmalı ki, kendimi karların içine bırakıverdim. Dönüp dolanmaya, o bembeyaz yumuşaklığı yüzüme-gözüme sürmeye, gökten düşen yıldız misali kar tanelerini ellerimle yakalamaya çalıştım. Fakat elime değen her kar çok az kalıyor ve hemen eriyip gidiyordu. Bir türlü yakalayamıyordum. Sonunda yoruldum ve sırtüstü karlara uzandım. Aklıma yine kendi çocukluğum ve şimdiki çocuklar geldi. Bitmez-tükenmez isteklerle dolu; o senin bu benim koşturup durdum hep. Yaşlılıktan habersiz. Sorumluluktan, dertten, endişeden uzak bir hayat.

“Zavallı çocuklar” dedim. Hiçbir şeyden habersiz, nasıl da koşuşturup duruyorlar. Ne kadar da mutlular. Halbuki gelecekte onları ne zorluklar, ne sıkıntılar, ne ıztıraplar bekliyor. Bu düşünceler bana oldukça ıztırap verdi. Bir teselli bulurum ümidiyle, doğrulup uçsuz-bucaksız uzanan beyazlığa baktım tekrar. Her yer bembeyazdı. Kar beyazı baharın bütün renklerini avucuna alıp yutmuştu. Bütün renklerin kaynağını âdeta her yana fısıldıyordu. Üzerlerinde parlayan güneş ışığı bana her rengin tek bir renkten çıktığını söylüyordu. Kar âdeta renklere sahip çıkan toprağa her rengin gerçek sahibini ikaz ediyordu. Tekliğin simgesiydi kar. Bütün renklerin tek bir renkten kaynaklandığının simgesiydi. Bütün isteklerin kaynağının tek olduğunu ikaz ediyordu. O renk senin, bu renk benim dercesine ona buna sahip çıkan ve herşeyi isteyen ruhuma, “Ona buna müracaat edip yorulma. Herkese ve herşeye minnet edip zillet çekme. Herşeyin ve her isteğinin sahibi tektir. Her istediğini ondan isteyebilir, her arzunu onunla giderebilirsin” diye müjdeler yağdırıyordu.

Çocukların ümitsiz haline yanan kalbime, çocukken her arzumu yerine getiren ve gelecekte de her arzuma cevap verebilecek olan sonsuz kudret ve merhamet sahibi Yaratıcımın tesellisiydi kar...

ıçimde bir ferahlama hissettim şimdi. Ve tekrar çevirdim sayfaları:

“Mezarlıklar arasında dolaşırken, gözüme bir mezar taşı ilişti. Acı kaybımız, hayatının baharında gençliğine doyamadan gitti F.ş.’miz. Seni ebediyen unutmayacağız” sözleri, beni derin bir düşünceye sevketti.

Sahi gençliğine doyan kimse var mıydı dünyada? Geçip giden gençliğime bakıyorum da, bir türlü doydum diyemiyorum. Gençliğime doymadan, hemencecik yaşlanıvermiştim. Koskoca çeyrek asırlık ömrü yaşadığımın bile farkında değildim. Bazan sorarım kendime; bunca yılı ben mi yaşadım diye. Hani etrafımda da, gençliğine doyan veyahut doyup giden bir babayiğide de henüz rastlamadım. Bütün yaşlılar gençliklerini ve gençlik günlerini özlediklerine göre... Gençlik yıllarının anısıyla yaşadıklarına göre... Acaba gençliklerine doymamışlar mıydı? Eğer doymuş olsalardı, neden gençliklerine özlem duyuyorlardı ki? Neden o günleri yeniden yaşamayı istiyorlardı? Demek ki gençliklerine doyamamışlardı. Demek gençliğe doyulmuyordu. Zira gençliğe doyum olmazdı. Sonsuz isteklerle dolu, her isteğinde sonsuzluğu çağıran bir kalb, sınırlı ve geçici olana hiç doyar mıydı?”

Bu satırları okuduğumda, şu anki halimi düşündüm ve içimde bir sıkıntı hissettim. “Sanki ne diye okumuştum ki burayı? Zamanı mıydı şimdi?” diyerek, bir teselli ümidiyle, tekrar çevirdim sayfaları.

“Bu sabah normalden biraz daha erken kalktım. Namazımı kıldıktan sonra kendimi ferahlamış hissettim. Güzel bir bahar sabahında, bahar içime doğmuş gibiydi. Bu coşkunlukla baharı yaşamak istercesine dışarıya çıktım. Dışarıda gözüme ilk çarpan, henüz doğmamış fakat doğmak üzere olan güneşin, bulutlarda mor-kırmızı renklerle boyadığı nefis manzara oldu. Manzara karlarla kaplı dağların arasında yeni doğan güne hazırlanan hayalî bir şehrin görüntüsü gibiydi. Öyle bir şehir ki, her dakika güneşin renkleriyle değişiyor, gökte tablo içinde tablolar yaratılıyordu. Kâinatın ressamı, tâ uzaklarda, dünyanın doğusunda hayallerin bile zor ulaşabileceği bir dünyanın modelini çiziyor gibiydi. Bir an gökyüzündeki hayalî şehrin beyazlıkları üzerinde, güneşin boyasıyla boyanan mor-kırmızı renklerle örtülü görüntü karşısında hayretimi saklayamayıp, “Göğe karlar yağmış sanki. Nurdan karlar boşanmış semânın yüzüne. Cennetin bir parçası sanki bu; topla” demekten kendimi alamadım.

Güne başından başlamanın huzuruyla, doğu kapısından, içine girdim mezarlığın. Güneş henüz tepelerin başında görülmemişti. Birden her yanı yoğun bir kuş cıvıltısı sardı. Güneş doğmadan evvel, her dalda tek-tük öten kuşlar güneşin doğmasıyla birlikte topluca ötmeye başladılar. Güneşin doğuşunu müjdeliyorlardı âdeta. Sûr’a üflenmişti sanki. Ağaçların gölgesinde mezarlar üstünde yatan çiçekler ortaya çıkmaya başladı birden. Her taraf mahşerde dirilişi andırıyordu. Yoktan ve aniden, etrafımda, daha önce hiç görmediğim cinsten, çeşit çeşit çiçekler belirdi. Yokluktan varlığa, uykudan uyanışa çıkar gibiydiler. Fosforlu renklerinin cazibesiyle gözümü alan gelinciklerin tam ortasında bulunan siyah yıldızla birlikte sunduğu muhteşem tablo karşısında hayretimden “Hayır, toprak bunu yapamaz; bunu yapan bütün muhteşemliğiyle birlikte çevremdekileri ve herşeyi yapandan başkası olamaz” diye haykırmak istedi kalbim. Allahuekber kelimesi, kalbimin tercümanı oldu.

Yeşilliklerle, çiçeklerle ve türlü türlü güzelliklerle dolu olan çevremde sanki bir bayram havası yaşanıyordu. Bahar bütün güzelliğiyle kendini hissettirmeye başlamıştı. Etrafımda ve uzaklarda gördüğüm erik ve şeftali türü ağaçların üzerlerindeki beyaz ve pembemsi çiçeklerle birlikte, yerde biten papatyalarla kar yağmış gibiydi her yana. Evet, baharda da kar yağdırıyordu Rabbim. Ağaçların üzeri rengârenk karlarla kaplıydı sanki. Yerlerde de bembeyaz papatyalar doluydu. Baharın karı yerden yağıyordu. Düzen tersine dönmüştü şimdi. Kışın gökten karlara binip yere inen bulutlar, toprağın süzgecinden süzülüp tohumlara dokunmuş ve rahmet müjdesini alan her bir tohum yukarı doğru yağmaya başlamıştı. Ağaçlara ve yerlere doğru. Kışın herşeyi tek bir renge boyayan kudret herşeyin yaratıcısının tek olduğunu fısıldarken, baharda toprak prizmasından geçen renklerle sonsuz rahmeti müjdeliyordu kalblere. Sonsuzluğu ve sonsuzu arzulayan kalbime nurlar serpiyordu sanki. Sonsuz rahmetle teselli ediyordu beni. Gençliğimi türlü lezzetlerle donatan Yaratıcımın sonsuz rahmeti olduğunu söylüyordu bana. Onun sonsuz isteklere cevap verebilecek güçte olduğunu haykırıyordu herşey.

Ve, sayfaları tekrar çevirdim:

Bugün yine Karacaahmet’te dolaşıyordum. Bir zamanlar baharın başında ağaçları süsleyen o rengâ-renk çiçekler şimdi yerlere yağmış karları anımsatıyordu. Baharı bütün canlılığıyla üzerinde taşıyan o güzelim yıldızcıkların şimdilerde ayaklar altında çiğneniyor olması içimi sızlattı ve beni maziye taşıdı. Gözlerimin önünde seneler öncesi; babamın köydeki evin büyük balkonunda eski bir masanın üzerine konmuş olan tabutu canlandı bir an. Ben evin elli metre kadar ilerisinde bir akasya ağacına yaslanmış halde, ayaklarımla akasyanın çürümeye yüz tutmuş çiçeğini ayağımla eziyordum. Evden ablamın kulaklar çınlatan haykırışı geliyordu. Etrafımdan ise insanların “Vah zavallı. Hayatının en verimli ânında gitti. Tam her işini yoluna koyup yeni evine de oturmuşken...” gibisinden sözleri bana müthiş bir sıkıntı ve ıztırap veriyordu. Fakat nedense içimden ağlamak gelmiyordu. En ufak bir durumda gözlerinden yaşlar boşanan ben, en çok sevdiğim kişinin ölümünde tek bir gözyaşı dahi dökmemiştim. Onun ölümünü kabul edemiyordum çünkü. Yok olup gitmiş olmasını, yılanlara, çiyanlara yem olmasını kabul edemiyordum bir türlü. Hayır. Yok olmamıştı. Bir uykuya dalmıştı sadece. Yakında kalkacak, “Ben ölmedim, işte yanınızdayım. Gel oğlum sarıl bana” diye seslenecek diye bekliyordum hâlâ. O hadiseden aylar sonra da, şimdi de o his hiç geçmedi. Bütün bunlar bir rüyaydı. Bir gün gelecek, uyanacağız ve tekrar kavuşacağız diye ümit ederdim hep.

Hayalim maziden tekrar hale döndüğünde, ümitle başımı kaldırdım. Gözlerim çiçeklerin düştüğü yere ilişti. Ufacık bir tomurcuk bana gülümsüyordu sanki. Bir müjdeydi tomurcuk; sevdiklerimin yok olmadığını fısıldayan bir müjde idi. Evet, çiçekler gitmişler, fakat daha güzel bir sûrete bürünüp gelmişlerdi. Bir an gözlerimin önünde manavlarda, ağaçlarda dal dal, salkım salkım asılan meyveler canlandı. Renkler ve çiçekler şimdi ayrı ayrı tadlara bürünmüş, meyve olup duygularıma yağıyorlardı. Tadıyla, görüntüsüyle, kokusuyla ve paketleriyle duygularıma postalanmış birer mektuptu her bir meyve. Tüm sevdiklerimi bana geri verebilecek birinin olduğunu ve bütün bunların Onun bana bir armağanı olduğunu söylüyorlardı her biri.

O tomurcuk, “Yok mu sevdiklerimi bana geri verecek olan?” diye haykıran kalbime, “Var. Öyle biri var ki, onları çok daha güzel bir halde tekrar geri verecek biri. Tüm isteklerini ondan isteyebilirsin” diyen hoş bir teselli oldu benim için.

Okuduğum bu satırlar, benim için gerçekten teselli vesilesi oluyordu. şimdi yaşlılığı sevmeye başlamıştım. Ve, tekrar çevirdim sayfaları:

“Âdet gereği, ölü evine yeni birinin gelmesiyle ağlayışlar, inleyişler ve isyan kokan yakarışlardan sonra tekrar sükut. Ev yeniden ölüm sessizliğine büründü. Bu sessizliği bozan ise evde bulunan birkaç küçük çocuğun hiçbir şey olmamış gibi rahatça oynamalarıydı. ıçimden “Keşke onlar gibi çocuk olsaydım” diye geçti.

Derken ailenin büyükleri konuşmaya başladılar. Konuşmalarında ölümü unutmak gibi bir çaba görüyordum. Fakat nedense söz dönüp dolaşıp hep ölüme geliyordu. Ölülerden bahsetmeye başladılar bu kez. Genç yaşta ölen amcamdan, dedemden, babamdan ve sülalenin tüm ölenlerinden bahsedildi. Tek tek. Hani şu Mehmet Dede bayağı da yaşamıştı. Hele Mecit Dede! Yüzünü aşmıştı koca adam. Konuşmalar bu meyanda sürüp gidiyordu. Herkes ölümü kendinden uzaklaştırmaya çalışıyor gibi geldi bana. Fakat ben bunu bir türlü beceremedim. Bütün sevdiklerimle birlikte bu sayılan insanların yanı sıra, ben de bu dünyadan gidecektim. Bu düşünce kalbime müthiş bir ızdırap verdi. Kalbim ve ruhum derin bir yara alıp içimde isyan ediyorlardı.

Onların yanlarından ayrılıp halamın yanına gittim. Babaannemin nasıl öldüğünü sordum ona. Zira halamın evinde ölmüştü zavallıcık. Halam gözyaşlarını tutamayarak, bir yandan ağlıyor, bir yandan da anlatıyordu. Babaannem sabah erkenden kalkmış ve ısrarla şofbeni yakmasını söylemiş halama. Halam “Sanki gideceğini biliyordu anacağım” diye inledi ve devam etti. Güzelce banyosunu yaptıktan sonra sabah namazını kılmış ve halama sen yat diyerek, yatağa oturmuş. Birazdan bir ses işitip geri döndüğünde babaannem koltukta ölü olarak bulunmuş v.s.

Babaannemin bu tarzda ölümü bana çok enteresan geldi. Sanki ölümünü biliyormuş gibi hazırlanmış olması ve ölümden korkmaması beni düşündürdü. Dualarında sık sık “Allah'ım, kimseye muhtaç olmadan, yatağa düşmeden al canımı. Beni çocuklarıma kavuştur. Beni yanına al” diye yalvarırdı hep. Demek ki, duası kabul olmuştu. Kolay değildi doğrusu. Kocasız olarak on çocuk büyütmek ve birkaçını sağlığında yitirmek. Ve yaşlılığında çocuklarının onu devamlı kalmak üzere evlerine kabul etmemeleri. Tüm bunlar onu bu dünyada bir yolcu gibi yaşatmıştı. Daima gidişini bekler gibi bir hali vardı. Herkes gibi o da ölümü istemezdi, fakat ölümden de korkmazdı. Bilirdi nereye gideceğini. Çoğunluğu kabrin öbür tarafında olan sevdiklerine kavuşacağını bilirdi. Sürekli salavat getirdiği sevgili peygamberine kavuşmayı umardı. Cenneti ve Rabbini arzu ederdi ki, ölmeden önce sanki davet almışçasına temizlenip yıkanmış ve vaktini beklemişti. Yılanlara ve çiyanlara yem olmak için kimse hazırlanıp temizlenmezdi herhalde. Onca sıkıntıları geride bırakıp elemsiz ve ıztırapsız bir saadete gidiyordu şimdi. ımanlı ölmenin huzuruyla cennete koşuyordu sanki.

Ertesi gün babaannemizi gömdüğümüzde bunları düşündüm. Derin yaralanan kalbim ve ruhum teneffüs edip rahatladılar bir an.

Evet, bahardan bir yaprak daha düşmüştü kar misali. Yazın bütün sıcaklığını ve ısısını üzerinde toplamış parlak bir kar misali toprağa düşüp, toprağı yeniden alevlendirmişti. Yeni yağacak karlar için buharlaştırmıştı, toprağın suyunu. Vazifesini bitirip toprağa sarılmıştı. Topraktan gelip, toprağa dönmüştü. Baharın bu düşen yaprağı, Ondan gelip Ona gidişi fısıldıyordu bana. Bütün kâinatla birlikte beni ve isteklerimi veren ve onları bu dünya imtihanına atan Yaratıcıya yeniden dönüş idi ölüm. Vazifemizin bitişini ve yeni vazifedarların gelişini söylüyordu. Tıpkı çocukluğumun gidişiyle gençliğimin gelmesi gibi, dünyanın gidişiyle âhiretin gelişinin müjdesi idi ölüm.

Günlüğümü kapatarak tekrar dışarı çıktım. Kar yağıyordu. Ne kadar da güzel dedim içimden. Evet, kar her mevsim güzel yağıyordu. Artık yaşlanmak hüzün vermiyordu zira. Yılın her mevsimi güzel olduğu gibi, insanın da her dönemi imanla ve âhiretin varlığıyla güzelleşiyordu. Madem ki Allah var, o halde herşey var. Madem ki o güzel yaratıyor, o halde gençlik kadar yaşlılık da güzel, ölüm de...

10.05.2004


© 2004 karakalem.net / Reşit şahin

16

04.02.2005, 18:29

Ölüm

Ya tam okuyun ya da hiç başlamayın......


ÖLÜM


Her oyunun kendine göre bir kuralı vardır. O kurallara uyularak o oyun
oynanır. Eğer siz bu oyunu kurallarıyla değil de; ben dilediğim gibi
oynayayım derseniz, size o sahada yer yoktur.

Tavla oynuyorsanız pulları gelen zarların rakamına göre ilerletmek
mecburiyetindesiniz. Futbolda iseniz topu elinize alamazsınız. Basket
oynuyorsanız topu ayağınızla yürütemezsiniz. Bunlar oyunun kuralıdır. Eğer bu
kuralları kabul etmiyorsanız; o zaman zaten siz sahaya da çıkamazsınız. Çünkü o
sahaya çıkıp oynamak o kuralları kabul etmenin neticesidir.

Din olayını kabul
edebilirsiniz veya etmeyebilirsiniz. Ama ben dini kabul ediyorum dediğiniz
zaman, Peygamberin getirdiği kuralları kabul ediyorum demektir bu.

O zaman sizin düşünce yapınızı, Peygamberin getirdiği kurallarla bağdaştırmak
mecburiyetindesiniz. Eğer düşündüğünüz birtakım şeyler, Peygamberin
getirdiklerine uymuyorsa, düşünmekte özgürsünüz ama; Peygambere inandığınızı
ve ona tabii olduğunuzu söylemeye hakkınız yoktur.

Din olgusunun insana vermek istediği iki ana mana vardır. Önce birinci önemli
husus, birinci önemli nokta, birinci önemli mana üstünde duracağım.

Mutlaka bir cenazeye gitmişsinizdir. Ve o cenazede tabut ve tabutun üstünde
bir yeşil örtü görmüşsünüzdür. O yeşil örtünün üzerinde sırma ile yazılı bir
ayet vardır. O ayette şöyle der;"Her nefis ölümü tadacaktır". ınceliğe
dikkat edelim.

Kuran kesinlikle "öleceksiniz" demez, ölümü "tadacaksınız"
der. Tadacaksınız. ınsan ölmez ölümü tadar.

Kuranın hükmüne göre,Peygamberin bildirisine göre, Peygamber de ölüm olayını
şöyle anlatır; kişi ölümü tattığı anda ölmüş olduğunu farketmez. Kişi kendi
bedenini yıkayanı ve çevresindekileri görür, bilir, tanır. Kendi cenaze namazını
kılanları, tabutun içinde ve üstü örtülü olmasına rağmen görür, bilir ve tanır.

Mezardan uzaklaşanların ayak seslerini işitir. Sonra kabirin içindeyken iki
melek gelir. Münkir, Nekir adlarıyla, maruf. Ve ona bazı sualler sorar. O
suallerinde cevabını verir. Niye?

Ölümü tatma anındaki olayların bazı ana noktalarını vurgular. Öyleyse ölüm
denen olayın ne olduğunu bir an için hatırlayalım. şöyle anlatayım size
ölümü;

Bir yerde bir koltukta oturuyorsunuz, çevrenizde de insanlar var. O anda
elinizi kaldırmak istiyorsunuz, kaldıramıyorsunuz. Bir şey söylemek
istiyorsunuz sesiniz çıkmıyor, bir anda paniğe düşüyorsunuz. Felç mi oldum
diyorsunuz? Sizde felç oldum düşüncesi, duygusu hakim oluyor o anda. Halbuki
sizin durumunuzdan şüpheleniyorlar, dışardan bakıyorlar hareket yok, gelip
dokunuyorlar yığılıp kalıyorsunuz.

Aaa...! Öldü!, diyorlar. Siz onların öldü deyişinden öldüğünüzü anlıyorsunuz.
Felç geçirmediğinizi anlıyorsunuz. Dikkat edin. Aklınız, şuurunuz, idrakiniz,
bütün duyularınız yerinde, dışarıda olup bitenleri görüyorsunuz. Fakat beden bir
anda yığılıp kalmış.

Deyin ki siz buna kalp krizi. ışte o anda çevrenizdekiler bağırıp,
çağırmaya, haykırmaya başlıyor. Ağlıyorlar, vaveylalar kopuyor. Siz "
Ölmedim, yaşıyorum!" demek istiyorsunuz, sesiniz çıkmıyor. Çünkü; beyin
durmuş, sinir sistemi felç olmuş, hiçbir hareket yok bedende. Ve onların bu
haykırışları, bağırışları sizi daha büyük bir sıkıntıya, azaba, paniğe
sokuyor.

Peygamberin sözünü hatırlayalım;"Ölülerinizin yanında haykırıp,
bağırıp, çağırmayın onlara eziyet edersiniz" Çünkü; o zaten ölü değil!!!
Yaşıyor! Yaşıyor, fakat beden durmuş, bitmiş. Bedenden dışarı iletişim
sağlanamıyor.

Derken alıyorlar bedeni koltuğun üstüne uzatıyorlar, törelerine göre getirip
üstüne bir bıçak, bir çatal bir şeyler koyuyorlar. Siz orda çevrenizde
ağlaşanları seyredip duruyorsunuz.

Sonra alıyorlar sizi, götürüyorlar bir hamama sıcak bir yere, üstünüze
suları döküyorlar, sizi evirip çeviriyorlar, siz ne kadar uğraşırsanız
uğraşın, dışarıyla iletişim kurmaya "Ben yaşıyorum!" demeye diyemiyorsunuz.

Ama sizi yıkıyanları görüyorsunuz, biliyorsunuz, tanıyorsunuz. Tanıyorsunuz
ama maddi dünyasıyla bağınız kopmuş. Param diyorsunuz, işim diyorsunuz,
koltuğum diyorsunuz, anam, karım, çocuğum diyorsunuz hiç! Bunların hiç biri
size ulaşamıyor. Ve bunlara dokunamıyorsunuz.

Daha sonra sizi alıyorlar beyaz bir kefene sarıyorlar, tahta bir sandığın
içine koyuyorlar, üstünüzü kapatıyorlar ama sizin görüşünüze mani olmuyor o
tahta, o örtü... Dışarıda olanları seyrediyorsunuz. Gözleri yaşlı, hüzünlü
insanlar...

Sonra götürüyorlar bir musalla taşına koyuyorlar. Hüzünlü an, çevrenizde
ağlıyorlar, haykırıyorlar. Gözü yaşlı karınız, kocanız, çocuğunuz, ananız,
babanız, arkadaşlarınız, sevdikleriniz... Ve siz bunları da
seyrediyorsunuz...

Sonra sizi alıyorlar bir mezarın yanına getiriyorlar. Koyuyorlar toprağın
üzerine, mezar kazılıyor çevrenizde hüzünlü insanlar...
ışte o anda hayatınızın en büyük paniği başlıyor. Yaşamınızın en büyük
paniğini o anda yaşıyorsunuz.

Çünkü; aklınız, şuurunuz, idrakiniz, bütün
duygularınız sizinle beraber, yani siz o anda yaşıyorsunuz, fakat bedeni
içinde bir örtüde ve o mezarın içine konacağınızı, üstünüze toprağın
atılacağını, ve orada hapis kalacağınızı, görüp hissediyorsunuz. Hz.

Ömer(r.a) soruyor;

- Ya Resulallah! Ben mezara konduğum zaman şu andaki aklım, idrakim,
duygularım, şuurum, aynen muhafaza olacak mı?

-Evet Ya Ömer! Aynen şu andaki aklın, idrakin, duygularınla varolacaksın.
Evet. Kişi o mezara gömülme anında hayatının en büyük paniğini yaşıyor. Diri
diri toprağa gömülmek...

Ve sizi en sevdiklerinizin elleriyle toprağa alıp o mezarın içine
koyuyorlar, üstünüze toprağı atmaya başlıyorlar. Tahtalar konuluyor veya
beton taşlar konuluyor, dışarıyla ilginiz kesiliyor. Ama dışardaki sesleri
duyuyorsunuz, toprağın içinde canlı canlı hapis kaldığınızı hissediyorsunuz.

Evet bedende bir olay yok o ana kadar ama, siz o toprağın içinde canlı canlı
hapissiniz. Bağırmak, haykırmak istiyorsunuz; Beni buraya bırakmayın!,beni
buraya koymayın!, ben yaşıyorum!, canlıyım!, diriyim! Ben de sizin kadar
şuurluyum! AMA ıLETışıM YOK !

Bunlara ulaşamıyorsunuz, ve sizi oraya bırakıyorlar, üstünüze toprağı
kapatıyorlar, ışık kayboluyor, kapkaranlık bir mezarın içinde tek
başınasınız...

Peygamberimiz(s.a.s) şöyle diyor:

" Kişi kabre konduğu zaman o panik içinde öyle bir haykırışla haykırır ki;
feryadı arşa kadar yükselir. Fakat ne yazık ki insan kulağı o haykırışı
işitemez."

ışte o panik anında düşünüyorsunuz ki, size dünyada iken söylenen; ölmek yok!,
hayat devam ediyor!, öbür hayata kendini hazırlamazsan pişman olursun! ikazları
gelmişti, ulaşmıştı fakat bunları kaa'le almamıştın. Artık mezardan geri dönüş
yok. Bitiyor,herşey son buluyor.

Ve orada gerçekten iki melek geliyor, size bazı sualler soruyor.
Siz o panik halinizle ne derece cevap verebiliyorsunuz, size ait olan bir
olay...

Sonra aradan zaman geçiyor, mezarın içinde yılan, çıyan, köstebek, fare
kenarlardan çıkıyor geliyor sizin kaşınızı, gözünüzü, yanağınızı, ağzınızı,
burnunuzu, karnınızı, barsaklarınızı yemeye başlıyor. Ve siz mezarda kendi
yenişinizi, bu hayvanlar tarafından parçalanışınızı seyrediyorsunuz,
hissediyorsunuz.

Evet fiziki bedeninize olan fiziksel bir azap size
ulaşmıyor ama, kendinizi kabus görür şekilde düşünün, rüyada,
yatakta...

Rüyanızda size gelen baskıları, birtakım hayvanların size verdiği
zararı, veya bir uçurumdan düşüşünüzü, bir bıçağın sizi kesişini,
boğulmanızı, göğsünüze birinin oturup boğazınızı sıkmasını düşünün...O anda
fiziksel bir olay yok ama, sizin yaşadığınız kabus... ışte mezarda öyle bir
kabusun içine düşüyorsunuz ki, uyanma, geri dönme yolu yok. Ve böylesine
başlayan bir ÖLÜM ÖTESı YAşAM

Yani siz ölümün ne olduğunu tadıyorsunuz. Tadış sizde bir şey değiştirmiyor.
Herhangi bir şeyi tattığınız zaman nasıl şuurunuzda, idrakinizde bir değişme
olmuyorsa, sadece o şeyin ne olduğunu anlıyorsanız, "ölümü tatmak" demek bu
bedene kumanda edemez hale gelmeniz demek. Bu bedene kumanda edemez hele
geliyorsunuz, işte bu "ölümü tatmak" denen olay. Ama yaşamınız devam ede
gidiyor o kabirde...

Size sorsam, bir aynaya baktığınız zaman ne görüyorsunuz? desem, hemen
vereceğiniz cevap şu olur. Aynaya baktığım zaman kendimi görürüm. ışte
"aynaya baktığım zaman kendimi görürüm" cevabınız Peygamberi, Kuran'ı, ve
ölüm ötesi yaşamı inkardan başka bir şey değildir!

Eğer gördüğünüz aynada, sizin ben dediğiniz, kendim dediğiniz yapı ise bu
beden belli bir seneler sonra toprak altında çürüyüp yokolacak ve bu hesaba
göre sizinde yokolmanız gerekecektir. Ama siz toprak altında Peygamberin
bildirdiği bir şekilde yaşayacaksınız. Bu beden çürüyüp yokolmasına rağmen
demek ki aynada ben dediğiniz, kendim dediğiniz şeyi görmüyorsunuz. Siz bir
beden görüyorsunuz.

Sokakta bir araba görüyorsunuz, yaklaşıyorsunuz cama tıklıyorsunuz, cam
açılıyor içerde bir adam, direksiyona yapışmış"Kimsin sen?" diyorsun. "Ben
1956 modeli Chevrolet'im "diyor. Adama bakarsınız gülersiniz,kafayı üşütmüş
zavallı dersiniz. "Sen Chevrolet değilsin kardeşim, sen insansın, arabanın
direksiyonunda oturuyorsun, bir süre sonra da direksiyondan kalkıp arabadan
çıkarsın! " dersiniz. Adam size"Hayır öyle şey yok, herkes bana böyle dedi,
herkes de bana böyle diyor, ben otomobilim" cevabını veriyorsa artık siz ona
daha fazla bir şey söylemezsiniz. "Zavallı, Allah selamet versin" der
geçersiniz.

ışte bugün birtakım insanlar, ben 56 doğumlu bilmem kimim, ben 48 doğumlu
bilmem kimim, ben 38 doğumlu bilmem kimim diyorsa o 56 model Chevrolet'im
diyen şoförden farkı yoktur.

Siz belli bir süre için bu bedenle birlikte varolan, fakat bir süre sonra bu
bedeni terkedip, bedensiz olarak yaşamına devam edecek bir varlıksınız.

ışte din dediğimiz olgu burdan ileri geliyor, şu anda her ne kadar bu
nedenle bu madde dünyasında yer alıyorsanız da, belli bir süre sonra , bu
madde dünyasıyla tüm ilişkiniz kesilecek, paranız, koltuğunuz, karınız,
kocanız,çoluğunuz-çocuğunuz,ananız, babanız v.s tümü geride kalacak, tek
başınıza yepyeni bir hayata geçeceksiniz.

Eğer o hayatın şartlarına göre kendinizi hazırlayamadıysanız, hazırlama
gereği duymadıysanız, siz ne olursa olsun o ortamda çok büyük bir sıkıntıya
, azaba düşeceksiniz. Ergeç denize düşecek olan insan yüzme öğrenmek
mecburiyetindedir. Yüzmeyi öğrenmediyse, o denizin içinde boğulur. Bunun
başka yolu yoktur.

Ben dünyada böyle bir insandım, şöyle bir insandım, şunu
yaptım, bunu yaptım. Sen dünyada nasıl bir insan olursan ol, eğer yüzmeyi
öğrenmediysen, denize düşünce boğulursun.

Sen eğer gideceğin ölüm ötesi aleme gereken bir biçimde hazırlanmadıysan, o
alemde yer alacak olan ruh bedenini gerektiği bir biçimde, gereken enerjiyle
güçlenmediysen, ne olursan ol o alemin batağında B-O-ğ-U-L-U-R-S-U-N....

E canım ben Peygambere inanıyorum, Allah'a inanıyorum ama gerektiği gibi
hazırlanamıyorum. Aldatma kendini, mantığını çalıştır, beynini çalıştır
gerçekçi düşün.

Senin halin o adama benziyor. Vapur yolculuğuna çıkmış,
kaptanla da çak samimi, kaptanın sofrasında yemek yiyor, kaptanla da çok iyi
sevişiyor. Ama birgün güvertede güneşlenirken, kaptandan şu seslenişi
işitiyor;

"Gemi su alıyor, batmak üzere,herkes acele yüzme öğrensin, veya can
simidi edinsin" Sen diyorsun ki;"Canım, ben burda keyfime bakayım, ben
kaptanı seviyorum, nasıl olsa kaptan beni kurtarır"

Gemide 1000 yolcu nerde sen nerde kaptan. Bir süre sonra gemi batıyor. Sen
suların içinde gulu gulu yapıyorsun. Bu arada diyorsun ki;"Deniz, deniz! Beni
boğma, ben kaptanı çok seviyordum, ben kaptana yanıyordum" Deniz sana lisanı
halle der ki; burda kaptanı sevmen, kaptana yanman, sana fayda etmez. Ya can
simidi edinseydin veya yüzme öğrenseydin. Sen istediğin kadar kaptana
inanıyordum de, boğulursun.

Çünkü; kaptanın senin inanmana ihtiyacı yok, yani Peygamberin senin ona inanmana
ihtiyacı yok. Allahın da senin ona inanmana ihtiyacı yok.

Peygamber sana diyor ki;

"Eğer benim dediklerimi anlayıp idrak edemiyorsan,
bana hiç olmazsa inan, ölüm ötesinde böyle bir yaşam var, o yaşamın
şartlarına göre tedbir alarak kendini kurtar.

Sen diyorsun ki;"Ben sana inanıyorum" Sonra bildiğin gibi yaşıyorsun. Saçmalama.
Peygambere inanmaktan gaye, Peygamberin dediğini anlayıp idrak etmek, ve o
bildirdiği tehlikeye karşı gereken tedbirleri almaktır. Sen ona gerektiği gibi
kulak vermiyor,dediklerini anlamıyor, gereken tedbirleri almıyorsan, ne
kadar"inanıyorum,onu çok seviyorum" dersen de, o gittiğin ortamda içine
düşeceğin azaptan kendini kurtaramazsın. Ona inanmaktan murat, onun önerdiği bir
biçimde gereken tedbirleri almaktır. Peygamberin senin inanmana ihtiyacı yok
ki...

Sen ya geleceği idrak edip, gereken tedbiri alarak kendini kurtaracaksın
veyahutta es geçeceksin. Gittiğin ortama gereken bir biçimde hazırlanmadığın
içinde mahvolacaksın!

Diri diri kabire gömülüp, orada canlı canlı o azabı çekeceksin seneler ve
seneler boyu. Bu daha işin başlangıcı, devamını söylemeyeceğim şu anda....
Bir ısviçre'ye gitmeye kalkıyorsun, bir Amerika'ya gitmeye kalkıyorsun 6 ay
evvelinden hazırlık yapıyorsun, oranın şartlarını öğreniyorsun, ne
götüreyim, ne getireyim, yanıma ne alayım, orda ne kalayım diye onu
araştırıyorsun.

Ömür boyu, sonsuz yaşayacağın bir ortama gideceksin bir daha geri dönüş yok,
oranın şartlarını araştırma gereği duymuyorsun. Ondan sonra akıllım diye
geçiniyorsun. Bu mu aklın...

Hazırlanma kabul ama, evvela oranın ne olduğunu öğren ondan sonra
hazırlanma, bilmediğin birşeye nasıl tedbir alırsın veye nasıl tedbir almama
gereğini duyarsın. Senin garanti senedin mi var? şu kadar sene yaşayacağına
dair.

Bir damarındaki tıkanma, bir kalp krizi, bir beyin kanaması senin bir anda
kaç yaşında olursan ol hayatının sonudur. O andan itibaren sana ne karın,ne
paran,ne kocan,ne anan,ne baban, ne bir başkası fayda edecek. Peki o ölüm
denen olayla birlikte başlayacak olan ölüm ötesi yaşama hazırlanmadıysan
seni kim kurtaracak, ne kurtaracak. Allah kerim canım, yukarıda ALLAH var
canım nasıl olsa kurtarır. Bırak bu ağızları, iyice aklını başını topla ona
göre hareket et. Yoksa vay haline....



Recep Babacan

17

24.10.2009, 12:34

CEVAP: Rabita-i Mevt


1. Bana hakikat meslegine uygun olarak yaptiginiz rabita-i mevtten ornekler verirmisiniz burada? (eger kendiniz gizlemek isterseniz gecici bir ikinci hesap acip bu tip seyleri oradan paylasabilirsiniz)



Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerîmim!

sırrıyla ben şimdiden görüyorum ki, yakın bir zamanda, ben kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarımla veda eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, Senin dergâh-ı rahmetinde, cenazemin lisan-ı haliyle, ruhumun lisan-ı kâliyle bağırarak derim: "El-aman, el-aman! Ya Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın hacâletinden kurtar!"

İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryad edip nidâ ediyorum: "El-aman, el-aman! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halâs eyle!"

İşte, kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyîciler beni bırakıp gittiler. Senin af ve rahmetini intizar ediyorum. Ve bilmüşahede gördüm ki, Senden başka melce ve mence yok. Günahların çirkin yüzünden ve mâsiyetin vahşî şeklinden ve o mekânın darlığından, bütün kuvvetimle nidâ edip diyorum:

"El-aman, el-aman! Ya Rahmân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Yâ Deyyân! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar! Yerimi genişlettir! İlâhî, Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten li'l-Âlemîn olan Habibin, Senin rahmetine yetişmek için vesilemdir. Senden şekvâ değil, belki nefsimi ve halimi Sana şekvâ ediyorum.

"Ey Hâlık-ı Kerîmim ve ey Rabb-i Rahîmim!

Senin Said ismindeki mahlûkun ve masnuun ve abdin, hem âsi, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelîl, hem müsi', hem müsin, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet edip Senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatîatlarını itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle müptelâ olmuş, Sana tazarru ve niyaz eder. Eğer kemâl-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen, zaten o Senin şânındır. Çünkü Erhamürrâhimînsin. Eğer kabul etmezsen, Senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki dergâhına gidilsin. Senden başka hak mâbud yoktur ki ona iltica edilsin."



"Her gelecek şey yakındır." İbn-i Mâce, Mukaddime:7.

17. Lem'a - 133

18

24.10.2009, 12:40



Sekizinci Söz ve Yirminci Mektub gibi çok risalelerde izah ettiğimiz gibi,

ölüm, idam değil, firak değil, belki hayat-ı ebediyenin mukaddemesidir, mebdeidir.

Ve vazife-i hayat külfetinden bir paydostur, bir terhistir, bir tebdil-i mekândır.

Berzah âlemine göçmüş kafile-i ahbaba kavuşmaktır.

Ve hâkezâ, bunlar gibi hakikatlerle ölümün hakikî güzel simasını gördüm.

Korkarak değil, belki bir cihetle müştakane mevtin yüzüne baktım.

Ehl-i tarikatçe rabıta-i mevtin bir sırrını anladım.

26. Lem'a - 233





19

24.10.2009, 12:45


Evet, ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat, Kur'ân-ı Hakîmin
-1- gibi âyetlerinden aldığı dersle,

rabıta-i mevti sülûklarında esas tutmuşlar; tûl-i emelin menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti o rabıta ile izale etmişler.

Onlar farazî ve hayalî bir surette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül edip ve yıkanıyor, kabre konuyor farz edip,

düşüne düşüne, nefs-i emmâre o tahayyül ve tasavvurdan müteessir olup,

uzun emellerinden bir derece vazgeçer. Bu
rabıtanın fevâidi pek çoktur.

Hadiste
-2- (ev kemâ kâl) yani, "Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz" diye bu rabıtayı ders veriyor.

1 "Her nefis ölümü tadıcıdır." Âl-i İmrân Sûresi: 3:185. "Muhakkak ki sen de öleceksin, onlar da ölecekler." (Zümer Sûresi: 39:30.)

20

24.10.2009, 12:51



Fakat mesleğimiz tarikat olmadığı, belki hakikat olduğu için,

bu
rabıtayı, ehl-i tarikat gibi farazî ve hayalî suretinde yapmaya mecbur değiliz.

Hem meslek-i hakikate uygun gelmiyor.

Belki, âkıbeti düşünmek suretinde müstakbeli zaman-ı hazıra getirmek değil,

belki hakikat noktasında zaman-ı hazırdan istikbale fikren gitmek, nazaran bakmaktır.

Evet, hiç hayale, faraza lüzum kalmadan,

bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir.

Onunla yalnız kendi şahsının
mevtini gördüğü gibi,

bir parça öbür tarafa gitse asrının ölümünü de görür;

daha bir parça öbür tarafa gitse dünyanın ölümünü de müşahede eder, ihlâs-ı etemme yol açar.

21. Lem'a - 167



Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir