Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

06.03.2008, 14:47

meslek ve meşreb farklılığı

meslek ve meşrep arasında fark nedir. Sanki bazan biri diğerinin yerine geçiyor gibi anlamalar olabiliyor.meşreb farklılığı kişiyi nur dairesinin dışına çıkarır mı?

2

06.03.2008, 15:23

meşrebi şöyle düşün, her yiğidin bir yoğurt yiyişi var derler ya, maksat yoğurt yemek, yerken de tercih edilen tarz farklı,
meslek ise, daha geniş bir kavram, birbirlerine benziyorlar,
benim fikrimce,
mesleği bir cadde olarak düşünürseniz, meşrep de sizin yol kenarından mı, ortasından mı, nasıl gideceğiniz ile ilgilidir,

ya da şöyle de denilebilir, meslek sistem, meşreb de meslekteki tarzdır,

ıslam bir cadde, onun içinde nurculuk bir meslek, kişinin meslek kriterlerine uyan tarzı da, meşrebi...
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

3

17.03.2008, 09:02

“Risale-i Nur’un mesleği tarikat değil, hakikattir.
Sahabe mesleğinin bir cilvesidir.”
(Bediüzzaman)

Peygamberimizden (sav) iman dersi alan mü’minlere sahabe denir. Sahabeler de fazilet yarışında farklı derece ve mertebededirler. Henüz daha çocuk yaşta aklını kullanarak Allah’ın birliğine imanı tercih eden Hz. Ali (ra) ve peygamberimizin nübüvvet davasını duyar duymaz koşarak iman eden Hz. Ebubekir (ra) elbette bütün sahabelerden daha faziletlidir. Onları fazilette diğer sahabelere takaddüm ettiren sır elbette iman ve iman davasındaki gayret ve hizmetleridir.

Mekke döneminde Hz. Ebubekir (ra) ve Hz. Ali’nin (ra) hayatını incelediğimiz zaman şu hususlar dikkatimizi çeker: Öncelikli olarak Kur’an-ı Kerimin yazılmasında ve okunmasında ve etraf-ı âleme neşrinde en büyük hizmeti yapanlar Hz. Ebubekir (ra) ve Hz. Ali (ra) herkesten daha gayretliydiler. Hz. Ebubekir (ra) her gece tanıdıklarının ve akrabalarının evlerine gider onlara iman hakikatlerini ders veren Kur’an ayetlerini okuyarak imana davet ederdi. Kabul edenleri evine davet eder ve peygamberimiz (sav) ile onları görüştürür ve anlamadıkları konuları onlara açıklama ve anlatma fırsatları oluştururdu. ılk Müslüman olanların çoğu Hz. Ebubekir’in (ra) gayretleri ve çalışmaları ile iman etmişlerdir.

Hz. Ali (ra) ise küçük olduğu için sahabeler arasında irtibatı sağlamak ve çevreden gelenleri gizli olarak peygamberimiz ile buluşturmak gibi önemli görevleri yapardı. Ayrıca peygamberimize (sav) gelen iman hakikatlerini öğrenir, yazar ve müslümanlara ulaştırırdı. Adeta bir nevi gizli postacılık görevi yapardı. Ayrıca peygamberimizin (sav) sahabeleri ile irtibatını temin ederdi. Bütün bunları iman hakikatlerini kalplere ve gönüllere ulaştırmak ve bir insanın imanını kurtarmak için yapardı.

“Kâinatta en yüksek hakikat imandır.” Hal böyle olunca en yüksek hakikate hizmet etmek de en önemli ve mühim hizmettir. Sahabeleri o mevkie çıkaran en önemli sır, iman gibi iki cihanın saadetini temin eden en büyük hakikati bize ulaştıracak hizmeti canları ve başları ile deruhte etmeleridir. Diğer tüm hizmetler iman hizmeti yanında ikinci ve üçüncü derecede kalır. Peygamberimizin (sav) sünneti, peygamberimizin takip ettiği yoldur. “Ümmetin fesada gittiği bir zamanda kim sünnetime yapışırsa yüz şehidin sevabını alır” hadisi elbette haktır ve çok önemlidir. Acaba insana yüz şehit sevabı kazandıracak sünnet hangisidir? Elbette “ıman Hizmeti”dir. ıman insana iki cihan saadetini kazandırır. Ümmetin fesadı imanın zafından, fesadın izalesi de imanın yaygın olmasından kaynaklanır. Bunun için insana ve topluma yapılacak en büyük iyilik ve hizmet imanın takviyesi ve imandaki şüphelerin giderilmesi için yapılacak çalışmalardır.

Ahir zamanda ümmetin fesada gideceğini ve pek çok fitnelere maruz kalacağını haber veren peygamberimiz (sav) bu fitnelerin sebebi olan iman zaafına dikkat çekmiş ve şöyle buyurmuştur: “ıleride öyle fitneler olacaktır, o fitnelerde kişi mü’min olarak sabahlayacak ama akşama kâfir olarak dönecektir. Ancak Allah’ın ilim ile kalbini ihya ettiği kimseler bundan korunacaklardır.”

Bu hadiste açıkça ifade edildiği gibi imansızlık fitneyi netice vermektedir. Çaresi de ilim ile kalpleri diriltmektir. Buradaki hastalık imansızlık olunca ilim de “ıman ılmidir.” ıman ilmi ilimlerin şahı ve padişahıdır. Sahabeler akılları bozulmuş ve kalpleri ölmüş olan cahiliye Arap toplumunu imanın hidayeti ve Kur’anın iman dersi ile diriltmiştir. Sahabeler de iman hakikatleri için mücadele etmiş ve imanın akıllara, kalplere ve gönüllere yerleşmesi için çalışmışlardır.

Bu hakikatler nazara alınınca sahabe mesleğinin “ıman Hizmeti” mesleği olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Bediüzzaman’ın da “ben bütün mesaimi iman üzere teksif etmiş bulunuyorum” demesinin hikmeti daha iyi anlaşılmaktadır. Açtığı sahabe mesleğinin de iman hizmeti mesleği olduğu gerçeği de…
M. Ali KAYA
Yeni Asya / 9 Aralık 06

4

17.03.2008, 09:04

CEMAAT VE CEMıYET
M. Ali KAYA


Cuma, cami, cemaat ve cemaatle namaz ıslamiyet’in şeair denilen önemli ibadetlerindendir. Ancak sözlüklerde “bir inanç ve fikir birliği etrafında toplanan halk; aralarında tesisi ettikleri örf ve adetlere göre tanzim eden topluluk” anlamına gelmektedir.
Cemaat bir inanç etrafında toplanan grubu temsil eder. Aynı inancı ve amacı paylaşan insanlardan meydana gelir; ancak bireyden farklı bir “şahs-ı manevi” teşkil ederler. Aynı amaç ve inanç etrafında toplanan farklı karakter ve mizaca mensup insanların oluşturduğu farklı bir yapıdır cemaat. Bir vücudu meydana getiren organlar veya bir fabrikayı oluşturan farklı makine ve çarklar gibi cemaat de farklı unsurları bir amaç etrafında toplar ve belli amaçlara yöneltir. Cemaat içinde fertlerin özellileri kaybolur ortak bir özellik ön plana çıkar. “Benlik” ortadan kalkar “Biz” şuuru meydana gelir. Bir bireyin toplumda ve ailede oluşturduğu imaj ve rol ile cemaat içindeki rolü ve imajı çok farklıdır.
Cemaatler sosyal hayatın birer parçasıdır. Sosyal hayat farklı cemaat ve grupların meydana getirdiği homojen bir yapıdır. Sosyal hayat o derece geniştir ki her fikre ve cemaate yer bulmak mümkündür.
Dinin emrettiği cemaat bir ibadet amacı ile bir araya gelen inançlı insanların tümüne şamildir. Haricinde hiçbir inanan kalamaz. Her zaman camiye ve cemaate gelemeyen bir mü’min en az senede bir “Bayram Namazında” veya haftada bir “Cuma Namazında” camiye ve cemaate gelerek ortak inancın ve ibadetin meydana getirdiği manevi atmosferden istifade ederek benliğini o geniş şahs-ı manevide eritir.

**
ıslamiyet’in Kur’an-ı Kerim ve Peygamberin Sünneti çerçevesinde meydana getirdiği bütün insanlığı içine alarak saadete ve selamete sevk edecek olan “Cadde-i Kübra” bütün ıslam cemaatini içine alan “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” yolu ve mezhebidir. Bu geniş caddede Allah’ın rızasını tahsile giden ehl-i iman elbette gelişigüzel değil de gruplar halinde gidebilirler. Bunlara da mezhepler, tarikatlar, ekoller, meslekler, meşrepler ve cemaatler denebilir. Binlerce istidat ve kabiliyette yaratılan insanların tümünü bir kalıba sokmak hem mümkün değildir; hem de gerek yoktur. Bu taklitçiliği ve tembelliği netice verir. Herkesin istidat ve kabiliyetine göre bir meslek grubunda yer aldığı gibi, bir mezhep ve cemaat içinde yerini alması da normaldir. Önemli olan inanç ve hedef birliği içinde olmaktır.
Cemaat, birliği ve beraberliği sağlayan kurumsal bir yapı şeklinde olmalıdır. Cemaate dâhil olan fertler istidat ve kabiliyetlerine göre “Taksimu’l-A’mal” ve “Teşrik-i Mesai” çerçevesinde bir hizmet birimi içinde yerini alır ve o hizmet kurumunun düzenli ve verimli çalışmasına katkı sağlar. Yoksa o fabrikanın ve makinenin dengesi bozulur ve aralarındaki uyum ortadan kalkar. O zaman da istenen verim ve hayırlı hizmet elde edilemez.
Bediüzzaman hazretleri TBMM çatısı altında mebuslara hitaben “Zaman cemaat zamanıdır” derken en yüksek organ olan TBMM çatısı altında amaç ve hedef birliği etrafında bütünleşerek farklı görüş ve düşünceleri de “Meşveret ve şura” prensibi ile tevhit ederek milletin saadetine hizmet etmelerinin gereğini dile getirmiştir. Bu durum “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın; bölünüp parçalanmayın” ayetinin emrine uymak olduğunu da vurgulamıştır. Bediüzzaman’ın kastettiği cemaat elbette bütün inananları bir araya getiren, farklı düşünce, istidat ve kabiliyetteki insanların kurumsal yapı içinde amaç ve hedef birliğini sağlayan bir anlayışı ifade etmektedir. Ama ne var ki herkes okunanları ve anlatılanları beklentisine ve amacına göre anlamak eğilimindedir. Dar bir açıdan bakıldığı zaman cemaati toplumda öne çıkan liderlerin etrafında oluşturulan küçük gruplar olarak anlamak mümkündür. Bütün insanlığın saadetini amaçlayan bir inanç ve düşünce yapısının bu kadar dar bir ufka sahip olmayacağı bir gerçektir. Ama ne ki, bizler küçük hizmet gruplarını istenen ve arzu edilen cemaat olarak görmeye ve göstermeye devam etmekteyiz.
Peygamberimiz (asv) “Size cemaat halinde olmanızı, ayrılıp dağılmaktan şiddetle kaçınmanızı emrederim. Zira şeytan yalnız başına yaşayan insana yakın olup bir araya gelen iki insandan uzaktır. Kim cennetin ortasını isterse toplu halde bulunmaya baksın. Allah’ın yardımı ve inayeti cemaatle beraberdir” buyururken kastettiği elbette bütün inananların Kur’an ve Sünnet çerçevesinde ortak inanç etrafına birlik içinde bulunmalarıdır. Nitekim peygamberimiz (asv) “Müslüman cemaatinden bir karış da olsa ayrılan kimse boynundaki ıslam bağını çözmüş olur. Cemaatten ayrılmayın; bilin ki sürüden ayrılanı kurt kapar” buyurarak cemaatten kastedilenin “Müslümanlar cemaati” olduğunu açıkça beyan buyurmuşlardır.

**

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri mahkemede kendisine isnat edilen cemaatçilik ve cemiyetçilik ithamına şöyle cevap vermiştir: Reis Beyefendi, Kararnamede üç madde esas tutulmuş. Birisi: Cemiyettir. Ben buradaki bütün Risale-i Nur şakirtlerini ve benimle görüşenleri veya okuyan ve yazanlarını aynıyla işhad ediyorum, onlardan sorunuz ki, ben hiçbirisine dememişim: "Bir cemiyet-i siyasiye veya cemiyet-i Nakşiye teşkil edeceğiz." Daima dediğim budur: "Biz, îmanımızı kurtarmaya çalışacağız. Umum ehl-i îman dâhil oldukları ve üç yüz milyondan ziyade efradı bulunan bir mukaddes cemaat-i Islamiyeden başka, mabeynimizde medar-ı bahs olmadığını ve Kur’an’da `Hizbullah’ namı verilen ve umum ehl-i îmanın uhuvveti cihetiyle kendimizi, Kur’an’a hizmetimiz için hizbü’i-Kur’an, Hizbullah dairesinde bulmuşuz. Eğer kararnamede bu mana murad ise, bütün ıûhumuzla, kemal-i iftiharla îtiraf ederiz. Eğer başka manalar murad ise, onlardan haberimiz yoktur. Böylece cemaatten bütün inananları kastettiğini, “Hizbullah” ifadesi ile Kur’ân-ı Kerimde geçen grubun da bir siyasi cemiyet olmayıp Kur’âna hizmet eden, iman kardeşliğini esas alan Müslümanlar olduğunu ifade ederek ayetin manasına açıklık getirmiştir.
Bediüzzaman’ın tesis ettiği cemaatin bir tarikat, bir cemiyet ve siyasi bir teşekkül olmayıp “Kalp ve gönüller üzerine kurulan iman ve irfan müessesesi” olduğu mahkeme kararları ile de tespit edilmiştir.
Bediüzzaman hazretleri kendisine isnat edilmek istenen “Cemiyet” ithamına cevap olarak “Evet, biz bir cemiyetiz ve öyle bir cemiyetimiz var ki, her asırda üç yüz milyon dâhil mensupları var ve her gün beş defa o mukaddes cemiyetin prensipleriyle, kemal-i hürmetle alakalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar ve “mü’minler kardeştir” kutsi programıyla, birbirinin yardımına dualarıyla ve manevî kazançlarıyla koşuyorlar. ışte biz, bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efradındanız ve husûsi vazifemiz de, Kur’an’ın îmanî hakîkatlerini tahkîki bir sûrette ehl-i îmana bildirip, onları ve kendimizi îdam-ı ebedîden ve daimî haps-i münferidden kurtarmaktır. Sair dünyevî ve siyasî ve entrikalı cemiyet ve komiteler ile münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz” ifadeleri ile reddetmektedir. Cemiyetten bütün inananların dahil olduğu “inananlar kardeştir” kutsi düsturu çerçevesinde bütün Müslümanları kastetmektedir.
Bediüzzaman 31 Mart olayında da askerlerin çeşitli siyasi cemiyetlere girmelerinin yanlışlığına dikkat çeker. “Ben işittim ki, askerler bazı cemiyetlere intisap ediyorlar. Yeniçerilerin hadise-i müthişesi hatırıma geldi; gayet telaş ettim. Bir gazetede yazdım ki; şimdi en mukaddes cemiyet, ehl-i îman askerlerin cemiyetidir. Umum mü’min ve fedakar askerlerin mesleğine girenler, neferden seraskere kadar dâhildir. Zîra, ittihad, uhuvvet, itaat, muhabbet ve Îla-i Kelimetullah dünyanın en mukaddes cemiyetinin maksadıdır. Umum mü’min askerler, tamamıyla bu maksada mazhardırlar. Askerler merkezdir; millet ve cemiyet onlara intisap etmek lazımdır. Sair cemiyetler, milleti asker gibi mazhar-ı muhabbet ve uhuvvet etmek içindir” buyurur. ıttihad-ı Muhammedî cemiyetini de siyasi bir cemiyet haline gelmesini önlemek amacı ile tarifini şöyle yapar: “Amma, ıttihad-ı Muhammedî (asv) ki, umum mü’minlere şamildir; cemiyet ve fırka değildir. Merkezi ve saff-ı evveli gaziler, şehitler, alimler, mürşidler teşkil ediyor. Hiçbir mü’min ve fedakâr asker-zabit olsun, nefer olsun-hariç değil ki, ta intisaba lüzûm kalsın. Lakin bazı cemiyet-i hayriye, kendine ıttihad-ı Muhammedî diyebilir. Buna karışmam” der.

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir