Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

08.12.2010, 10:55

Nefsin mahiyeti tanındıkça

İNSANLIĞIN yıldızı olmuş insanları zirvelerde dolaştıran sırrın temelinde nefsin mahiyetini tanıyıp nefislerini ona göre eğitmeleri yatar. Hayvanlardan dahi aşağı düşmüş, insanlığın başına belâ kesilmiş despotların, zalimlerin, asilerin, inançsızların o hâle gelişlerinin asıl sebebi de nefislerini tanımamaları, onun esiri olmalarından başka birşey değildir.

Nefis çok iyi tanınmalı ki hizmetimize girsin. Aksi halde nefis kendine hizmetkâr yapar insanı ve söz nefsin eline geçer.

Nefiste öyle bir özellik vardır ki, menfaati olan şeylere kul ve köle olabilecek derecede alçalırken, bütün gücüyle dünyaya, maddiyata yönelmeyi de ihmal etmez; maddenin esiri olur, mâneviyata da gözünü kapatır. Halbuki, “Gece ile gündüz arasında lâtîf bir perde var ki; gözün kapanmasıyla gece olup, açılmasıyla gündüz olduğu gibi, nefsin âlem-i mâneviyâta gözü kapanırsa ebedî bir gece içinde kalır.”

Bunun da çaresi, maddiyatın esaretinden kurtulup gözü mâneviyata açabilmektir. Çünkü, insanın ne zaman, “Gözü mâneviyâta açılırsa neharı [gündüzü] inkişaf eder.”1

Nefis devamlı tuzak kurar insana. Âdî arzularını gerçekleştirmek için yaptırmayacağı kötülük yoktur. Nefsinin esiri olan kişi ise ona uymakta tereddüt etmez. Onun gözünde, “Bazan arzu fikir sûretini giyer. Şahs-ı muhteris arzu-yu nefsâniyesini fikir zanneder.”2

Eğer arzular nefisten geliyorsa, bunun fikirle alâkası yoktur. Bu bilindiğinde nefis birşey yapamaz.

Nefis, fenâda, yani fânîde bekàyı da arar. En büyük arzusu sonsuzluğa ermektir. Dünyanın fânî olduğunu bile bile ona sarılmakta tereddüt etmez. Oysa sonsuzluk, yani bekà nefis yönüyle fânî olmaktan geçer.

“Eğer şu fânî dünyada bekà istiyorsan, bekà fenâdan çıkıyor. Nefs-i emmâre cihetiyle fenâ bul ki, bâkî olasın.”3

Evet, insan nefsânî arzu ve maksatlar yönüyle fanî olmalı, Allah’ın rızası yönünde kendini şekillendirmeli, yönlendirmeli ki sonsuzluğu elde edebilsin.

Önemli olan nefsi tanımak, onunla ona göre mücadele etmek, o yolla erişilmesi gereken hedefe ulaşabilmektir.


Dipnotlar:

1- Mesnevî-i Nûriye, s. 187.

2- Hutbe-i Şâmiye, s. 130.

3- Îman ve Küfür Müvazeneleri, s. 83.
Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider.

2

08.12.2010, 10:56

“Nefsini temizleyen kurtuluşa ermiştir”

Demek nefiste öyle hata, kusur, eksiklik ve yanlışlıklar var ki, insan ancak onu temizleyince kurtuluşa erebiliyor.

Nefsi temize çıkarma değil bu, nefsi kötülüklerden, kötü huylardan temizlemedir. Çünkü nice insan nefsine toz kondurmaz, hata ve kusurlarını kabul etmez, sürekli savunmaya çalışır.

Demek nefsi çok iyi tanıyıp onunla ona göre mücadele etmek gerekiyor.

Yapısı ve yaratılışı gereği kendini hür ve serbest gören nefis, kendi hâline terk edilirse, insanı beklenmedik tehlikelere atabilir. Çünkü kontrol altında tutulmayıp bütün bütün serbest bırakıldığında nefsin yapamayacağı kötülük yoktur. Onun işi kötülükten kötülüğe koşmak, iyilikleri de kendinden bilip övünmek ve kendini beğenmeye kalkmaktır.

Nefsi bu duygudan kurtarmak için ona gerçek mahiyetini hatırlatmak gerekir. Mahiyeti kusur, noksanlık, âcizlik ve fakirlik değil midir nefsin? Bu hatırlatılmalıdır. İyilik ve başarılarının da, Allah’ın bir ihsanı olduğu gösterilmeli, övünme yerine şükür ve hamd etmesi gerektiği öğretilmelidir. Eğer nefse, “Nefsini temizleyen kurtuluşa ermiştir”1 sırrıyla kemâlinin kemâlsizlikte, kudretinin aczde, zenginliğinin Allah’a karşı fakirliğini hissetmekte olduğu hissettirilirse nefsin şerrinden kurtulunur.

Nefis, beraberindeki duygularla birlikte hareket ettiğinde komutanları olan akıl ve kalbi susturabilmektedir. Çünkü, “Tevehhüm ve heves ve his, ileriyi görmüyor, belki inkâr ediyorlar. Nefis dahi yardım etse, mahall-i îman olan kalb ve akıl susarlar, mağlûp oluyorlar.”2

Nefsin emirber bir neferi olan hevâ ve heves, aklı ve kalbi dinlemedikleri için insanı akla hayale gelmedik çirkeflerin içine sokarlar. O kadar ki, insanı insanlıktan çıkarırlar. “Hevâ, hevesin şe’ni budur dâima: İnsanı memsuh eder, sîreti değiştirir, mânevî meshediyor, değişir insaniyet.”3

Demek nefsi temizlemek, onun mahiyetini bilip kötülüklerinden arındırmak demektir. Kurtuluş ancak o zamandır.


Dipnotlar:


1- Şems Sûresi: 9.

2- Lem’alar, s. 73.

3- Sözler, s. 756; Îman ve Küfür Muvazeneleri, s. 237.
Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider.

3

08.12.2010, 10:56

Nefse kendini unutturmamak için

Akıl ve kalbin ileriyi görme özelliği vardır. Kusur, hata, eksiklikle yoğrulmuş nefis ise, ileriyi göremez, görmek istemez, günübirlik yaşar; kendini mükemmel gördüğü için diğer duygulara da yön vermeye çalışır.

Nefsin bu özelliği dikkate alınmazsa ileriyi gören akıl ve kalbi susturmakla kalmaz, gerçeklere karşı gözlerini kapamayı da maharet zanneder. Öyle ki, “Kendini unutmuş, kendinden haberi yok. Mevti [ölümü] düşünse, başkasına verir. Fenâ ve zevali görse, kendine almaz. Ve külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzûzât [ücret alma, haz duyma] makamında nefsini düşünmek, şiddetle iltizam etmek; nefs-i emmârenin muktezâsıdır.”

Bu makamda nefsi arındırma ve terbiye etmenin yolu, nefsin arzularına ters hareket içinde olmaktır. “Yani nisyan-ı nefs içinde nisyan etmemek, yani, huzûzât ve ihtirasatta [haz ve ihtiraslarda] unutmak ve mevtte ve hizmette düşünmek”tir.1

Evet, hizmet zamanında geri kaçan, ücret vaktinde en ön safa geçen nefsi terbiye etmek, iş ve hizmet vaktinde onu ileriye sevk etmek, ücrette ise geriye bırakmakla olur.

Nefs-i emmarenin, yani kötülüğü emreden nefsin diğer bir önemli özelliği de, hayır ve iyilikte eli kısayken, şer ve tahripte sınır tanımaz olmasıdır. Sözler’de bu hususa şöyle dikkat çekilir:

“Nefs-i emmâre; tahrip ve şer cihetinde nihayetsiz cinayet işleyebilir, fakat îcad ve hayırda iktidarı pek azdır ve cüz’îdir. Evet, bir haneyi bir günde harap eder, yüz günde yapamaz. Lâkin eğer enâniyeti bıraksa, hayrı ve vücûdu tevfik-i İlâhiyeden istese, şer ve tahripten ve nefse itimaddan vazgeçse, istiğfar ederek tam abd olsa; o vakit ‘Allah, onların kötülüklerini iyiliklere tebdil eder’2 sırrına mazhar olur. Ondaki nihayetsiz kàbiliyet-i şer, nihayetsiz kàbiliyet-i hayra inkılàb eder. Ahsen-i takvim kıymetini alır, âlâ-yı illiyyîne çıkar.”3

Demek şerde eli uzun, hayırda kısa olan nefsi eğittiğimizde kötülüklerinden korunmakla kalmaz, ondan istifade eder hâle geliriz.


Dipnotlar:


1- Sözler, s. 503, 504; Mektûbat, s. 507.

2- Furkan Sûresi: 70.

3- Sözler, s. 335; Nurun İlk Kapısı, s. 51.
Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider.

4

08.12.2010, 10:57

Nefsin kör noktası
Hayra kâbiliyeti olmayan, şerde ise eli uzun olan “Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük vücudunda zerre-i miskal kaldıkça hakikat güneşinin görünmesine mâni bir hicab olur.”1 O, “Muaccel [peşin] ve hazır bir dirhem lezzeti, müeccel gâib bir batman lezzete tercih ettiği gibi, hazır bir tokat korkusundan, ileride bir sene azaptan daha ziyade çekinir.”2

İşte nefsn kör noktası budur. Bu bilinmediğinde tehlikelere düşmek işten bile değildir. Bu bilinir ona göre davranılırsa o kör noktaya düşmekten kurtulur insan.

Bu hususta büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretleri nefsi şöyle susturmuş: “Ey nefsim! Sen, ânî ve fânî zevklerin bekàsını arıyorsun; onun için onun zevaliyle [bitişiyle] ağlamaya başlıyorsun. Kör hissiyatınla bu yanlışının tam tokatını yersin. Bir dakika gülmeye bedel on saat ağlıyorsun.”3

Nefsin dikkat çekici bir diğer özelliği de herşeye kendi hesabına bakmasıdır. Hoşlandığı şeylere bütün varlığıyla yönelir, âdetâ onda fânî olur.

Peki, böyle davrandığında emellerine nâil mi olmaktadır?

Hayır. Meselâ bir kısım şeylere muhabbet duyar nefis. Fakat bunu Hak nâmına yapmadığı için belâ, elem, meşakkatler içinde kalmaktan kurtulamaz. Ancak az bir safa, lezzet ve rahat görebilir. Çünkü muhabbet beslediği şeylerden ayrılacağını ve birgün gelip yok olacaklarını düşündükçe için için yanar, kavrulur. Meselâ şefkat duysa şefkat duyduklarını koruyamadığı için acı duymaya başlar. Lezzetlerinin biteceğini düşündüğünde de bunların zehirli bir bala dönüştüğünü görür. Âhirette de faydasını göremez, azabını çeker.

İşte nefis böyledir! Eğer insan nefis ve şeytanı dinlerse, esfel-i sâfilîne, yani aşağıların aşağısına düşer, eğer Hak ve Kur’ân’ı dinlerse, âlâ-yı illiyyîne, yani yücelerin yücesine çıkar, kâinatın güzel bir takvimi olur.

Öyleyse nefis beğenilmemelidir. Çünkü “Nefsini beğenen ve nefsine itimat eden, bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören, bahtiyardır.”4


Dipnotlar:


1. Mesnevî-i Nûriye, s. 77., 2. Lem’alar, s. 73., 3. Tarihçe-i Hayat, s. 482; Emirdağ Lahikası, 1:195., 4. Mektûbat, s. 358.
Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider.

5

08.12.2010, 10:58

Nefs-i emmâreye itimat edilmez



Eserleri dünyanın kırk diline çevrilen; okuyan, araştıran her ruhu mest eden Risâle-i Nur Külliyatı gibi altı bin sayfalık nadide bir külliyatı asrımız insanlarına armağan eden Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri der ki: “Nefs-i emmâreme itimat edemem. Nefis kusursuz olmaz”1

Bilindiği gibi eğitilmemiş, kötülüğü emreden nefse nefs-i emmare denilir. Eğer insan nefs-i emmâresine itimat ederse, bu daha düşmanla mücadeleye girmeden önce teslim-i silâh eden kimseye benzer.

Nefsini devamlı kusurlu gören kazanır. Hatta “İstiğfara müncer olan derk-i kusur, gurura incirar eden rü’yet-i hüsn-ü amele müreccahtır [İstiğfara götüren kusurunu anlama, gurura sevk eden amelini güzel görmeye tercih edilir.]”2

İnsan değil sadece kusurunu bilmek, kusurunu görüp söyleyenlere de kızmamalı, memnun olabilmelidir. Bu hususta da şöyle der Bediüzzaman Hazretleri: “Ben nefsim ile müsalâha etmemişim. Çünki terbiye etmemişim. Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse, ondan darılmak değil, belki memnun olmak lâzım gelir.”3

Hatta bu hususta eziyet, sıkıntı ve tazyiklere katlanmayı bile göze aldığını söyler, “Eğer ehl-i dünya tarafından başıma gelen şu eziyet, şu sıkıntı, şu tazyik, ayıplı ve kusurlu nefsim için ise helâl ediyorum. Benim nefsim belki bununla ıslâh-ı hal eder; hem ona keffaretü’z-zünûb olur”4 derdi.

Demek insanın hayatta hiç mi hiç unutmaması gereken bir husus varsa o da nefistir. Nefsin mahiyetini, düşmanlığını, insana daima tuzaklar hazırladığını bilmeyen insan hayatın imtihanını kaybeder. Bediüzzaman Hazretleri şunu telkin eder insana: “İnsan nisyandan [unutkanlıktan. İnsan kelimesinin kökü olan nisyanda da unutkanlık anlamı vardır] alındığı için, nisyana mübtelâdır. Nisyanın en kötüsü de nefsin unutulmasıdır. Fakat hizmet, sa’y, tefekkür zamanlarında, nefsin unutulması, yani nefse bir iş verilmemesi dalâlettir. Hizmetler görüldükten sonra, neticede, mükâfat zamanlarında nefsin unutulması kemâldir.”5

Kâinatın Efendisi (asm), “Senin en zararlı, en büyük düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir”6 diye ne kadar anlamlı bir ikazda bulunmuş.


Dipnotlar:

1- Emirdağ Lâhikası, 2: 122.
2- Nurun İlk Kapısı, s. 138.
3- Şuâlar, s. 421; A.g.e., s. 392.
4- Şuâlar, s. 393.
5- Mesnevî-i Nûriye, s. 224.
6- Keşfü’l-Hafa, 1:143.

Kaynak Şaban Döğen - Yeni Asya
Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider.

Bu konuyu değerlendir