Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

Hasan_Sinan

Moderatör

  • "Hasan_Sinan" bir erkek
  • Konuyu başlatan "Hasan_Sinan"

Mesajlar: 2,136

Konum: Almanya

Meslek: Uzman Pazarlamaci

Hobiler: Okumak Okumak Okumak

  • Özel mesaj gönder

1

03.01.2008, 02:04

Risale-i Nur´da Adalet

Risale-i Nur’da adalet kavramı ve ontolojisi

Alasdair MacIntyre’ın da iddia ettiği gibi Aydınlanma, bize ‘hayat, özgürlük ve saadet arayışı’ gibi idealleri veren ve iyilik, doğruluk ve adalet gibi ahlakî kavramları yeniden tanımlayan bir dönem olarak yüceltilmiştir. MacIntyre özellikle Aydınlanma projesinin ahlakîliği bir taraftan onu insan doğası algılayışının üzerine rasyonel olarak yerleştirirken diğer taraftan onu her türlü erekbilimsel (teleolojik) destekten arındırmak suretiyle doğrulama gayretine girişmesini eleştirir. Doğal bilimler Aristocu erekbilim yaklaşımının fizik ve biyoloji alanlarındaki geçersizliğini ispat ettiğinden Aydınlanma filozofları aynısını ahlak teorisi için de yapabileceklerini düşünmüşlerdi. Sonuçta ellerinde kalan bir taraftan doğrulamak istedikleri özel bir Hıristiyan burjuva ahlakı, diğer taraftan da insan doğasının gerçekliğine dair yine özel bir anlayıştı. Baskın olarak seküler çevrelerde yetişmiş insanlar olarak bizler dilbilimci Uwe Poerksen’in modüler dilin ‘tiranlığı’ adını verdiği olayla sürekli karşı karşıyayızdır. Aslında ‘itina’ veya ‘refah’ veya ‘yaşam kalitesi’ diye bir şey yoktur; ama bu sözler gerçek manaları hiçbir zaman sorgulanmadığı halde pek çok insan için güzel ve faydalı manalar işmam ederler. Adalet de böyle bir sözdür.

Allah, insan ve mahlûkata adaletin ne olduğu üzerinde edinilmiş kavramlarımızın prizmasından bakmak yerine Allah’ın, O kendini adlandırdığı üzere Âdil olduğu öncülünden başlayarak bunun genelde kâinat için özelde de insan için ne tür sonuçları olduğunu araştıracağız. ılk işaretimizi ınfitar Sûresi’nin 6-8 ayetlerinden (Ey insan! ıhsanı bol Rabb’ine karşı seni aldatan nedir? O Allah ki seni yarattı, seni düzgün ve dengeli kılıp, adaletli bir biçim verdi sana. Seni herhangi şekilde istediyse öylece bir araya getirdi.) alarak ve buradan edindiğimiz ‘adala’nın ayırıcı vasfının ‘şeyleri doğru yerlerine koymak’ olduğu gözlemiyle ‘Âdil ism-i ilâhisinin farklı ve fakat irtibatlı üç dairesindeki işleyişine bakacağız. Birinci daire Allah ile umum mahlukat arasındaki ilişki dairesi; ikinci daire Allah ile özelde insan arasındaki ilişki dairesi ve üçüncü daire de insanın diğer insanlarla kurduğu ilişkiler dairesidir.

Çatışma ve çelişki mi; denge ve mevzuniyet mi?

Birinci daireye bakalım. Tekvinî yönüyle adaletin varoluşsal gerçekliği birbiriyle ilişkili iki gayeye hizmet eder. Öncelikle zahirî çift-kutuplulukların ve birbirini tamamlayan zıtlıkların üretilmesiyle infirak ve infiradın (farklılaşma ve ferdiyet oluşumu) var oluşunu sağlar. Aydınlık ve karanlık, iyilik ve kötülük, gündüz ve gece, doğum ve ölüm, inşa ve tahrip, Cennet ve Cehennem, güzellik ve çirkinlik -bazıları harici bir gerçekliğe sahip olsalar da harici bir varlığa sahip olmayan, bütün bu karşılıklı bağımlı çiftler ve birbirlerini tamamlayan zıddiyetler- açık bir gaye için vardırlar. Küfrün gözü bu ikiliklerin varlığında çatışma ve çelişkiden başka bir şey görmezken, ilhamını Kur’an-ı Kerim’den alan Bediüzzaman, bunlarda denge ve mevzuniyetten başka bir şey görmemektedir.

şimdi ikinci ve adaletin daha önemli olan gayesine gelmiş bulunuyoruz. Adaletin meyveleri olan muvazene ve mizan, bu farklılık ister gerçek isterse zahirî olsun, ancak farklı şeyler arasında olabilir. Ve çeşitlilik ve çoğulluk sadece ve sadece bir tek gaye için vardır ve bu da varlığın kendi gerçekliğini kavramamızı sağlamaktır. Zira var oluş tedricî, merhaleli ve infiradî olmasaydı, başka bir deyişle birbirine ılahî adalet aracılığıyla muvazene ve mizanla bağlanmış farklı şeyler şeklinde olmasaydı, onu algılamamız da mümkün olmazdı. Yaratılmış şeylerin çeşitliliği, birbirini tamamlayan zıddiyetlerin üretilmesi ve tevhid içinde var olan çoğulluk varlığın bilinebilmesi için oradadır.

Adaletin işlediği ikinci dairede, Hâlık-mahlûk ilişkisi, özelde de insan ile Allah arasındaki ilişki çok yönlüdür; ancak sadece ikisiyle özetle ilgileneceğim. Bunlardan ilki insanın Allah’ın yeryüzündeki halifesi -temsilcisi- olması ve bu anlamda ılahi emaneti yüklenme sorumluluğu ile ilgili. ınsanın sorumluluğu bu ılahi isimlerin zannî sahipliğinden feragat ederek onlara Yaratıcı’mızın yansıtılmalarını istediği şekil üzere ayinedarlık yapmaktır. Bediüzzaman’ın Ene Risalesi’nde açıkladığı gibi insana, bunları varlık muammasının çözülmesi gayretinin bidayetinde kıyaslama yapabilmesi için Evsaf-ı ılahiye’nin numuneleri veya suretleri lütfedilmiştir. Nursi’nin söylediği üzere insan imar ettiği bir eve bakar ve kendini bir mimar olarak görür; sonra kâinata bakar ve kendisi kendi evinin mimarı olduğuna göre bu kainatın da bir Büyük Mimarı olması gerektiği sonucuna varır.

Esma-i ılahiye’nin bu sunulması ve yansıtılmasında adalet kavramı anahtardır. Çünkü tıpkı çoğulluğun ve çoğulluk yoluyla intizamın ortaya çıkışını sağlayan ılahî adalet gibi insanda da adalet, Emanet sorumluluğunu Allah’ın rızası üzerine yerine getirebilmesini sağlayan araçları sağlar. Adem-i adalet üzere amel etmek, başka bir ifadeyle Esma-i ılahiye’nin sahipliğinden feragati reddetmek kaosa, mizansızlığa, muvazenesizliğe, intizamsızlığa ve modern ifadenin gerçek anlamıyla zulme yol açacaktır. Bu, küfrü intihab etmekten başka bir şey değildir ve küfrü intihab etmek de sadece kendi kendini değil ille-i gayesi Allah’ı tesbih etmek olan bütün bir mevcudatı tahkir etmek demektir. Ve kâinatı bu şekilde aşağılamak, Bediüzzaman’ın net ifadelerle anlattığı üzere zulümlerin en büyüğüdür.

Yaygın algılayışa göre, özellikle de bu kelimelerin modern yorumları kabul edildiğinde, adaletin antitezi zulümdür. Adalet ve zulüm terimleri klasik anlamlarıyla da birbiriyle zıt kutuplarda olmakla birlikte, insan davranışında adaletin nakıs olması durumunu tanımlayan daha uygun bir kelimenin ilhad olduğu iddia edilebilir. A’raf Sûresi’nin 180′inci ayeti, bize en güzel isimlerin (el-esmâü’l-hüsnâ) Allah’a ait olduğunu ve O’na bu isimlerle yakarmamız gerektiğini anlatır. Adaletin insanın Allah’la olan ilişkisine bakan dairesiyle ilgili Bediüzzaman’ın vurguladığı ikinci yön Allah’ın adaletinin asla keyfî olmadığı hakikatidir. Doğrusu şu ki; Said Nursi, adaletten bahsettiği her yerde hikmet ve kudret kelimelerini de zikreder. Bu, özellikle adaletsiz addettiğimiz olay ve durumlarla alakalı olarak önemli bir tespittir. Birkaç yıl önce birkaç saat içinde 300.000 kişinin ölümüyle sonuçlanan tsunami felaketi gerçekleştiğinde dünyanın benim bulunduğum kısmındaki en yaygın tepkilerden biri -buna bazı sözde inançlılarınki de dahil- şu şekildeydi: “Allah böyle bir şeyin olmasına nasıl müsaade etti?” “Böyle bir şeyi yapan bir Allah’a adil denilebilir mi?” Böyle olaylar vuku bulduğunda Allah’ın adaletinden şüpheye düşenlere verilecek yontulmamış dürüstlükte bir cevap şu olurdu: “Mahlûkatın O’na ait olduğu gerçeği onunla istediğini yapabileceği anlamına gelmiyor mu?” Dünyada her gün 300.000 insan ölüyor, buna kimsenin bir itirazı yok. Ama bu birkaç saat içinde olunca Allah’ı sorgulamaya başlıyorlar.

Adalet, hikmet ve kudretle eşzamanlı işler

Demek ki adalet keyfî değildir ve hikmet ve kudretle eşzamanlı olarak işlemektedir. Nursi’nin de söylediği gibi her şey adalet ve mizanla yapılmaktadır. Ve bu, hayatımızda başımıza gelen ve ilk bakışta bizim için şer olduğunu zannettiğimiz; ama üzerlerinde derinlemesine tefekkür edersek bizim iyiliğimiz için olduklarını fark edeceğimiz olaylar için de geçerlidir. şerrin görece olduğu hakikatinin üzerine Allah’ın insanı her çeşitten sıkıntılarla imtihan etme hususundaki iradesini ekleyin, Allah’ın adalet edimlerinin arkasındaki hikmet daha da vazıh hale gelecektir. Adaletin işlediği veya işlemesi gerektiği üçüncü daire insanın kendi türünden olanlarla muhataplığı dairesi, yani beşeriyet ve sosyal ilişkiler dairesidir. Bu daire modern adalet kavramlarımızın -tevziî adalet, karşılıklı adalet ve saire- en uygun düştüğü dairedir. Bu dairenin düzenlenmesi ve insanın diğer insanlara adaletle muamelede bulunmasını temin için Allah bizi sadece kevnî kanunları -şeriat-ı tekvinî- değil aynı zamanda Hazreti Peygamber’in pratiğinde zirveye ulaşan şer’î kanunları -şeriat-ı taşri’î- ve Hazreti Muhammed’in sünnetini takip etmeye davet etmiştir. Adaletin ve onun antitezi olan ilhadın gerçek doğalarını kavrayamamaları onları intizam ve muvazenenin sırat-ı müstakiminden dâllîn ve mağdubi aleyhimin yan yollarına saptırmak için ayartmaktadır. Bu, mümkün olan en iyi dünyadır; Allah olan bir şeyi onaylamasa da onu murad etmiştir ve O’nun murad ettiği şey beşer için mümkün olan en iyi durum olmak zorundadır. Mükemmel bir dünya, özellikle de kemali yokluğun ademi olarak anlayacaksak, aslında bir oksimorondur. Zira dünya, özellikle de orada bulduğumuz yokluklar ve adem yüzünden dünyadır. Ki bunlar da eşyanın infiradını sağlarlar ve varlıkları Kemal-i Etemm Sahibi ve kudret eli her şeyin içinde işleyen bir Zat’ın varlığını izhar etmeye yarar. Bunu anlama kifayetsizliği pek çok Müslüman’ın adalet kavramını yanlış anlamasına ve onu sadece sosyo-politik düzeye uygulamalarına yol açmıştır.

Bediüzzaman, bir ütopyacı değil bir gerçekçidir. Onun yolu inancın bireysel seviyede tekâmülünü öngörüyordu. Bu yol devrimden çok evrimin yolu; Müslüman toplumu tavandan tabana değil, tabandan tavana yöntemiyle kurma yoludur. Ve yine onun yolu, ister insanın Allah’la olan ilişkisi seviyesinde, isterse insanın diğer insanlarla olan ilişkisi seviyesinde olsun, “festakim kemâ umirt”in yoludur. Bediüzzaman, ıslam’ı bir yönetim problemine indirgeme hatasını yapmadı. Onun için ıslam, Rabb’in karşısındaki ferdî bir sorumluluk meselesidir. Bireysel seviyede içselleştirilmiş bir adalet olmaksızın sosyal adalet imkânsızdır. Bugün ıslam dünyasının dört bir köşesinde Müslümanlar ‘Hazreti Peygamber’in altın çağı’ denilen dönemi yeniden var edebilmek için ‘Medine hayalleri’ kuruyorlar. Ama bunu yaparken gerçek adalet dersinin öğretildiği Mekke döneminin zorluklarına katlanmak da istemiyorlar. Bu anlamda Bediüzzaman bizi Mekke’ye geri çağırıyor; çünkü bir defa Mekke tecrübesi yaşandı mı Medine kendi başının çaresine bakacaktır.

(*) Bu yazı, Profesör Colin Turner’ın 8. Bediüzzaman Sempozyumu (18-20 Kasım 2007)’nda sundugu. tebliğinden kısaltılmıştır.
PROF. DR. COLIN TURNER - DURHAM ÜNıVERSıTESı / ıNGıLTERE
Kur’an’a hücum edilecek; î’câzı, onun çelik bir zırhı olacak.Ve şu î’câzın bir nevini şu zamanda

izhârına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak.Ve namzet olduğumu anladım.

Hasan_Sinan

Moderatör

  • "Hasan_Sinan" bir erkek
  • Konuyu başlatan "Hasan_Sinan"

Mesajlar: 2,136

Konum: Almanya

Meslek: Uzman Pazarlamaci

Hobiler: Okumak Okumak Okumak

  • Özel mesaj gönder

2

03.01.2008, 02:26

Adl ismi-azamdandir ve büyük hakikatler ve sirlar ihtiva eder, öyle ki kainata insafla bakan anlar ki nihayetsiz bir adalet ve hikmet eli islemektedir. Elbette bu Hakim-i Adil den baskasi olamaz.

Insanin yaratilisindan ve insan icin yaratilan kainatin tanziminden cehennemin yaratilisina kadar hersey ADALET ile tanzim ediliyor. Böyle nihayetsiz bir adaletin karsiliginda cüz i bir sükrü yerine getirmemek adaletsizliktir.

Evet, eger su dar-i imtihanda adaletsizlik gibi görünen hadiseler cereyan ediyorsa bu ancak be-serin ser islemesiyle oluyor. Ancak Hakim-i Adil olan Erhamurrahimin bu serri yine hayira cevirerek sonsuz bir Adalet sahibi oldugunu göstermektedir.

Özet olarak dünyada Adaletin var oldugunu ve hic bir an hic bir yerden uzak olmadigini gösteren ilmi delili, birincisi adaletsizligin var oldugudur. Cünki suc islenmese ceza da verilemez, iyi bir is yapilmazsa mükafat da verilemez, ama ikisinin de birlikte olmasiyla ancak adalet tecelli edebilir. Yani mücazat ve mükafatin olmasiyla.

Eger desen neden cogu zaman mazlum mükafat almadan ve zalim mücazat görmeden göcüp gidiyorlar?

Elcevap: Mahkemeyi kübrada hic kimseye zerre kadar haksizlik edilmeyecegine göre ve yakin bir hadise olmus gibi sayildigindan Adalet azami bir sekilde tecelli etmektedir.

Hasan Sinan
Mainz
Kur’an’a hücum edilecek; î’câzı, onun çelik bir zırhı olacak.Ve şu î’câzın bir nevini şu zamanda

izhârına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak.Ve namzet olduğumu anladım.

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir