Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

Bîçare S.V.

Profesyonel

  • "Bîçare S.V." bir erkek
  • Konuyu başlatan "Bîçare S.V."

Mesajlar: 712

Konum: İstanbul/ Çamlıca

Meslek: Gazeteci/ Arşiv-Kütüphane

Hobiler: Kitap okuma (Sesli)

  • Özel mesaj gönder

1

19.01.2010, 09:34

Zelzele musahhar bir memurdur


Âyet-i Kerime Meâli

Beni zikredin ki, Ben de sizi rahmetimle anayım. Ve Bana
şükredin; sakın nankörlük etmeyin. Sabır ve namazla Allah’ın yardımını
isteyin. Şüphesiz ki Allah sabredenlerle beraberdir.

Bakara Sûresi: 152-153



Zelzele musahhar bir memurdur
Dalâlet karanlığına mübtelâ olan adama eğer hidâyet-i İlâhiye
yetişse, imân kalbine girse; Fırtına ve zelzele, tâun gibi hâdiseleri
birer musahhar memur bilir.

İmân, nasıl ki bir nurdur, insanı ışıklandırıyor, üstünde
yazılan bütün mektubât-ı Samedâniyeyi okutturuyor; öyle de kâinatı dahi
ışıklandırıyor, zaman-ı mâzi ve müstakbeli zulümâttan kurtarıyor. Şu
sırrı, bir vâkıada “Allah imân edenlerin dostu ve yardımcısıdır; onları
inkâr karanlıklarından kurtarıp hidâyet nuruna kavuşturur” (Bakara
Sûresi: 257.) âyet-i kerîmesinin bir sırrına dâir gördüğüm bir temsil
ile beyân ederiz. Şöyle ki:

Bir vâkıa-i hayaliyede gördüm ki, iki yüksek dağ var, birbirine
mukabil. Üstünde dehşetli bir köprü kurulmuş. Köprünün altında pek
derin bir dere; ben o köprünün üstünde bulunuyorum. Dünyayı da her
tarafı karanlık, kesif bir zulümât istilâ etmişti. Ben sağ tarafıma
baktım; nihayetsiz bir zulümât içinde, bir mezar-ı ekber gördüm, yani
tahayyül ettim. Sol tarafıma baktım; müthiş zulümât dalgaları içinde
azîm fırtınalar, dağdağalar, dâhiyeler hazırlandığını görüyor gibi
oldum. Köprünün altına baktım; gayet derin bir uçurum görüyorum
zannettim. Bu müthiş zulümâta karşı, sönük bir cep fenerim vardı. Onu
istimâl ettim, yarım yamalak ışığıyla baktım; pek müthiş bir vaziyet
bana göründü. Hattâ önümdeki köprünün başında ve etrafında öyle müthiş
ejderhalar, arslanlar, canavarlar göründü ki, “Keşke bu cep fenerim
olmasa idi, bu dehşetleri görmese idim” dedim. O feneri hangi tarafa
çevirdim ise, öyle dehşetler aldım. “Eyvah! Şu fener, başıma belâdır”
dedim.

Ondan kızdım; o cep fenerini yere çarptım, kırdım. Güyâ onun
kırılması, dünyayı ışıklandıran büyük bir elektrik lâmbasının düğmesine
dokundum gibi, birden o zulümât boşandı. Her taraf o lâmbanın nuru ile
doldu; her şeyin hakikatini gösterdi. Baktım ki, o gördüğüm köprü gayet
muntazam yerde, ova içinde bir caddedir. Ve sağ tarafımda gördüğüm
mezar-ı ekber, baştan başa güzel, yeşil bahçelerle, nurânî insanların
taht-ı riyâsetinde, ibâdet ve hizmet ve sohbet ve zikir meclisleri
olduğunu fark ettim. Ve sol tarafımda fırtınalı, dağdağalı zannettiğim
uçurumlar, şâhikalar ise süslü, sevimli, câzibedar olan dağların
arkalarında azîm bir ziyâfetgâh, güzel bir seyrangâh, yüksek bir
nüzhetgâh bulunduğunu hayal meyal gördüm. Ve o müthiş canavarlar,
ejderhalar zannettiğim mahlûklar ise, mûnis deve, öküz, koyun, keçi
gibi hayvanât-ı ehliye olduğunu gördüm. “İmân nurundan dolayı, Allah’a
hamd olsun” diyerek, “Allah imân edenlerin dostu ve yardımcısıdır;
onları inkâr karanlıklarından kurtarıp hidâyet nuruna kavuşturur”
âyet-i kerîmesini okudum, o vâkıadan ayıldım.

İşte, o iki dağ mebde-i hayat, âhir-i hayat, yani âlem-i arz ve
âlem-i berzahtır. O köprü ise hayat yoludur. O sağ taraf ise geçmiş
zamandır. Sol taraf ise istikbâldir. O cep feneri ise, hodbîn ve
bildiğine itimad eden ve vahy-i semâvîyi dinlemeyen enâniyet-i
insaniyedir. O canavarlar zannolunan şeyler ise, âlemin hâdisâtı ve
acîb mahlûkatıdır. İşte enâniyetine itimad eden, zulümât-ı gaflete
düşen, dalâlet karanlığına mübtelâ olan adam, o vâkıada evvelki halime
benzer ki, o cep feneri hükmünde nâkıs ve dalâletâlûd mâlûmât ile,
zaman-ı mâziyi bir mezar-ı ekber sûretinde ve ademâlûd bir zulümât
içinde görüyor. İstikbâli gayet fırtınalı ve tesadüfe bağlı bir
vahşetgâh gösterir; hem, her birisi bir Hakîm-i Rahîmin birer memur-u
musahharı olan hâdisât ve mevcudâtı muzır birer canavar hükmünde
bildirir, “İnkâr edenlerin dostu ise tâğutlardır; onları imân nurundan
mahrum bırakıp, inkâr karanlıklarına sürüklerler” (Bakara Sûresi: 257.)
hükmüne mazhar eder.

Eğer hidâyet-i İlâhiye yetişse, imân kalbine girse, nefsin
firavuniyeti kırılsa, kitâbullahı dinlese, o vâkıada ikinci halime
benzeyecek. O vakit, birden, kâinat bir gündüz rengini alır, nur-u
İlâhî ile dolar; âlem, “Allah göklerin ve yerin nurudur” (Nur, 35)
âyetini okur. O vakit, zaman-ı mâzi bir mezar-ı ekber değil, belki her
bir asrı bir nebînin veya evliyânın taht-ı riyâsetinde, vazife-i
ubûdiyeti ifâ eden ervâh-ı sâfiye cemaatlerinin vazife-i hayatlarını
bitirmekle, Allâhü ekber diyerek makamât-ı âliyeye uçmalarını ve
müstakbel tarafına geçmelerini kalb gözü ile görür. Sol tarafına bakar
ki, dağlar-misâl bâzı inkılâbât-ı berzahiye ve uhreviye arkalarında,
Cennetin bağlarındaki saadet saraylarında kurulmuş bir ziyâfet-i
Rahmâniyeyi o nur-u imân ile uzaktan uzağa fark eder. Ve fırtına ve
zelzele, tâun gibi hâdiseleri birer musahhar memur bilir. Bahar
fırtınası ve yağmur gibi hâdisâtı, sûreten haşin, mânen çok latîf
hikmetlere medâr görüyor. Hattâ mevti hayat-ı ebediyenin mukaddimesi;
ve kabri saadet-i ebediyenin kapısı görüyor. Daha sâir cihetleri sen
kıyas eyle; hakikati temsile tatbik et.

Sözler, s. 282, (yeni tanzim, s. 497)


19.01.2010

http://www.yeniasya.com.tr/2010/01/19/lahika/default.htm
"İyyake nâ'büdü ve İyyake nesteîn."
'Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz.'
"İnsanlara teşekkür etmeyen, ALLAH'a da şükretmez.!"
'Bırak bîçare feryâdı, Bîçare S.V.

Bu konuyu değerlendir