Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

Bîçare S.V.

Profesyonel

  • "Bîçare S.V." bir erkek
  • Konuyu başlatan "Bîçare S.V."

Mesajlar: 712

Konum: İstanbul/ Çamlıca

Meslek: Gazeteci/ Arşiv-Kütüphane

Hobiler: Kitap okuma (Sesli)

  • Özel mesaj gönder

1

29.09.2010, 08:15

Erzurum’un dağ ve tepelerinde yazılanlar


Hadis-i Şerif Meâli
Bir Müslümanın, yanında yokken din kardeşi için yapmış olduğu duâ
kabul olunur. Bu iş için görevli bir melek bulunur. Din kardeşi için
hayırla duâ ettiğinde, melek: “Âmin. Kardeşin için istediğinin bir misli
de sana verilsin” der.

Câmiü's-Sağîr, No: 2167







29.09.2010










Erzurum’un dağ ve tepelerinde yazılanlar

Birinci Harb-i Umûminin patlamasıyla, Erzurum’un, Pasinler’in dağ ve
derelerine düştük. O kıyametlerde, o dağ ve tepelerde fırsat buldukça,
kalbime gelenleri, birbirine uymayan ibarelerle, o dehşetli ve muhtelif
hallerde yazıyordum.

İFADE-İ MERAM

Kur’ân-ı Azîmüşşan, bütün zamanlarda gelip geçen nev-î beşerin
tabakalarına, milletlerine ve fertlerine hitaben Arş-ı A’lâ’dan îrad
edilen İlâhî ve şümüllü bir nutuk ve umûmî ve Rabbânî bir hitabe olduğu
gibi; bilinmesi, bir ferdin veya küçük bir cemaatin iktidarından hariç
olan, bilhassa bu zamanda, dünya maddiyâtına ait pekçok fenleri ve
ilimleri camîdir.

Bu îtibarla; zamanca, mekânca, ihtisasca daire-i ihatası pek dar
olan bir ferdin fehminden ve karîhasından çıkan bir tefsir, bihakkın
Kur’ân-ı Azîmüşşan’a tefsir olamaz. Çünkü, Kur’ân’ın hitabına muhatap
olan milletlerin, insanların ahvâl-i rûhiyelerine, maddiyâtına ve camî
bulunduğu ince fenlere, ilimlere bir fert vakıf ve sahib-i ihtisas
olamaz ki, ona göre bir tefsir yapabilsin. Maahaza, bir ferdin mesleği,
meşrebi taassuptan hâlî olamaz ki, hakaik-ı Kur’âniyeyi görsün,
bîtarafane beyan etsin. Maahaza, ferdin fehminden çıkan bir dâvâ,
kendisine has olup, başkası o dâvânın kabulüne dâvet edilemez; meğer ki,
bir nevî icmâın tasdîkına mazhar ola.

Binaenaleyh, Kur’ân’ın ince mânâlarının ve tefsirlerde dağınık
bir sûrette bûlunan mehasininin ve zamanın tecrübesiyle fennin keşfi
sayesinde tecellî eden hakîkatlerinin tesbitiyle, herbiri birkaç fende
mütehassıs olmak üzere muhakkikîn-i ulemadan yüksek bir heyetin
tetkikatıyla, tahkîkatıyla bir tefsirin yapılması lâzımdır. Nitekim,
kanûnî hükümlerin tanzim ve ıttıradı, bir ferdin fikrinden değil, yüksek
bir heyetin nazar-ı dikkat ve tetkikatından geçmesi lâzımdır ki, umûmi
bir emniyeti ve cumhûr-u nâsın itimadını kazanmak üzere millete karşı
bir kefâlet-i zımniye husûle gelsin; ve icmâ-ı millet, hücceti elde
edebilsin.

Evet, Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın müfessiri, yüksek bir deha sahibi ve
nâfiz bir içtihada malik ve bir velâyet-i kâmileyi haiz bir zat
olmalıdır. Bilhassa bu zamanlarda, bu şartlar ancak yüksek ve azîm bir
heyetin tesanüdüyle telâhuk-u efkârından ve ruhlarının tenasübüyle
birbirine yardım etmekten ve hürriyet-i fikirle taassuptan azade olmakla
tam ihlâslarından doğan dahî bir şahs-ı manevîde bulunur; ve o şahs-ı
mânevî, Kur’ân’ı tefsir edebilir. Çünkü, “Cüzde bulunmayan, külde
bulunur” kaidesine binaen, her fertte bulunmayan bu gibi şartlar heyette
bulunur.

Böyle bir heyetin zuhurunu çoktan beri bekliyorken, hiss-i
kable’l-vuku kabîlinden, memleketi yıkıp yakacak büyük bir zelzelenin
arefesinde bulunduğumuz zihne geldi.HAŞİYE “Birşey tamamıyla elde
edilemediği takdirde, tamamıyla terk etmek caiz değildir” kaidesine
binaen, acz ve kusurumla beraber, Kur’ân’ın bazı hakikatleriyle,
nazmındaki i’câzına dair bazı işaretleri tek başıma kaydetmeye başladım.
Fakat, Birinci Harb-i Umûmi’nin patlamasıyla, Erzurum’un, Pasinler’in
dağ ve derelerine düştük. O kıyametlerde, o dağ ve tepelerde fırsat
buldukça, kalbime gelenleri, birbirine uymayan ibarelerle, o dehşetli ve
muhtelif hallerde yazıyordum. O zamanlarda, o gibi yerlerde, müracaat
edilecek tefsirlerin, kitapların bulunması mümkün olmadığından,
yazdıklarım yalnız sünûhat-ı kalbiyemden ibaret kaldı. Şu sünûhatım,
eğer tefsirlere muvafık ise, nûrun alâ nur; şayet muhalif cihetleri
varsa, benim kusurlarıma atfedilebilir. Evet, tashihe muhtaç yerleri
vardır, fakat hatt-ı harbde, büyük bir ihlâs ile, şehitler arasında
yazılıp giydirilen o yırtık ibarelerin tebdiline—şehitlerin kan ve
elbiselerinin tebdiline cevaz verilmediği gibi—cevaz veremedim ve kalbim
razı olmadı; şimdi de razı değildir. Çünkü, hakîkat-i ihlâs ile baktım,
tashih yerini bulamadım. Demek, sünûhat-i Kur’âniye olduğundan, i’caz-ı
Kur’âniye onu yanlışlardan himaye etmiş.

Maahaza, kaleme aldığım şu İşârâtü’l-İ’caz adlı eserimi, hakîki
bir tefsir niyetiyle yapmadım; ancak ulema-i İslâmdan ehl-i tahkîkin
takdirlerine mazhar olduğu takdirde, uzak bir istikbalde yapılacak
yüksek bir tefsire bir örnek ve bir me’haz olmak üzere, o zamanların
insanlarına bir yadigâr maksadıyla yaptım.

Hâşiye: Evet, Van’da, Horhor Medresemizin damında esnâ-yi derste
büyük bir zelzelenin gelmekte olduğunu söyledi. Hakikaten söylediği
gibi, az bir zaman sonra Harb-i Umumî başladı. (Hamza, Mehmed, Şefik,
Mehmed, Mihri.)

Tarihçe-i Hayat, s. 97, (yeni tanzim, s. 174)





29.09.2010
:risaleokumak: :tamam3: :yeniasya: :tamam2: :alkış:
"İyyake nâ'büdü ve İyyake nesteîn."
'Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz.'
"İnsanlara teşekkür etmeyen, ALLAH'a da şükretmez.!"
'Bırak bîçare feryâdı, Bîçare S.V.

Bu konuyu değerlendir