Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

29.11.2009, 17:30

Seyyidler sülâlesinden bir hânedan


Seyyidler sülâlesinden bir hanedan


Nursî hanedanının nesep ve sülâlesi ile alâkalı olarak anlatılan hatıra ve telakkilerden bazıları şöyledir:

Bediüzzaman Hazretlerine “Hanedan” olarak Emirdağ’da yıllarca hizmet etme bahtiyarlığına eren Emirdağlı Çalışkan Ailesinden Mehmed Çalışkan bir hatırasında şunları anlatır:

“Bir defa Ahmed Feyzi Kul (Bediüzzaman’ın eski talebelerinden) Emirdağ’a gelmişti. Sohbet etti. Üstadımızın büyük evsâfını, yüce makamlarını, riyâzî ve cifrî tevafuklarla açıklıyordu.

“Biraderim Osman Çalışkan’ın kalbine gelir ki: ‘Biz Üstadımızı Şarklı olarak biliyoruz. Ahmet Feyzi Efendinin anlattığı büyük müceddit ise Âl-i Beyt-i Nebevî’den olacaktır.’ Bu kalbî mülâhazadan sonra Üstad Hazretlerinin beni çağırdığını söylediler. Gittim. Üstad bana; ‘Kardeşim ben hem Hasanî’yim, hem de Hüseynî’yim. Ahmet Feyzi’nin bütün söylediğini kabul ediyorum. Haydi git’ dedi.” (Son Şahitler, c. 2, s. 360)

Urfalı Salih Özcan’ın da bu meyanda bir hatırası vardır:

“Bir defa Üstad Hazretlerini ziyarete gitmiştim. Nesebimi sordu. Ben de ‘Seyyidim’ demiştim. Üstad, ‘Hasanî misin? Hüseynî misin?’ diye sordu. Ben, ‘Hüseynîyim’ dedim. Bunun üzerine Üstad, ‘Kardeşim, ben hem Hüseynîyim, hem Hasanîyim’ buyurmuşlardı.” (Son Şahitler, c. 3, s. 235)

Aynı konuyla alâkalı olarak Eskişehirli Muhiddin Yürüten isimli şahıs şunları anlatır: “Ziyaretlerimden birisinde (Üstad’ın yanında) Salih Özcan da bulunuyordu. Üstad ona ‘Kardeşim Salih! Sen hakikî seyyidsin. Nuriye (Üstadın annesi) de seyyid, Mirza (Üstadın babası) da seyyid’ dedi.” (Son Şahitler, c.3, s. 201)

Buraya kadar anlatılanlardan anlaşılan şudur ki, Nursî Ailesinin nesebi ve sülâlesi tamamen seyyiddir ve Âl-i Beyt’tendir. Bu bakımdan, Bediüzzaman Hazretleri’nin, Risâle-i Nurların “Âl-i Beyt ve İmam-ı Ali’nin (r.a) mânevî bir hediyesi ve eseri” olduğunu söylemesi mânidardır. (Emirdağ Lâhikası, s. 143)

VELİLERİN TELÂKKÎLERİ

Bediüzzaman’ın dünyaya geleceğini keşfen hissedip haber veren büyük velî insanların telâkkileri de, Nursî ailesinin nesep ve sülâlesinin mübarek ve eşsiz bir silsileye dayandığına işaret etmektedir.

Onun geleceğine ve mahiyetine işaret eden büyük zatların bazılarının telâkkilerini kısaca anlatalım:

BİRİNCİSİ:

“Bitlisli Kevser Hoca, 11.12.1983’te İstanbul Bahçelievler semtinde bir evde, büyük bir cemaatin huzurunda aşağıdaki hatırayı anlatmıştı: ‘Ben kırk sene kadar meşhur Gavs-ı Hizan’ın köyü olan Gayda’da (Hizan’a bağlıdır) imamlık yapmış olan Molla Hacı Efendi’den bizzat duydum. O da Gavs-ı Hizan’ın halifelerinden Molla Halid-i Eruki’den duymuş. Molla Hacı dedi ki: ‘Molla Said, henüz dünyaya gelmeden Gavs-ı Hizan’ın müritlerinden olan babası Sofi Mirza bir gün Gayda’dan geçerken, Gavs’ı ziyaret etmek istemiş. Müritleri de ‘Gavs şu anda kimseyi kabul etmez. Hususî sohbettedir’ demişler. Sofi Mirza da ‘Eğer siz şimdi Gavs’a haber vermezseniz, ben kendim gidip kapıyı çalacağım’ demiş. Müritleri ‘Hadi git öyleyse çal’ demişler. Sofi Mirza gidip kapıyı çalarak içeri girmiş. Gavs Hazretleri, Sofi Mirza’yı görür görmez ayağa kalkmış ve hürmetle karşılayıp onu kucaklamış, koluna girmiş, getirip kendi yerine oturtmuş. Birtakım şeyler konuşmuşlar. Sofi Mirza Efendi, ne demişse, Gavs Hazretleri de onu ‘Belî, belî..’ diyerek tasdik etmiş. Sonra bu durumu anlatan Gavs Hazretleri, müritlerine hitaben şunları söylemiş: ‘Efendiler bu fakir sofinin sulbundan öyle bir çocuk dünyaya gelecektir ki, yüz kutbiyet onun derecesine yetişemez.’” (Mufassal Tarihçe-i Hayat, A. Kadir Badıllı, Timaş Yay., c. 1., s. 23)

İKİNCİSİ:

“Denizli vilâyetinde yaşamış büyük evliyâlardan Hacı Hasan Feyzi isminde bir zât, bir gün talebelerine: ‘Bugün Kürdistan’da (Şark vilâyetlerine o zaman verilen ad) büyük bir velî dünyaya geldi. Bu zât, zamanın sahibi, asrın vekilidir’ buyurmuştur.” Büyük zatların, Bediüzzaman Hazretleri daha dünyaya teşrif etmeden onunla alâkalı olarak verdikleri gaybî işaretlerin yanı sıra, bunlardan daha kuvvetli işârî ve cifrî haberler, Risâle-i Nur’un muhtelif eserlerinde, bilhassa Sikke-i Tasdik-i Gaybî’de mevcuttur.

Âl-i Beyt’ten oluşuna Risâle-i Nur’dan bir delil

“Ona ‘Kürdî’ denilmesi ve kaside-i Hazret-i İmam-ı Ali’de (r.a.) görülen ‘Yâ Müdriken’ kelimesinin hazf ve kalbiyle ‘Kürt’ ima ve işaretinin bulunması, gerçekten Kürtlüğüne delâlet etmez ve onun mânevi silsile-i şerâfet ve siyâdetten tenzil ve teb'idini icap ettirmez. Bu isnad ve izafe, Kürdistan’da doğup büyüyen ve bu lâkapla maruf ve meşhur olan bu zatın Risâletin-Nur’un tercümanı olduğunu sırf âleme ilân etmek içindir; yoksa Kürtlüğünü ispat etmek için değildir. Kürtçe bilmesi, o kıyafete girmesi ve öyle görünmesi, kendini setr ve ihfa için olup, hakikî hüviyet ve milliyetini ihlâl ve inkâr mânâ ve maksadıyla değildir diye düşünüyorum.”

(Emirdağ Lâhikası, s. 75, Hasan Feyzi’nin mektubundan...)

Mustafa ÖZTÜRKÇÜ

28.03.2008

2

30.11.2009, 01:00


Mahkemelerde seyyidlik


Seyyidliğine dâir Bediüzzaman`ın elinde resmi bir şecere yoktu. Bilhassa belge ve delillerin konuşturulduğu bir mahkemede; ele aldığı, söz konusu ettiği her hususu belgelere dayandıran Bediüzzaman`ın böyle bir iddiada bulunması düşünülemezdi. Ama buna rağmen onun Al-i Beyt oluşunda şüphe yoktu. Hem manen, hem de maddeten Ehl-i Beyttendi. Manen Ehl-i Beyttendi. Çünkü Allah Resulü(asm) her takva sahibi kimsenin Ehl-i Beytinden olduğunu1 müjdelemişlerdi. Bu manada Bediüzzaman da, hakiki Nur Talebeleri de Ehl-i Beyttendirler.


Mahkemede savcının iddiaları üzerine bu konuya da temas etmek zorunda kalan Bediüzzaman bu manada seyyidliğini açıkça söylüyordu: ``Ben de Al-i Beytten sayılabilirim` demekten maksadım; bir kısım müçtehidlerin, `Ve ala alihi ve sahbihi` duasında, `Seyyid olmayan, fakat ehl-i takva bulunanlar o duada dahildirler` dediklerinden, o umumi duada benim de bir hissem bulunması için ricakarane bir tevildir.`2


Hem Resul-ü Ekremin(asm) iki `Al`i (Ehl-i Beyti) bulunmaktaydı. Bunlardan biri nesebi ali; diğeri de şahs-ı manevi ve nuranisinin risalet noktasındaki ali.3 Bediüzzaman`ın bu ikinci kısma girdiği açık. Çünkü Risale-i Nur dairesinin, Hz. Ali, Hasan, Hüseyin (r.a.) ve Gavs-ı Azam`ın (k.s.)—gaybi ihbarlarıyla—bu zamandaki bir dairesi olduğunu4 biliyoruz.


Onun, yukarıda bir kısmına yer verdiğimiz, geniş kesimlere gizlemeye çalıştığı ve eserlerinde açık açık belirtmediği bu hususu bütün bütün de gizlemediğini, hususi sohbetlerinde talebelerine söylemekten çekinmediğini de görüyoruz. Bir makam gizlemeyi, başka bir makam da söylemeyi gerektirebiliyor.

Mesela sorularıyla Mektubat`ın büyük bir kısmının yazılmasına vesile olan, vefatına kadar Risale-i Nur`a büyük bir ihlas ve sadakatla hizmet eden merhum Albay Hulusi Yahyagil`e, ziyaretlerinin bir defasında, `Kardeşim, sen de, ben de sadattanız [seyyidlerdeniz]` diyor.

Emirdağlı Mehmet Çalışkan`ın anlattığına göre de, bir gün yanlarına Ahmet Feyzi Kul gelir. Üstadın vasıfları ve yüksek makamından bahseder. Cifir ve ebced hesabıyla çıkardığı tevafukları anlatır. O anda Osman Çalışkan`ın kalbine, `Biz Üstadımızı Kürt olarak biliyoruz. Ahmet Feyzi Efendinin anlattığı büyük müceddit ise Al-i Beyt-i Nebeviden olacaktır` gibisinden bir şüphe gelir. Acaba durumdan Bediüzzaman`ın haberi olmuş muydu? Nasıl bir tavır takınmış olabilirdi?
Konu üzerinde bir sonraki yazımızda duralım.
Dipnotlar: 1. Feyzü`l-Kadir, 1:55 (H. 15). 2. Şualar, s. 358. 3. Lem`alar (Osmanlıca), s. 120. 4. Emirdağ Lahikası, I:61.

04.07.2005
Şaban döğen

3

30.11.2009, 19:35

Bediüzzaman seyyidliğini gizlemiş mi?

Bediüzzaman Hazretleri mektuplarında seyyidlik, dolayısıyla Mehdilik meselesini gündeme getirme ve tartışma konusu yapmanın sakıncaları üzerinde durur. Mesela ehl-i siyaset evhama, bir kısım hocalar da itiraza kalkarlar. Siyasilerin evhamı büyük bir problem olur. Çünkü rahatsızlıklarını hücumlarını arttırarak aksettirirler.

Bir mektubunda bu hususa dikkat çeken Bediüzzaman, böyle fikirleri ortaya atmanın, ehl-i dünya ve ehl-i siyaseti telaşa vereceğini, hatta verdiğini, hücumlara vesile olduğunu belirtiyor. Böyleleri Risale-i Nur`un neşrine zarar verebilirlerdi. Seyyidlik, dolayısıyla Mehdilik meselesini gündeme getirme ve tartışma konusu yapmanın diğer bir önemli sakıncası da, herşeyden önce Risale-i Nur`un esas edindiği hakiki ihlasa, hiçbirşeye, hatta manevi ve uhrevi makamlara dahi alet olmayışına zarar vermesiydi.

Bediüzzaman, `Bu zaman, şahs-ı manevi zamanı olduğu için, böyle büyük ve baki hakikatler, fani ve sukut edebilir şahsiyetlere bina edilmez`1 diyor, daima şahs-ı maneviyi nazara veriyor, baki hakikatlerin fani ve çürütülebilir şahsiyetlere bina edilemeyeceğini söylüyor; hizmetkarlığı, sadece maddi değil manevi makamlara dahi tercih ediyor, maddi ve manevi füyuzat hislerini feda etmede tereddüt etmiyor, ihlas gereği o büyük makamlar dahi verilse tereddütsüzce feda edeceğini söylüyor, bütün himmet ve mesaisini imanların kurtulmasına tahsis ediyordu.

Bu ve buna benzer bir kısım hikmetler sebebiyledir ki Bediüzzaman kendini, seyyidliğini gizlemeye çalışmış, Afyon Mahkemesi müdafaasında, `Hiçbir vakit böyle haddimden yüz derece ziyade hallerde bulunmamışım`2 diye cevap vermişti. Onun, kendisinden alabildiğine korkan, tedirgin olan günün siyasilerini rahatlatmak için de, Denizli Ehl-i Vukufunun, `Eğer Said Mehdiliğini ortaya atsa, bütün şakirdleri kabul edecek` dediklerinde de, seyyidliğini gizleme ihtiyacı hissettiğini görüyoruz.3

Bir müdafaasında da şöyle demişti Bediüzzaman: `Hem mahkemede Denizli Ehl-i Vukufu, bazı şakirdlerin bu itikadlarına göre, bana karşı demişler ki, `Eğer Mehdilik dava etse, bütün şakirdleri kabul edecekler.` Ben de onlara demişim: `Ben kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki ahirzamanın o büyük şahsı Al-i Beytten olacaktır. Gerçi manen ben Hz. Ali`nin (r.a.) bir veled-i manevisi hükmünde ondan hakikat dersini aldım. Ve Al-i Muhammed(a.s.m.) bir manada hakiki Nur Şakirdlerine şamil olmasından ben de Al-i Beytten sayılabilirim.`4 Konuya bir sonraki yazımızda da devam edelim.

Dipnotlar: 1- Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 11. 2- Afyon Mahkemesi Müdafaası (Osmanlıca, s. 78 ) 3- Şualar (Osmanlıca ) s.287 4- Emirdağ Lahikası, 1:232-233.

02.07.2005
Şaban Döğen



4

01.12.2009, 16:02

Konu üzerinde bir sonraki yazımızda duralım.
Dipnotlar: 1. Feyzü`l-Kadir, 1:55 (H. 15). 2. Şualar, s. 358. 3. Lem`alar (Osmanlıca), s. 120. 4. Emirdağ Lahikası, I:61.

04.07.2005
Şaban döğen

Nur talebeleri ve Üstadın seyyidliği

Birgün Emirdağ`da, Nur talebelerinden Ahmet Feyzi Kul`un Üstadın vasıfları ve yüksek makamından bahsedip cifir ve ebced hesabıyla çıkardığı tevafukları anlattığında, Osman Çalışkan`da, `Biz Üstadımızı Kürt olarak biliyoruz. Ahmet Feyzi Efendinin anlattığı büyük müceddit ise Al-i Beyt-i Nebeviden olacaktır` gibisinden bir şüphe uyanmıştı. Bu hadiseden az sonra Bediüzzaman Hazretleri, Osman Çalışkan`ı yanına çağırmış ve `Kardeşim, ben hem Haseniyim, hem de Hüseyniyim… Ahmed Feyzi`nin bütün söylediklerini kabul ediyorum. Haydi git!` demişti.1

Evet, Bediüzzaman`ın Kürt olması seyyidliğine engel değildir. Doğuda öyle aşiretler vardır ki Kürt oldukları halde bütünüyle seyyiddirler. Çünkü nesiller fetihler, göçler, farklı evlilikler sebebiyle zamanla dünyanın değişik yerlerine dağılmış, karışmışlardır. Mesela Abbasilerin yanlış tutumlarına tepki gösterdikleri için o günün tabiriyle Kürdistan bölgesine birkısım Ehl-i Beytin göç ettikleri bilinmektedir. Bediüzzaman`ın dedelerinin de bu göç esnasında buralara gelip yerleşmeleri mümkündür. Nitekim Bugün Mardin`deki Arvasiler, Hakkari`deki Ahmediler ve Muş`taki Nehrilerin Ehl-i Beytten2 oldukları düşünülürse, Kürt olmanın Ehl-i Beytten olmaya engel olmadığı açıkça görülür.

Nitekim, Hz. Üstadın, `Denizli Kahramanı` diye iltifat ettiği merhum Hasan Feyzi, onun Kürt olmasının seyyidliğine engel olmadığını, Kürdistan`da doğduğu için bu isimle anıldığını, böylece kendini gizlediğini söyleyerek3 bu gerçeği teyid eder. Bediüzzaman`ın, Urfalı Salih Özcan`a da seyyidliğinden söz ettiğini görüyoruz. Salih Özcan ziyaretlerine geldiklerinde, nesebini sormuş, seyyid ve Hüseyni olduğunu öğrenmişti. Üstad da ona, `Ben hem Haseniyim, hem de Hüseyniyim` cevabını vermişti.4

Nur Talebelerinin de Bediüzzaman`ın seyyidliği konusunda hiçbir tereddütleri yoktur. Mesela Ahmed Feyzi, Zübeyr, Ahmed Nazif, Ceylan, Tabancalı, Salahaddin ve Sungur imzalarıyla neşrolan bir mektupta, Bediüzzaman`dan, envar-ı Muhammediyeyi(a.s.m.), maarif-i Ahmediyeyi(a.s.m.) ve füyuzat-ı şem`-i İlahiyeyi en şaşaalı şekilde parlatan, Kur`an`ın ve hadisin riyazi [matematiksel] işaretleri kendisinde son bulan, Nebevi hitapları ifade eden ayet-i celilelerin riyazi beyanlarını kendi üzerinde toplayan kişi olarak bahseder ve şöyle derler: `O Zat, hizmet-i imaniye noktasında risaletin bir mir`at-ı mücellası [peygamberliğin parlak bir aynası] ve şecere-i risaletin bir son meyve-i münevveri ve lisan-ı risaletin irsiyet noktasında [soyca] son dehan-ı hakikati [hakikati dile getiren dudağı] ve şem-i İlahinin hizmet-i imaniye cihetinde bir son hamil-i zisaadeti olduğuna şüphe yoktur.`5

Dipnotlar:1- A. Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, 1:36. 2- A.g.e., s. 1:35. 3- Emirdağ Lahikası(Osmanlıca), s. 16. 4- Son Şahitler, 3:238 (1994 Baskısı); Bediüzzaman Said Nursi, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, 1:35-39.5- Şualar, s. 578.

05.07.2005
Şaban Döğen

5

02.12.2009, 16:10

M. Latif SALİHOĞLU
Bediüzzaman'da seyyitlik nişanı



Muhtelif mahfillerde konuşulup tartışılan konulardan biri de, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin aslen seyyid olup olmadığı hususudur.
Üstad Bediüzzaman, 1923'ten evvel "Kürdî", bu tarihten sonra ise "Nursî" lâkabını kullanmıştır.
Hz. Üstad, bunların dışında da imza yerinde bazı lâkap ve ünvanları kullanmıştır: Molla Said, Mehmed Said, Ebu Lâşey, Garibuzzaman, Sin Ayn, vesaire...
Ancak, 1923'ten tâ vefat tarihi olan 1960'a kadar hasseten kullandığı lâkap ve imza "Nursî"dir.
Hatta, 1935'teki Eskişehir ve 1944'teki Denizli Mahkemelerinde, onun hakkında Nursî dışındaki lâkapların kullanılmasını yadırgamış ve itiraz etmiştir.
Meselâ, bir müdafaasında şöyle diyor: "...İsmim Said Nursî iken, her tekrarında 'Said Kürdî' ve 'bu Kürd' diye beni öyle yâd ediyorlar. Bununla, hem âhiret kardeşlerimin hamiyet–i milliyelerine ilişip aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkeme ve adâletinin mahiyetine bütün bütün zıd ve muhalif bir cereyan vermektir." (Tarihçe–i Hayat, s. 202)
Said Nursî ve hatta bütün Nurslular, zahirî tarih nazarında Kürt sayılırlar. Nursluların bugünkü sosyal ve kültürel yaşantılarına bakıldığında da bundan farklı birşey görülmez.
Ancak, herşey zahirden ibaret değildir. Hemen her meselede olduğunu gibi, helâket ve felâket asrının adamı olan Bediüzzaman Hazretlerinin nesebi konusunun da bir zahirî, bir de hakikî vechesi var.
Bu iki vecheyi, hikmetiyle birlikte düşünerek değerlendirmek lâzım.
Açıkça ifade edelim ki, böyle bir değerlerdirmeyi zahirperestler yapamaz. Aynı şekilde, Türkçüler ve Kürtçüler gibi, Vehhabilik yapan Suudî ırkçılar da İlâhî hikmete uygun bir değerlerdirme yapamaz.
Hz. Bediüzzaman'ın zahirî ve hakikî hüviyetinin ne olduğunu bilecek ve bunun sıhhatli bir tevilini yapacak olanlar ise, ehl–i tahkik olan Nur Talebeleridir.
Nitekim, onlardan biri olup "Denizli kahramanı" ünvanını kazanan Hasan Feyzi Efendi, sırr–ı teklif ve imtihana taalluk eden bu meselenin perdesini kısmen aralamış ve aynen şu ifadeyi kullanmıştır: "Ona 'Kürdî' denilmesi, ...Kürtçe bilmesi, o kıyafete girmesi ve öyle görünmesi, kendini setr ve ihfâ için olup, hakikî hüviyet ve milliyetini ihlâl ve inkâr mânâ ve maksadıyla değildir." (Emirdağ Lâhikası, s. 75)
Dikkatle bakılacak olursa, burada bir "setr ve ihfâ" gerçeğinden bahsedildiği ve zahirin dışında ayrıca bir "hakikî hüviyet ve milliyet"ten söz edildiği görülecektir. (Aynı paragrafın başında ise, Hz. Bediüzzaman'ın hem seyyid, hem de şerif olduğu imâsı yapılıyor.)
Demek ki neymiş? Herşey zahirden ve görünürden ibaret değilmiş...
Esasında, hikmet–i İlâhiye de, bunun böyle olmasını iktiza ediyor. Tâ ki, sırr–ı teklif ve imtihan bozulmasın ve "maslahat–ı irşad–ı umumî" zayi olmasın.
İşte, bu muazzam hakikatin izahına dair, Risâle–i Nur'da beş–altı yerde tekrarla nazara verilen ve ezberlenmesi gereken veciz ifadeler: "Evet, izzet ve azamet ister ki, esbâb perdedâr–ı dest–i kudret ola aklın nazarında; tevhid ve celâl ister ki, esbâb ellerini çeksinler tesir–i hakikiden." (Sözler, s. 265)
Hasan Feyzi'ye ait yukarıdaki sözlerin, bu veciz hakikate bihakkın paralel düştüğünü görmekteyiz.
Bazı kardeşlerimiz, Üsdat Bediüzzaman'ın sadece "mânen seyyid" olduğunu söylüyor. Bu ise, hakikatin tamamını yansıtmıyor.
Zira, Hz. Bediüzzaman'ın mânen olduğu gibi, neseben de kat'iyyen seyyid olduğunu "Büyük Ruhlu Küçük Ali" beyan ediyor. Kuleönü'lü Küçük Ali, Hz. Üstad'ın hem "ikinci Âl"den, hem de "birinci Âl"den olduğu bizce kat'idir diyor. Ayrıca, Âl–i Beyt'ten oluşunun hakikî bir nişanı/işareti olarak, Hz. Üstad'ın omzunda gördüğü "kadem–i Resûl–i Ekrem"den (asm) bahsediyor. (Bkz: Yeni baskı Lem'alar, 22. Lem'anın son haşiyesi.)
Küçük Ali, bu iddiasına getirdiği delillerden bir tanesi olarak gördüğü bir "nişan"dan söz ediyor ki, o hususî nişan ve işaretlere, Hz. Bediüzzaman'ın kendisi de perdeli şekilde temas ediyor.
İşte buna dair kendisi de seyyid olan Bedreli Hoca Sabri'ye (Santral Sabri, İskele memuru, Nur ve gül fabrikasının sahibi, Isparta kahramanı Sabri) hitaben yazılan üç mektuptan, üç kısacık ifade:
1) "...Sabri ise, fıtraten bende mevcut has bir nişan var; bütün gezdiğim yerde kimsede görmedim. Sabri’de aynı nişan–ı fıtrî var. Bütün talebelerim içinde, karabet–i nesliyeden daha ziyade bir karabet kendinde hissetmiş." (Barla Lâhikası, s. 21)
2) "Sabri kardeş! Senin cisminde (ayağında) kardeşliğimin sikkesini gördüğüm zaman..." (Kastamonu Lâhikası, s. 28)
3) "Ey Sabri kardeş! Başın sağ olsun. Cenab–ı Hak, o validemizi mağfiret eylesin, âmin. Benim, karabet–i nesebiyeyi (seyidliği) ihsas eden parmaklarındaki nişan ve bu yedi sekiz sene Abdülmecid’den daha hararetli faalâne kardeşlik vazifesini yaptığınızdan, elbette senin merhume validen benim de validemdir." (Age, s. 155)
Mâlûm, seyyidlerin ayak parmaklarında bir alâmet–i fârika var. Üstad, bu mektuplarında ondan bahsediyor ve Seyyid Hoca Sabri ile aralarında bir akrabalık (karabet–i nesebiye) bağının olduğunu söylüyor.
Bunlar gibi, Risâle–i Nur'da Üstad Bediüzzaman'ın seyyidliğine dair daha başka deliller, işaretler de var. Perdeyi büsbütün yırtmamak adına, şimdilik bu kadarlıkla iktifa ederek, son cümleyi ekleyelim...
Elhasıl: Bediüzzaman Hazretleri seyyittir, evlâd–ı Resûldendir; temsil ettiği dâvâ bunu iktiza ettiği gibi, icrâ ettiği hizmetin tesiri de, muhakkak ki böylesi bir kuvve–i kudsiyeye dayanıyor.
08.09.2009

6

03.12.2009, 21:06


02.07.2005
Şaban Döğen

Bediüzzaman`ın seyyidliği

Sabri isimli okuyucumuz aylık bir dergide, Üstad Bediüzzaman Hazretlerine ayrılan bir bölümde yine onun ifadelerine dayanılarak seyyid olmadığından bahsedildiğini belirtiyor ve `Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?` diye soruyor.

Resul-i Ekremin(asm) torunu Hz. Hasan`ın soyundan gelenlere seyyid, Hz. Hüseyin`in soyundan gelenlere de şerif dendiğini biliyoruz. Bu nurani ağaç, Hz. Hasan`dan Şah-ı Geylani`ye, Hz. Hüseyin`den Zeyne`l-Abidin ve Caferi Sadık gibi yıldız isimleri meyve vermiştir. Hz. Mehdi`nin de aynı nesilden geleceğini hadis-i şeriflerden öğreniyoruz. Muhakemat`ta, `Seyyid olmayanın seyyidim demesi, seyyid olanın da değilim demesinin haram olduğu` kaydedilir.1

Bu nurlu neslin unutulmaması, bilinmesi, tanınmasında büyük faydalar vardır. Çünki bu nurani halkadan çağlar boyunca insanlığı aydınlatacak nice güneşler doğmuştur. Halk, Sünnet-i Seniyyeyi rehber edinen bu büyük insanları tanımalı, etraflarında halkalanmalıydılar. Yalnız rastgele kimseler de seyyidlik davasında bulunmamalıydılar. Aksi halde karışıklıklar, dağınıklıklar, nesebi rekabetler çıkabilir, bu da ehl-i imanın gücünü zayıflatırdı. Neseble övünme de ihlas ve tevazuya ters düşerdi.

Bediüzzaman, seyyidliği Mehdilikle birlikte ele alınınca bir kısım hikmetler gereği seyyidliğini gizleme ihtiyacı hissetmiştir. Çünkü toplumda Mehdi hakkında öylesine bir imaj vardır ki, o sanki harikulade özelliklere sahip bir kimsedir. Bir çırpıda zulme gömülen dünyayı düzeltecek, hakkı, adaleti tesis edecek, kurtla kuzuyu barıştıracak, birden Sünnet-i Seniyyeyi yerleştirecek, İslamı hakim kılacak…

Ve bunları iman, hayat ve şeriat hakikatleri çerçevesinde gerçekleştirecek. Bu durum gönlü kırık, morali bozuk birkısım mü`minlere büyük bir ümit ve teselli kaynağı olurken, birçoklarına da aradıklarını bulamamanın, görememenin ezikliğini de yaşatabilmektedir. Çünkü daha çok gördükleriyle hükmeden halk tabakası, bu vazifelerin üçünü birden bizzat Hz. Mehdi`nin şahsından beklemeye başlıyorlar. Devamını şahs-ı manevinin yürüteceği bu hizmetin harika yönlerini tam göremedikleri için de hakikatlerin kuvveti bir derece noksanlaşıyor, kesin deliller zann-ı galibe dönüşmeye, mütehayyir ehl-i imanda da muannid dalalet ve zındıkaya karşı tam galebesi görünmemeye başlıyor. Konuya bir sonraki yazımızda da devam edelim.

Dipnotlar: 1- Muhakemat, s. 38.

01.07.2005
Şaban Döğen

7

22.04.2010, 11:10



Bediüzzaman, seyyidliği Mehdilikle birlikte ele alınınca bir kısım hikmetler gereği seyyidliğini gizleme ihtiyacı hissetmiştir. Çünkü toplumda Mehdi hakkında öylesine bir imaj vardır ki, o sanki harikulade özelliklere sahip bir kimsedir. Bir çırpıda zulme gömülen dünyayı düzeltecek, hakkı, adaleti tesis edecek, kurtla kuzuyu barıştıracak, birden Sünnet-i Seniyyeyi yerleştirecek, İslamı hakim kılacak…

Ve bunları iman, hayat ve şeriat hakikatleri çerçevesinde gerçekleştirecek. Bu durum gönlü kırık, morali bozuk birkısım mü`minlere büyük bir ümit ve teselli kaynağı olurken, birçoklarına da aradıklarını bulamamanın, görememenin ezikliğini de yaşatabilmektedir. Çünkü daha çok gördükleriyle hükmeden halk tabakası, bu vazifelerin üçünü birden bizzat Hz. Mehdi`nin şahsından beklemeye başlıyorlar. Devamını şahs-ı manevinin yürüteceği bu hizmetin harika yönlerini tam göremedikleri için de hakikatlerin kuvveti bir derece noksanlaşıyor, kesin deliller zann-ı galibe dönüşmeye, mütehayyir ehl-i imanda da muannid dalalet ve zındıkaya karşı tam galebesi görünmemeye başlıyor. Konuya bir sonraki yazımızda da devam edelim.
Sözün özü..!

Bu konuyu değerlendir