Risale-i Nur, hizmette tarîkat yolunu takip etmemiştir
ıkinci Nokta: ımam-ı Rabbanî ve Müceddid-i Elf-i Sanî Ahmed-i Farukî (r.a.) demiş: "Hakaik-i îmaniyeden birtek meselenin inkişafı ve vuzûhu, benim indimde binler ezvak ve keramata müreccahtır. Hem bütün tarîkatlerin gayesi ve neticesi, hakaik-ı îmâniyenin inkişafı ve vuzûhudur. "
Madem şöyle bir tarîkat kahramanı böyle hükmediyor; elbette Hakaik-ı îmâniyeyi kemal-i vuzuh ile beyan eden ve esrar-ı Kur'âniyeden tereşşuh eden Sözler velayetten matlûb olan neticeleri verebilirler.
Üçüncü Nokta: Bundan otuz sene evvel, eski Said'in gafil kafasına müthiş tokatlar indi, "Ölüm haktır" kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Medet istedi, bir yol aradı, bir halâskar taharrî etti; gördü ki, yollar muhtelif. Tereddütte kaldı. Gavs-ı Azam olan şeyh-i Geylanî Radıyallahü Anhın Fütûhü'l-Gayb namındaki kitabıyla tefe'ül etti. Tefe'ülde şu çıktı:
Acîbdir ki, o vakit ben Darü'l-Hikmeti'l-ıslâmiye azası idim. Güya ehl-i ıslâmın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta ben idim. Hasta evvela kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir.
ışte Hazret-i şeyh bana der ki: "Sen kendin hastasın; kendine bir tabib ara." Ben dedim: "Sen tabibim ol." Tuttum, kendimi ona muhatap addederek, o kitabı bana hitap ediyor gibi okudum. Fakat, kitabı çok şiddetli idi. Gururumu dehşetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. Dayanamadım, yarısına kadar kendimi ona muhatap ederek okudum, bitirmeye tahamülüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum. Fakat sonra, ameliyat-ı şifâkârâneden gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci üstadımın kitabını tamam okudum ve çok istifade ettim. Ve onun virdini ve münâcâtını dinledim, çok istifaza ettim.
Sonra ımam-ı Rabbanî'nin Mektûbat kitabını gördüm, elime aldım. Halis bir tefe'ül ederek açtım. Acaiptendir ki, bütün Mektubat'ında yalnız iki yerde "Bediüzzaman" lafzı var: o iki mektup bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektupların başında "Mirza Bediüzzaman'a mektup" diye yazılı olarak gördüm. "Fesübhanallah!" dedim. "Bu bana hitap ediyor." O zaman eski Said'in bir lakabı. "Bediüzzaman"dı. Halbuki hicretin üç yüz senesinde, Bediüzzaman-ı Hemedanî'den başka o lâkapla iştihar etmiş zatları bilmiyordum. Halbuki, ımamın zamanında dahi öyle bir adam vardı ki, ona o iki mektubu yazmış. O zatın hâli, benim halime benziyormuş ki, o iki mektubu kendi derdime deva buldum.
Yalnız ımam, o mektuplarında tavsiye ettiği gibi çok mektuplarında musırrâne şunu tavsiye ediyor: "Tevhîd-i kıble et." Yani, birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma. şu en mühim tavsiyesi, benim istidadıma ve ahvâl-i rûhiyeme muvafık gelmedi. Ne kadar düşündüm, "Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim?" Tahayyürde kaldım. Herbirinde ayrı ayrı cazibedar hasiyetler var. Biriyle iktifa edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenab-ı Hakkın rahmetiyle kalbime geldi ki, "Bu muhtelif turûkların başı ve bu cedvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur'ân-ı Hakîmdir. Hakîki tevhîd-i kıble bunda olur. Öyle ise, en ala mürşid de ve en mukaddes üstad da odur." Ona yapıştım, nâkıs ve perişan istidadım elbette layıkıyla o mürşid-i hakîkinin âb-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamıyor; fakat, ehl-i kalb ve sahib-i hâlin derecatına göre, o feyzi, o âb-ı hayatı yine onun feyziyle gösterebiliriz. Demek Kur'ân'dan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesâil-i ilmiye değil, belki kalbî, rûhî, halî mesâil-i îmâniyedir ve pek yüksek ve kıymettar maarif-i ılahiye hükmündedirler.
Mektubat, s. 339-340
Risale-i Nur'da daima dava edip demişim: "Zaman tarîkat zamanı değil, belki îmânı kurtarmak zamanıdır. Tarîkatsiz Cennete gidenler çoktur, îmânsız Cennete giden yoktur" diye bütün kuvvetimizle îmâna çalışmışız. Ben hocayım, şeyh değilim. Dünyada bir hanem yok ki, nerede tekkem olacak? Bu yirmi sene zarfında, birtek adam yok ki, çıksın desin, "Bana tarîkat dersi vermiş; ve mahkemeler ve zabıtalar bulmamışlar. Yalnız, eskiden yazdığım tarîkatlerin hakîkatlerini ilmen beyan eden "Telvihât Risâlesi" var ki, bir ders-i hakikattir ve yüksek bir ders-i ilmîdir; tarîkat dersi değildir.
Emirdağ Lâhikası-l, s. 28.
Hapishanede - Allah rahmet eylesin - mühim bir şeyh ve mürşid ve câzibedar bir Nakşî evliyasından bir zat, dört ay mütemadiyen Risâle-i Nur'un elli altmış şakirtleri içinde celbkarane sohbet ettiği halde, yalnız birtek şakirdi muvakkaten kendine çekebildi. Mütebakisi, o câzibedar şeyhe karşı müstağnî kaldılar. Risâle-i Nur'un yüksek, kıymettar hizmet-i îmâniyesi onlara kâfi olarak kanaat veriyordu.
O şakirtlerin gayet keskin kalb ve basîreti şöyle bir hakîkati anlamış ki:
Risâle-i Nur'a hizmet ise, îmânı kurtarıyor; tarîkat ve şeyhlik ise, velâyet mertebeleri kazandırıyor. Bir adâmın îmanını kurtarmak ise, on mü'mini velayet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır. Çünkü îman, saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için bir mü'mine, küre-i arz kadar bir saltanat-ı bakiyeyi temin eder. Velâyet ise, mü'minin Cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise, bir adamın îmânını kurtarmak, on adamı velî yapmaktan daha sevaplı bir hizmettir.
ışte bu dakîk sırrı, senin Ispartalı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de umûmunun keskin kalbleri görmüş ki, benim gibi bîçâre günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyalara, belki de (eğer bulunsaydı) müçtehidlere dahi tercih ettiler.
Bu hakîkate binaen, bu şehre bir kutub, bir gavs-ı azam gelse, "Seni on günde velayet derecesine çıkaracağım" dese, sen, Risale-i Nur'u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.
Kastamonu Lâhikası, s. 51-52.